Savunma mekanizması olarak bir kısmı tepkisiz kalmayı, bir kısmı marketlere hücum etmeyi, bir kısmı yok saymayı seçti. Ve bununla birlikte bir kısmıyla dalga geçildi, bir kısmı suçlandı, bir kısmı kendini yetersiz ve güçsüz hissetti. Yani bilgi kirliliğin dışında da biz toplum olarak bir sürü duyguyla sınandık. Hiç deney faresi gibi hissettiniz mi?
Bizler beklemediğimiz bir şey başımıza geldiği için baş etmeye çalışırken bir bakmışız ki aslında davranışlarımız bir algı üzerinden yönetiliyor ve biz kendimiz karar verdiğimizi zannediyoruz. Peki böyle mi olmalıydı yoksa biz özgür irademiz ile mi hareket etmeliydik? Neticesinde şimdi biliyoruz ki yeni bir döneme giriyoruz...
Yaşam tarzımızın değiştiği, ilişkilerimizin değiştiği, kendimizi daha çok bireyselliğe adapte ettiğimiz bir dönem… Yani biz, ben, toplum artık eskisi gibi OLMAYACAK. Çünkü var olmakla olmamak arasında gidip geldik. Bu da bizi değiştirmeye yani dönüştürmeye başladı. Eğer değişemezsek ve dönüşemezsek toplumun çoğunluğundan farklılaşacağız ve yalnızlık duyguyla baş etmeye çalışacağız. Küçük bir ayrıntı herkes tümden gelim ile birlikte kendi içinde yeni normaller oluşturacak. Daha küçük yaşamlar ve daha bireysel yaşamlar var olmaya başlayacak. Herkes kendini korumaya alacak ve emin olmadığı herkes onun için potansiyel düşman olacak. Yeniden bir çevre oluşturulacak; güvendiği insanların olduğu, ayıklanmış ve temiz diye nitelendirdiği bir çevre olacak.
Bizim için ne kadar zor kazanılması gereken davranışlar. Güney insanı içinde yaşamayı sever bireyselliği hiç sevmez. Kalabalık herkesin olduğu, ilişkilerin birbirine girdiği aile yapıları veya arkadaşlık grupları varken bunların hiçbirini yapamaz hale geldik. Bu dönem bize bireyselliği öğretecek.
Bir de bunun bizlere ekonomik getirisi olacak. O daha büyük bir karmaşa yani kaos yaratacak. Ve biz hem maddi hem de manevi olarak sınanacağız. Önceki dönemin üzerimizde bıraktığı korku, kaygı, yetersizlik, var olamamak ile baş etmeye çalışırken maddi durumla baş etmemiz gerekecek.
Tüm bunlar ülke olarak, toplum olarak, aile olarak, sosyal çevremiz, iş çevremiz hepsinde değişiklik yapacak ve dönüşüm başlayacak. Tüm bunları yaşarken psikolojinizin en sağlıklı olması gereken döneme giriyoruz. Sağlıklı psikolojimizle birlikte sağlıklı değişimler ve dönüşümler gerçekleşir.
Bu kara lekeyi sorguladığımda bu hayatta hepimizin bu lekeyi çıkartmak için bir görev edinmesi gerektiği gerçeğinden kendimi alamıyorum.
Geçmişte başladığımız ve halen yürütmekte olduğumuz kadına şiddetle ilgili yaptığımız projede saptadığımız bazı bilgileri sizlerle paylaşarak konunun ne kadar gerçek ve aynı zamanda can acıtan detayları olduğunu aktaracağım.
Öncelikle şuna dikkat etmemiz gerekiyor, ilişki içindeki sahiplenme duygusuna.
Gerçek sahiplenme; saygı duyma, sınırları ihlal etmeme ve güvendir.
Yalancı sahiplenme; en çok yaşadığımız, güvensiz kontrolcülük ve sürekli verilen suçluluk hissidir. Sizi yalandan sahiplenen kişi sizi asla haklı bulmaz ve her zaman tutamayacağı sözler verir. Özür dilemek bir şeyi bir daha yapmamak anlamına gelir, tekrarlamak anlamına gelmez. Bu yüzden sahiplenmek özürden ve tekrardan geçmez.
Kadına şiddet projemiz de Türk kadınına şiddet gösteren 34 erkek profili saptadık. Bu erkek profillerinin temelinde yatan 4 ana duygu vardır.
1-Güç
Peki bu kadar günah olan bir şey bizi nasıl beslerdi ya da besler miydi? Bir yerde bir yanlışlık vardı. Bizim kafamız karışıktı bu yüzden, anlamlandıramıyorduk. Hem ihtiyaç hissedip hem de nasıl bu kadar korktuğumuz bir şeye dönüşüyordu. İhtiyaç hissetmek mi ayıptı yoksa yaşamak mı? Yoksa her ikisi de mi? Ya da bize hep yanlış anlattıkları, ayıp dedikleri için mi? Ne kadar çok soracak soru var aslında. Yumurta hikayesi gibi sonu gelmeyen bir münazara konusudur aslında bahsetmeye ve anlatmaya çalıştığımız şey. Yazabilmesi ve anlatabilmesi bile zordur. Çünkü uçunda yanlış anlaşılmak veya insanları yanlış yönlendirmek vardır.
Neyle birleşirse anlamlı olurdu veya konuşulması daha kolay olurdu. Aşkla birleştirmekle mi doğruydu acaba yoksa hiç alakası yok muydu bu durumla. Yemek yemek, su içmek kadar doğal mıydı? Kim karar veriyordu buna. Biz mi, ailemiz mi, toplum mu? Biz neye göre yaşayabiliyorduk ve özgürleşebiliyorduk hissettiğimiz temel duygu için. Halbuki bu durumu yaşayabiliyor olmak bizi sağlıklı kılıyordu.
Evet aslında ilişkinin temel taşıydı bizim yok saymaya çalıştığımız ve konuşamadığımız şey. Evliliği evlilik yapan şeydi. Kadın ve erkeği bir araya getiren şeydi. Havva ve Adem’i de bir arada tutan şeydi o. Dokunmaktı, hissetmekti ve en önemlisi bir bütün olmaktı o. İlişkide bir olmayı, aşkı, sevgiyi, tutkuyu, samimiyeti, arzuyu, şeffaflığı, sadakati ve en önemlisi biz olmayı ayakta tutan temel taşlardan biridir yok saymaya çalıştığımız şey.
Doğduğumuz andan itibaren bizimle var olan bir şeydi o. İnsanların kaçtığı şeydi o.
Sizce neydi bu kadar korktuğumuz şey; CİNSSELLİK. Hem temel ihtiyacımız hem de korktuğumuz şey. O kadar yok sayıyoruz ki hayatımızda bundan dolayı sorun yaşadığımızın ya farkına varmıyoruz yada sorunumuz olsa bile dile getirmeyi ayıp sayıp susuyoruz. Sağlıklı evliliklerin, sağlıklı ilişkilerin temelinde iletişim ne kadar önemli ise cinsellikte o kadar önemlidir.
Hayatımızda bu kadar peşinden koştuğumuz bu kelimenin kardeşi olan mutsuzluğu yok mu sayıyoruz. Mutsuzluk hayatımızda nerede ya da nerde başlıyor ya da mutluyken neden birden mutsuzlukla karşılaşıyoruz. Sanırım burada hikayemize yeniden bakmamız gerekecek.
Hayatımızda peşinden koştuğumuz diğerini reddettiğimiz 2 duygu. Tüm yaşamımız bunun üzerine kurulmuş gibi. Böyle mi gerçekten, yoksa biz mi bu olayı bu kadar derinleştirip uçlara gidiyoruz? Hayatımızda amacımız ne? Ne yaşamak istiyoruz? Neye göre yaşamak istiyoruz? Niye sürekli bir dayatma var. Yoksa bu duygular bize öğretiliyor mu? Bunların hepsinin cevabı aslında bizde ve bende. Mutluluk dediğimiz duygu hayatta bir dengeden ibaretse mutsuzluk dengesizlikten ibaret mi? Hayır mutsuzluk da hayatta bir denge fakat kötü tarafta olan denge.
Hikayemize bakarsak eğer bize öğretilen mutlulukla yaşadığımız mutluluk birbirini tutmuyor. O zaman bakmamız gereken yer bu sihirli kelime ile nasıl yaşayacağımızı keşfetmek. Bunu soyutlanarak mı yaparız yoksa istediklerimizle birlikte olarak mı? Mesela sevdiğimiz kişiyle olmak, arkadaşlarımızla olmak, anne-babamızla olmak veya çocuklarımızla olmak mutluluk getirir mi? Cevaplar herkeste değişkenlik gösterir. Bu yüzden mutluluk herkesin yaşamak istediği hayatı yaşıyor olması demek. Yani yine mutluluk ve mutsuzluk birbirinden ayrılamayan birlikteliğe dönüyor. Masal, sunulan hayattan farkı olan, gerçek hayatta sihir gibi değer kişilere. Değdiğinde kişi kendini mutlu hisseder ve bunu paylaşır. Paylaştığında ulaşır masaldaki mutluluğa, paylaşmadığında mutsuzluğa ulaşır. O zaman sihri yapan paylaşmakmış. Bize hiç böyle öğretilmemişti.
Oysaki dokunmaktı, sevmekti, haykırmaktı, gülmekti, sorunu çözmekti, başarmaktı, huzurdu mutluluk. Mutluluk, doğru tanımlarsanız, içinizdeki sihriniz olur.
O zaman ruhsal portre ne demek bir inceleyelim. İçinde davranışlarımız, düşüncelerimiz, sınırlarımız, tarzımız, amaçlarımız ve hayata göre duygusal tepkilerimizi barındıran yapıya ruhsal portre diyoruz. Hani halk tabiri ile “Ben kimim? ve “Sen kimsin?” sorusunun cevabını bulundurur.
Ben kimim sorusunun cevabını bulmak için genelde sen kimsin ile başlayan insanlarız. Bir örnekleme yaparsak bazen size de mutlaka denk gelmiştir. İnsanlar birbirine sorar, yaşadığın insanın 5 tane özelliğini saysana diye. Cevaplayabildiğiniz de cevaplayamadığınız da vardır.
Ruhsal portremiz en az 12 özellikten oluşur. Aynen birini tanımanın başlangıcının 12 özellik gerektirdiği gibi. Bu yüzden hayatınızda en çok sorduğumuz soruyu size yeniden hatırlatmam gerekiyor: Tanıdığımı düşündüğüm bu insan bana bunu neden yaptı? Bu sorunun cevabı portrenizin içinde. Yani yaşadığınız portrenin içindedir ve 2 taraflıdır. Ruhsal portrenizin hangi özelliği bu olaya yol açtı, karşımızdaki insanın hangi özelliği bu olayı başlattı? O zaman bir ilişkiyi inceleyeceksek 3 ayrı açıdan bakmamız gerekir. Öncelikle kendi ruhsal portremiz sonra karşımızdaki insanın ruhsal portresi ve son olarak ilişkimizin oluşturduğu ruhsal portredir. Bu üçü birleşir ilişki senaryosunu meydana getirir. Hani hep yazdığımızı düşündüğümüz, başını ve sonunu tahmin etmeye çalıştığımız hatta bunun için pek çok yerden fikir almaya çalıştığımız senaryodur. Bir filme gittiğinizde karakterler belli bir zamandan sonra ne olduğunu bize gösterir, sonra sonucu tahmin etmeye çalışan insanlara döneriz. Ve filmdeki karakterler asla değişmez. Çünkü çizilen portrelerine göre hareket ederler, fakat sona odaklandığımız için karakterleri kaçırırız. Tıpkı hayatta olduğu gibi.
Çok bilinmeyenli bir denklem gibi duruyor dışardan bakıldığında. Fakat insanları tanımakla insanlarla yaşamak arasındaki farkı görmemiz gerekir. Çokça yaşamaya çalışan azca tanımaya çalışan karakterler olarak hayatımızda;
-Hiç tanıyamamışım
-Beni anlayamıyorsun
-Beni görmüyor
-Yaşadığım kişiyi tanıyamıyorum
Biz göründüğümüz gibi değiliz. Görüntümüz, üzerimde taşıdığımız, konuştuğumuz, yediğimiz, gezdiğimiz başkalarının bizi merakından öte bir şey değil. Hayatımızı başkalarının görmek istediği gibi yaşıyoruz. Bunun için ne gerekiyorsa onu yerine getiriyoruz.
Tabi ki mutlu insan olarak yaşıyoruz. Mutluluk en güzel oynadığımız oyun. Mutlu olmak, mutlu yaşamak ve ne olduğunu bilmeden oyunu sahnelemektir. Tıpkı skecini çalışmamış bir oyuncunun arkadan sufle alması gibi.. Zannediyoruz ki etrafımızdaki insanlar sufle aldığımızı fark etmiyor. O kadar oyunun içinde kayboluyoruz ki bir süre sonra gerçekten gerçek ten öyle olduğumuzu zannediyoruz, ta ki perde kapana kadar. Perde kapanınca kendimiz ile kalınca fark ediyoruz ki sadece figüranmışız. Ama biz o “MIŞ” için çok çaba harcadık. Herkes bizi mutlu görecekti. Neden yalnız kalınca külkedisi ile balkabağına dönüştük.
İnsanların hikâyeleri her zaman sözlerde bitmez, hikâyeler hep önceden biter. Biz ya hikâyedeki rolümüzü seviyoruzdur, ya da hikâyedeki diğer kahramanın da sizin gibi oynamasını bekliyorsunuzdur. Hayatın ironisi burada başlar sahnelenmiş ve bitmiş bir tiyatro oyununa gider miydiniz? Hem de hiçbir şey seyredemeyeceğinizi bilerek?
Mantıklı cevap gitmeyizdir çünkü seyredecek bir oyun yoktur. Peki, oyun yoksa biz niye oynamaya devam ediyoruz? Çünkü oyunumuzu kabullenmemek üzerine ve yaşamamak üzerine kurulu yani zaten sahte bir oyun kurguluyoruz sonrada gerçeğe dönüşmesini bekliyoruz. Simyacılar gibi hayatları boyunca altın harici diğer materyallerden altın yapmaya çalışmışlardır. İnsan ilişkilerinde de bunu yapmak konusunda ısrarcıyız. Çünkü gerçeği bir o kadar ağır yaşanılmaz ve değiştirilmez görüyoruz ki, kaçmak için ne gerekiyorsa yapıyoruz. Kaçmanın en güzel yolu oynamak, mış gibi yaşamak fark etmiyor, oynayabilmek yeterli, kaybettiğimiz hayatın, aradığımız gerçek sevgi ve isteklerimiz yani hayatımız gibi.
Sizi yok eden kendimizle yaşayan, gerçek olan bizi yok saymanızdır. Kendi gerçeğinizle yaşamanız kendinize yapacağınız en büyük iyiliktir. Hayat basit ve seçimlerden ibarettir, yani seçim sizin mış gibi yaşamak mı yoksa yaşamak mı?
Korktuğumuz şey ne ölümdür ne de dönememektir. Bilmediğimizden korkarız. Her inanışa göre farklılık gösterir bu durum. İnançlarımızda anlatılsa da yine bilmiyoruz sadece öyle olduğuna inanmak istiyoruz. İnanç dahi yetmiyor ölmekten korkmamıza veya yakınımızdan biri öldüğünde onun için üzülmemize. Yakınımızı kaybettiğimizde zaten o öldüğü için değil de onunla bir daha bir şey paylaşamayacağız diye üzülürüz. Yani yine ve yine bencilce bir duygu için üzülür. Hiç düşünmeyiz onun ne istediğini, neler yaşadığını ve bunun için ne hissettiğini. Sadece gitmek mi yoksa içinde bir sürü anlamı toplayıp yok olmak mı? O kadar çok sorulacak soru var ki cevabını bilmediğimiz.
Kabul ediyoruz canlılar doğar, yaşar ve ölür. Ne kadar basit bir denklem. Denklemin sıkıntılı olan kısmı yaşam kısmı ve ölüm kısmı. Yaşarken kendimizi önemsemiyoruz veya çok önemsiyoruz. Ve bir türlü hayatımızda denge kuramıyoruz. Bu da sürekli bizi yaşam içinde kaosa sürüklüyor. İnsan dediğimiz varlık var olan her şeyi karmaşıklaştırdığı için yaşam da ölüm de zor bizler için.
Yaşamın içine yüklediğimiz anlamlar, peşinden koştuklarımız, emeklerimiz, sevgimiz ve en önemlisi en çok da yaşayamadıklarımız için üzülürüz. Fakat gerçek şu ki bunları düşünüyor olmak yaşarken önemli, ölüm geldiğinde her şey anlamını yitiriyor. Ne hayatınızdaki elde ettiğiniz başarıların, ne ailenizin, ne hırslarınızın, ne korkularınızın, ne öfkelerinizin hepsinin anlamı kocaman bir sıfıra dönüşüyor. Yani burada ölüm çarpan etkisi yapıyor. Her şey anlamını yitiriyor veya her şey anlamsızlaşıyor.
Ölüm dünyadaki en büyük gerçeğe dönüyor, ta ki günlük yaşamın içine dönene kadar. Kendimizi hayatın içinde oluruna bırakırsak eğer kendimiz gibi yaşayabiliriz. Eğer bu şansı vermezsek kendimize başkaları için yaşayıp ölüm geldiğinde sorgulamaya başlarız. Unutmayın ki hayat bir dengeden ibarettir. Ve dengenin merkezi sizsiniz. Yaşamınızın dengesini kimseye vermeyin. Denge sizde olduğu sürece hayatta korkularınızı kabul edip yaşama tutunursunuz. Çünkü bilirsiniz ki Ölüm olduğunda hiçbir şeyin anlamı kalmayacak.
Gerçeklikte kalmak sizi korur.