Paylaş

26 Ağustos’tan beri araştırmacı yazar Dr. Selim Erdoğan, Kocatepe siperlerinde gece gündüz tetkik yapıyor. Gün gün cephede yaşananları izleyicilerle paylaşıyor. Bu bölgenin son derece hoş, romantik bir görünümü vardır. Aniden yükselen bir bölgedir; en sıcak zamanlarda bile sabahları çok soğuktur. Dolayısıyla Türkiye’nin coğrafyasından haberi olmayan bazı sivri insanların Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ağustos ayındaki muharebe sırasındaki paltosu üzerine manasız fikir yürütmelerinin nedeni anlaşılmaktadır. Çünkü Dr. Selim Erdoğan da ancak paltolar içinde muharebe alanını tetkik edebiliyor. Erdoğan’ın YouTube kanalında taarruzun başladığı ilk dakikalarda, sabah 5 sularında yaptığı canlı yayını izlerseniz nasıl bir soğuk olduğunu daha iyi görebilirsiniz.

GİZLİ YÜRÜTÜLEN HAZIRLIK
Yunan ordusu beş kademeli bir savunma hattı kurmuştu. Batı Anadolu’nun müdafaası kesindi ve bunun ileride tutulacağına inanılıyordu. Ayvalık merkez olmak üzere Yunan Millî Bankası bir şube açmıştı ve Yunan ordusu artık drahmi ile savaşacaktı. Bir İyonya Cumhuriyeti kurulmuştu ve resmen askere alımlar yapılıyordu. Geçen zamanla açılan arşivler ve gerçeği yazan tarihçiler iki tarafta da ortaya çıkıyor. Anadolu ordusunun komutanları çok fazla hayalperestti. İlk anda bütün Küçük Asya’daki Helenizmin kendilerini şevkle beklediği kanısındaydılar. Oysa bunların da Anadolu’daki köylüler gibi toprakla, çalışmakla ve geçimle dertleri vardı. Gerçek karşısında kurmaylar, Helenizme faydası olmayan zararlı unsurlardan (!) bahsetmeye başladılar. Hatta bazı yerlerde Helen nüfusu kurşuna dizdikleri görüldü.
26-27 Ağustos son derece gizlice yürütülen ve tamamlanan bir hazırlığın ürünüdür. 30 Ağustos Zaferi’nin ilk 48 saatinin planı çizilmişti. Ege mıntıkasının merkezi olan İzmir’e ulaşmak ise öngörülenden iki gün önce gerçekleşti. Nihayet Türkiye, 1911’de Trablusgarp ve 1912-13 Balkan facialarının da dahil olduğu 11 yıl süren uzun savaşı sona erdiriyordu. Eylül ayında Mudanya’da mütareke imzalandı.
Lozan’da Britanya delegasyon reisi Lord Curzon’un gerçeği kavramayan taleplerine destek olarak Mondros’tan bahsetmesine karşılık İsmet Paşa, “Ben buraya Mudanya’dan geldim” diye cevap verecektir. Komutanların ilk anda bir kısmı daha muhafazakâr bir harekât planı takip edilmesini istediler. Galiba Mustafa Kemal Paşa’dan başka doğrudan denizi hedefleyen yoktu.
1071 Malazgirt Zaferi, Anadolu’nun kapılarını açmıştır. Açılan kapılardan girdiğimiz yurdu bir daha teslim etmemek üzere bu savaşı 30 Ağustos’ta tamamladık. 26-27 Ağustos’ta ele geçirilmesi gereken hedeflerin çok ince hesabı yapılmıştır. Her dakika çok önemlidir. Hedefleri anında tamamlayamayan savaşçılar arasında Miralay Reşat (Çiğiltepe) gibi intihar edenler çıkmıştır. Bu gerçek bir “yıldırım savaşı”ydı. Bu tabiri İkinci Dünya Savaşı’nda Alman orduları kendileri için kullandılar ama bizim savaşımıza benzetmeyelim; çünkü karşılarındaki Sovyet Kızıl Ordusu silahsız, düzensiz ve gafil avlanmıştı. 26-27 Ağustos’ta akıbeti çizilen Yunan ordusu ise müttefiklerin son desteğiyle bölgeyi adamakıllı teçhiz etmişti. Konvansiyonel silah bakımından makineli tüfek ve top açısından bizim tarafla mukayese edilmeyecek kadar donanımlıydılar. Bu savaşı topçularımız, piyademiz ve süvarilerimiz kazanmıştır.
‘KÜÇÜK ASYA FACİASI’
30 Ağustos Zaferi’ni izleyen on üç gün, Batı Anadolu’nun çekilen ordu tarafından ağır tahribi demektir. Köyler ve şehirler yakıldı, yerli Helen nüfus çekilmek zorunda kaldı. Yunanistan yakın tarihindeki en önemli faciayı yaşadı. Nitekim bu dönem için Yunan tarihçiliği “Küçük Asya Faciası” adını kendi koymuştur.
İzmir ve Anadolu’da Helen işgali Venizelos’un bir hayaliydi. İngiliz Başbakan David Lloyd George’la Yunanların kullanımı konusunda anlaştılar. Küçük Asya Seferi’nin komutanlığına tayin etmek istediği kral yanlısı olarak bilinen general İoannis Metaksas bu teklifi reddetti. “Küçük Asya Seferi’nin bir macera olduğunu” belirtti. “Yok oldu zannettiğiniz ordularını Türkler yine toparlar ve bir sabah aniden karşınıza çıkarlar” dedi. İç yapıyı bilen kurmay bunu söylemişti ve karşıdaki toplumun (Türkler) birçok Balkan ve Ortadoğu toplumunda görülmeyecek derecede yüksek örgütlenme kabiliyetine sahip olduğunu da bilenlerdendi. Bu özelliği herkes anlamış değildi. Hatta Birinci Dünya Savaşı’nın yorgun savaşçıları arasında bile anlamayanlar olmuştur. Ama kısa zamanda Türk tarihindeki değişmez kanun ortaya çıktı ve felaket anında örgütlenilebildi. Son ana kadar savaşı yürüten komutanlara rağmen millet meclisinde muvafık ve muhalif üyeler gelişmeleri tenkit etmişlerdir. Kısacası, bir konvansiyonel hükûmette görülmeyecek fikir farklılıkları ve muhalefet, savaşla birlikte devam etmiştir.
Eylül 1921 Sakarya Zaferi’nden beri ordu, beklenmeyeni gene beklenmedik bir anda büyük bir gizlilik içinde yerine getirdi. “Süratli Savaş” ve “Yıldırım Taarruzu” 30 Ağustos’a verilecek isimdir.
TAVSİYE
Dr. Selim Erdoğan, “Büyük Taarruz” kitabında Milli Mücadele’nin tarihi üzerine yerli ve yabancı kaynakları mukayeseli olarak kullanıyor. Coğrafya ve stratejiyi mükemmel bir şekilde işliyor. Kitapta ilk defa bazı çarpıcı gerçekler ortaya çıkıyor. Her iki muharebede de şehitliklerin tam listesi yok. Bunlar yazarın ve Harp Tarihi Dairesi’nin gayretiyle muharebe alanlarında ve civarda araştırılarak bulunuyor. Dolayısıyla önemli bir arazi tetkikinin, arşiv çalışmasının ve kaynak kullanımının ürünü olan, Milli Mücadele’ye yakışan bir monografiyle karşı karşıyayız.

SÜLEYMANİYE’NİN TAŞLARI
BAZEN sosyal medyayı faydalı işler için bir araç olarak kullanan içerik üreticilerine de rastlanabiliyor. Bunlardan biri X platformundaki “Suriçi’nin Sesleri.” Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’ın hem mühendislik hem de sanatçı kimliğiyle ortaya koyduğu en önemli eseridir. Çünkü inşaata seçilen alanın böyle bir yapıyı taşıyabilmesi için jeolojik özelliklerine dikkat edilmiştir. Büyük mühendis Mimar Sinan (yeniçeri generali), birkaç yıl süren çalışmayla yapının temelini çapraz iç duvarlarla güçlendirmiş, binanın rutubetini azaltacak su kanalları açtırmış ve ortaya çıkan eser, her şeyden önce tezhib ve hat sanatının işlenişi bakımından en güzel örnekleri vermiştir.
Ne yazık ki caminin kontrolüyle sorumlu makamların bu görevlerini yerine getirmediği görülüyor. Süleymaniye gibi bir caminin mozaiklerinin, zemininin günlük olarak denetlenmemesi, envanterinin düzenli şekilde takip edilmemesi hazindir. Demek ki görevlendirilen personel, vazifesini yerine getirmeyen insanlardan oluşuyor.

GÜN GÜN SÖKÜP GÖTÜRMÜŞ
Yüksek mimar ve restoratör Seda Özen Bilgili, kamuoyunun süslemeleri yeterince izlemediğini söylüyor. Buna şaşmıyorum. Bu şehr-i İstanbul’da mesela Anadolu yakasında oturan birçok vatandaş, okumuş yazmış ve kendini meraklı sanıyor olsa bile Süleymaniye Camii’ne bir kez bile girmemiştir. Böylelerine çok rastladım. Birisi gündelik bir eğlence gibi oradaki taşları gün gün söküp götürmüş. Elbette böyle döşeme taşlarını nereden bulacak? Kim bilir nerede, ne için kullanılacak? Bunun takip edilmemesi tam bir skandaldır.

Mimar Sinan devri camilerine bir ara çini meraklıları musallat olmuştu. Plaklar hâlinde çiniler çalındı. Sokullu Camii’nden (Şehit Ali Paşa Camii), Piyalepaşa’dan, Üsküdar’daki Eski Valide-i Atik Camii’nden pano hırsızlıkları gerçekleşti. Bir plaka hâlinde İznik çinilerinin en nadide örnekleri çalındı, fakat yetkililer bu duruma çok geç uyandılar.
Hemşerimiz soruyor; “Süleymaniye’de bile mimarinin ana unsurlarında böyle gıdım gıdım hırsızlık yapılıyorsa başka yerlerde neler olmaz?” Her yere polis dikemeyiz ama bilinçli vatandaşları göreve davet edebiliriz. Eserlerimize sahip çıkalım ve takip edelim.
Paylaş