Gülse Birsel

Hastalıklar sarmış dört bir yanımııı...

6 Şubat 2019
Çevrenizdeki herkes hasta gibi mi geliyor? “Bu sene bana bir şey oldu, sürekli gribim ve geçmiyor” tarzı düşünceleriniz var mı? Olmadık sindirim sistemi hastalıklarıyla hastanelere mi koştunuz? Sizde sorun yok, sadece son aylarda çeşit çeşit, renk renk mikroplarla iç içeyiz!

Bu akşam Jet Sosyete’nin yeni bölümü yok, zira geçtiğimiz hafta feci bir sindirim sistemi virüsü beni yerlere serdi. Su kaybına karşı önlem almama filan rağmen 2 saat içinde ayakta duramaz, odadan mutfağa gidemez hale geldim. Serumlar ve antibiyotikle ancak 5-6 günde masama oturabildim.

Çekim günü 3 oyuncumuz aynı vaziyete düştüğü için set ertelendi. Birkaç gün sonra reji ekibinden de ağır sindirim sistemi enfeksiyonu yüzünden acile gidenler olduğundan, eksik ekiple çekime başladık. Set yemeğinden mi zehirlenmiştik? Yoo, ben hastalandığımda en son set 3 gün önceydi. Kimse birbirini görmedi, birbirine yemek yapmadı. Belli ki ortada bir salgın vardı. Ne dönüyor, bu mikroplar nereden çıktı diye doktorlara sordum!

Doç. Dr. Aytuğ Altundağ, şu an çok yaygın iki grip virüsü olduğunu anlattı. Biri 2009’da “domuz gribi” adıyla ve korkutucu bir salgınla ortaya çıkan H1N1. Artık insanlar buna bağışıklık kazanmış ve eskisi gibi ölümler olmuyormuş. Diğeri ise 2011’den sonra hızlıca artan H3N2 virüsüymüş. Bu, özellikle Romanya’daki ölümlerde etkili olmuş, Bulgaristan’da okulların tatil olmasına yol açmış. Ağır geçiyor, uzun sürüyormuş. Aralık ayının son haftasında, yeni yıl alışverişlerinde, kalabalık ortamlarda çok yayılmış. “Şu an okulların açılmasıyla yine yükseldi ve acil servislerde çok grip vakası var. Bu iki influenza virüsü de inatçı, çok fazla öksürük ve yüksek ateş yapıyorlar, ileri yaştaki insanlarda çok riskli” diyor Altundağ. Romanya’daki ölümlerin hepsi 60 yaş üstü hastalarmış.

Hayatımızdaki bir diğer virüs ise Rhino virüsmüş. Dr. Altundağ, “Gergedan virüsü deniyor ama yanlış tercüme, Rhino burun demektir. Bu virüs bir burun virüsü, yani nezle. Ama inatçı bir nezle ve çok fazla burun akıntısı yapıyor” diye anlatırken, yılbaşından hemen önce de buna yakalanıp ayakta geçirdiğimi idrak ediyorum!

“Bir de ocak ayı içerisinde çok fazla besin zehirlenmesine bağlı gastroenterit gördük” diyor ki evet, kurbanlardan biriyim. “Çiğ sebzelerin yıkanmaması, çalışan personelin sağlık kontrolünden düzenli geçirilmemesi, hijyen kurallarına uymamaları veya çalıştırılan göçmen işçilerin arasında taramaların iyi yapılmaması gıda sektöründen bu virüsleri yayıyor” diye anlatıyor. Şahsen çok ünlü bir kebapçıdan getirttiğim yemek sonrası bu hallere düştüğüm için artık kendilerinin mutfak personeline şüpheyle bakıyorum! Dr. Altundağ, “Çocuklarda ise bu aralar akciğerleri etkileyen RSV virüsü görülüyor. 2 yaş altındaki çocukları tehdit ediyor, solunum sıkıntısı yapıyor ve oksijen tedavisiyle geçiyor” diyor.

Bu arada, son zamanlarda etraftan eskiden sadece dönem filmlerinde gördüğümüz tüberküloz, yani verem vakaları duymaya başladığımı söylüyorum. “Son zamanlarda verem vakalarında bir artış saptandı. Türkiye’de veremle savaş çok iyi yapılmıştı, yıllardır çok nadir görülüyordu. Ama kayıt dışı göçmen sayısının artması, tüberküloz vakalarının geri gelmesinin ana sebeplerinden biri” diyor.

Uzm. Dr. Murat Görgülü de verem konusunda hemfikir. “Son günlerde tüberküloz vakalarında bir artış var ve özellikle aşılanmamış ya da taşıyıcı insanların ülkemize göç veya seyahat etmesi de bunun etkenlerinden biri” diyor. O da grip virüsleri ve Rhino virüsün yaygınlığından bahsediyor. “Benim gözlemim, bu yıl influenza mevsimi biraz uzadı ve virüs bedenimizde daha uzun kalıyor, 2 haftaya kadar sürdüğü görülüyor. Özellikle aşırı yorgunluk ve eklem ağrıları uzun sürüyor. Sindirim sistemi enfeksiyonları da çok yaygın” diye ekliyor.

Kayıtsız göç almanın, liman kentlerinde yaşamanın, kalabalık şehirlerin, toplu taşımanın, işyerleri hatta AVM’lerin cilveleri bunlar.

Yazının Devamını Oku

Ne yazsam ne yazsam, bir hamak alıp sallansam...

16 Ocak 2019
AZ önce 2015 yılında çıkan ‘Memleketi Ben Kurtaracağım’ isimli kitabımın hâlâ sattığı ve hesabıma telif yatması için makbuz kesmem gerektiğine dair bir mail aldım.

Kibar, kırıcı olmayan ama siyasi hiciv içeren yazılar da vardır içinde. Geçen gün elime alıp baktım. Bu yazıların çoğu şu an yayımlansa sosyal medya ayrı, bazı gazeteler ayrı coşar.

Sadece 4-5 sene içinde ülkede tahammül azaldı, zarafet azaldı, hoşgörü azaldı, (geçici olduğunu düşünsem de) refah bile azaldı ama her platformda troller çoğaldı!

Sosyal medyada artık ifade ve imla yanlışlarından, profil fotoğraf veya sembollerinden, hatta profil altına yazdıkları sahte mesleklerin birbirinin aynısı olmasından trolü uzaktan tanır olduk. Nerede yazarlarsa yazsınlar (bazı gazeteler dahil) bunları ciddiye alan kaldı mı ondan da şüpheliyim. Aralarına akli dengesi yerinde olmayan veya dikkat çekmeye çalışan bazı vatandaşlara çoluk çocuk da karışıp bu güruh çoğunluğu alınca kitle iletişimin, özellikle mesela Twitter’ın pek manası kalmadı.

Oysa gazete yazılarını sosyal medyaya koyduğumuzda geniş kitlelere ulaşır; çok faydalı geri dönüşler, katkılar, ilginç, akıllıca yorumlar okur; fikre katılmasa da zarif eleştiriler yapanlar tanırdık eski yıllarda.

Siyasetten siz de soğudunuz mu?

Siz de mesela TV tartışmalarında siyaset konuşan konukların gittikçe sıradanlaşmaya, vasıfsızlaşmaya, söylediklerinin ise sloganlaşmaya, birbirine benzemeye başladığını hissedenlerden misiniz? “Herhangi bir kahvehanede daha sıkı bir sohbet dinleyebilirdim” dediğiniz oluyor mu? Kırk yılda bir medyada görünen doğru düzgün, bilgili insanların da herhangi bir cenahtan tepki almamak, hakarete uğramamak için veya başlarına bir şey gelme ihtimaline karşın yuvarlak, belirsiz, üstü kapalı konuşmalarından sıkıldınız mı?

Herhangi bir fikir ifade edildiğinde doğru dürüst dinlemeden küfredip, taş atıp bağıranlar yüzünden geldik biz bu hale!

Siyasi fanatikler ve siyasi fanatizm potansiyeli olanların fişteklenmesiyle geldik bu günlere.

Yazının Devamını Oku

Gitmek mi zor kalmak mı zor?

9 Ocak 2019
Canımız Zeki Müren’in seslendirdiği bir şarkıyla başlık attım.

Ki buna benzer başlıklarım çok eskiden de varmış meğer. Mesela 1 Kasım 2016’da Hürriyet’te çıkan “İnsanlar neden korkuyor” başlıklı yazı, bu aralar internette aniden popüler oldu. “Son yazınız çok iyi” diye sosyal medyadan tebrik eden siyasiler bile var. Oysa 2 yıl önce yazmışım. Ama galiba yeni gündeme gelen ve son yılların “yurtdışına taşınanlar” sayılarıyla kristalize olan bir konu bu. Yazının meali şu:

“Ne kadar çok kişi geleceğini yurtdışında görüyor farkında mısınız? Bunlar ‘şucu bucu’ da değil ha. Ben siyaseti, FETÖ’yü, PKK’yı sadece televizyondan takip eden insanlardan söz ediyorum. Belki bazısı hayatında siyasi bir tweet bile atmamıştır. Bunlar avukatlar, doktorlar, mimarlar, mühendisler, üst düzey yöneticiler, tüccarlar, girişimciler, sanatçılar, öğretmenler, öğrenciler... Bu insanlar geleceğimiz, yetişmiş beyin gücümüz. Ve arkalarına bakmadan gidiyorlar. Niye? Bir gün artık istedikleri gibi yaşayamamaktan, yiyip içememekten, giyinememekten, istedikleri yerde çalışamamaktan, hak etseler bile iyi yerlere getirilmemekten korkuyorlar. Kız evlatlarının nasıl bir hayat yaşayacağından korkuyorlar. Sadece iktidar yanlısı olmadıkları veya öyle göründükleri için haksızlığa uğramaktan, ufacık, basit bir sebeple yolları mahkemeye düştüğünde haksızlık, adaletsizlik kurbanı olmaktan, tarafsızlığın bitmiş olmasından korkuyorlar.”

Haziran 2017’de de bu “gitmek” konusundaki fikrimi Boğaziçi Üniversitesi’nin mezuniyet töreninde söyledim. “Uzaklara gitmeyin, n’olur hiçbir yere gitmeyin, memlekette kalın!”

Birincisi, bu insanlara ülkenin ihtiyacı var, bu ortak geleceğimiz. İkincisi, gidip de ne yapacaksınız yabancı ülkede allasen? Burada iş bulamıyorsan ekmek parası için git. Müthiş bir iş teklifi geldiyse geçici olarak kariyer yapmaya git. Ama mis gibi vatanın varken niye elin ülkesinde göçmen olacaksın, kolay mı sanıyorsun gurbeti yahu? Yazının başlığındaki şarkıda dendiği gibi, “Aramış durmuşsun beni, kimseye belli etmeden” vaziyetine düşersiniz.

Ve tabii bu vatanı “mis gibi” tutmak için de burada kalmak lazım sevgili dostum! Bazen çaresiz hissetsen de, şiddet başını alıp gitmiş olsa da, cahillik yüceltilse de, haksızlık diz boyuysa da, adalete güven çok azaldıysa da kendi kapının önünü süpürmek için kalman lazım!

Bir de tabii bu iklimi yaratanların, 2016’daki yazıda yazdığım ve Zeki Müren’in de dediği gibi “canımdan çok sevdiğim ülkem siyasetinin üstatlarının” bir an önce silkinip uyanması lazım. Çünkü burada ekonomi filan aslında temel sorun değil. Ve inanıyorum ki öyle böyle düzelecek. Ama en son bir akademisyenimizi kaybetmemize sebep olan “artan şiddet eğilimi, imtiyaz beklentisi, adalete-kanuna-kurala uymadan işine gelmeyen davranışın cezasını kendi eliyle verme” tavrı, vatandaşı birbirine düşman eden “Bizlerden mi, onlardan mı” ayırımı, büyük bir karanlık gibi toplumumuzun üzerine çöküyor! Bunu tam tersine çevirmek de siyasetçilerin görevi. Geç kalmayın, zira bu memlekette en büyük zenginliğimiz beton değil beyin!

Hayatı boyunca vatanında çalışmak, yaşamak ve vatanında ölmek isteyen bu kardeşinizin âcizane fikrine belki değer verip üzerinde bir düşünürsünüz...

Saygılar.

Yazının Devamını Oku

Biraz gelecekten bahsedelim mi?

2 Ocak 2019
2019’a da geldik. Çocukken ‘Uzay 1999’ diye fütürist bir dizi, genç kızken ‘2019’ diye bir gece kulübü vardı. “Gelecek” hızla yaklaşıyor.

Bu ara “Yapay zekâlar işimizi gücümüzü elimizden alacak mı” konusu çok tartışılıyor geleceğe dair. Sadece şoförler, fabrika işçileri gibi makine kullanımı üzerine kurulu meslekler değil, görünüşe bakılırsa avukatlar, doktorlar, hatta mesleği hayal gücüne dayalı senaristler bile korkmalı. Çünkü bu bahsedilen yapay zekâ, sizin alıştığınız robotlardan değil. Hatta şimdiye kadar gördüğümüz, yükü oradan alıp oraya koyan, komut alan robotlar; bilgisayarlar, Siri, akıllı telefonlar, hatta insana benzeyen konuşan robotlar bunların yanında mutfak robotu!

Mesela bir deneyde daha gelişmiş bir satranç robotu, daha az sayıda oyun ve hamle alternatifinin yüklenmiş olduğu bir robota karşı satranç maçlarının çoğunu kaybetti! Yani daha az bilgi yüklü olsa da ikinci robot, aslında aynı insan gibi beyninin “yaratıcılığını ve hayal gücünü” kullanarak kendi kendine farklı hamleler geliştirdi ve diğerini ezdi!

Korktunuz mu?

Aslında yapay zekâ için hep olumsuz düşünmemek lazım. Mesela “yapay zekâlı sanal hekimler” hastanelerin olmadığı, tıp hizmetinin gitmediği dünyanın birçok bölgesine belirtilerin analiziyle teşhis koyabilir, tedavi önerebilir, hatta satranç örneğindeki “duruma göre inisiyatif alabilme”nin de yardımıyla ender görülen vakalara bile şifa götürebilirler.

Fransa’da ise geçtiğimiz günlerde farklı bir deney yapıldı.

Acaba yapay zekâlı robotlar yaşlı huzurevi sakinlerine faydalı olabilir miydi?

Zora adında, 3-4 yaşında bir çocuk boyutlarında, çizgi film robotu görünümündeki “bakıcı yapay zekâ” Paris’in biraz dışındaki bir huzurevinde deney amaçlı istihdam edildi! Görevi ilaç getirmek, tansiyon ölçmek filan değil. Sadece yaşlılarla ahbaplık.

Aslında bir hemşire laptop’ından Zora’yı kontrol ediyor ve böylece Zora yaşlıların etrafında dolaşıp, hemşirenin laptop’a yazdığı sözleri söyleyerek onlarla iletişim kuruyor, oyunlar oynuyor. Ama yaşlılar Zora’nın bir hemşire tarafından kumanda edildiğini bilmiyorlar.

Yazının Devamını Oku

Toplanın, uykunun sırrını anlatıyorum!

26 Aralık 2018
STRESLİ, keyifsiz dönemler. Olmayacak işler oluyor.

‘Avrupa Yakası’nı yaparken seyirci, “Yine ne güldük bu hafta, çarşamba akşamları sizin için evde oturuyoruz, ekstradan keyifleniyoruz” diyordu.

‘Yalan Dünya’da “Gerginliğimize iyi geliyorsunuz, çok gülüyoruz, sağ olun” diyorlardı.

Şimdi ‘Jet Sosyete’ için “Bari haftanın bir günü yüzümüz gülüyor, sıkıntıları unutuyoruz, siz bu aralar hayatımızdaki tek neşesiniz, siz de olmasanız...” diye yakınıyorlar!

Allah bu günlerimizi aratmasın!

Stres, endişe, umutsuzluk, bunlar hep zarar! Ama yan etkisi uykusuzluk, her şeye zarar.

Bu hafta yine dev bir hizmetle karşınızdayım! Geçtiğimiz hafta dizide bir sahnede ipuçlarını verdim, büyük ilgi çekmiş. Harry karakteri İlayda’ya 120 saniyede uykuya dalmayı öğretti. O kadar çok mesaj gelmiş ki... “Gerçek mi bu?”, “Ben denedim valla oldu”, “Kardeş sen de dene” vs... Her ne kadar dizideki her şey kurmaca da olsa bazen böyle gerçek hayattan kıyaklarım oluyor seyircime. Evet efenim, gerçek!

Amerikan ordusunun pilotlarına öğrettiği bir teknik bu! Günün herhangi bir saatinde, herhangi bir yerde uykuya dalabilmeleri, böylece performanslarının düşmemesi amaçlanmış. 6 hafta deneme ve eğitim sonunda, askerlerin yüzde 96’sı istediği yer ve zamanda uykuya dalabilmeyi öğrenmiş!

Anlatıyorum, toplanın.

Yazının Devamını Oku

Sahnenin önlenemez yükselişi...

5 Aralık 2018
Son yılların en star’lı, en çok ve büyük salonlu, en kalabalık seyircili sezonunu yaşıyoruz belki de.

Akın akın tiyatroya gidiliyor, biletler haftalar önceden bitiyor.

Televizyondaki reyting sistemi, reklam verene de ülkenin kültürel gidişatına da fayda etmeyecek. Ancak “Uydusu veya TV platformu olmayan genel izleyicinin ülke genelinde seyir tercihi nedir” gibi bir araştırmaya yarayacak ölçümlere geçti ve geçmekte. Buna rağmen tam AB grubu olmayan, eğitimsel ve kültürel kriterlerin yok edildiği yeni AB grubunda bile toplam TV izleme, yani reyting, dramatik biçimde düşüyor! Zira içerikler yeni total ölçümlere göre değişmeye ve dizi süreleri 150 dakikaya varmaya başladıkça, bir grup seyirci akın akın TV’yi terk ediyor. Bir-iki yıl önce hiç ümit vermez gibi görünen internet platformları ve içerikleri gittikçe daha popüler oluyor. Sinema seyircisi her yıl artıyor.

Yine de tiyatronun bu şahlanışı güzel sürpriz.

Ki TV seyircisinin başka alanlara kaçmasına da çok bağlamamak lazım bunu.

Bakınız, Şener Şen tiyatro yapacak bu sene yahu! 20 Aralık’ta ‘Zengin Mutfağı’ oynamaya başlayacak ve biletler şimdiden satışta. Berkun Oya’nın yeni oyunu ‘Dünyada Karşılaşmış Gibi’, koskoca Volkswagen Arena’da kapı baca kırıyor, bilet yok. Fatih Artman, Serkan Keskin, Öner Erkan, Settar Tanrıöğen, Okan Yalabık, Alican Yücesoy, Defne Kayalar içeren bomba bir kadroyla şaşırtıcı da değil.

Öte yandan Ozan Güven, 14 yıl sonra sahnelerde, ‘Don Kişot’um Ben’de Günay Karacaoğlu’yla. Aynı sahnede Şevket Çoruh ve Murat Akkoyunlu ‘Bir Baba Hamlet’ oynuyorlar ki bütün ödülleri süpürdü geçen yıl. Aynı sahne dediğimiz, Şevket Çoruh’un birikimiyle yarattığı bir tiyatro: Baba Sahne.

Bir de işin bu yönü var. Hem AVM’lerdeki yeni tiyatrolar ve iyi yatırımlar, sözgelimi Uniq, Zorlu, Toy İstanbul, DasDas gibi, hem de Baba Sahne, Moda Sahnesi gibi sanatçı kahramanlıkları sayesinde sahneler, tiyatro yapılabilecek yerler çoğaldı.

Haluk Bilginer

Yazının Devamını Oku

Yeni havalimanını teftiş ettim!

28 Kasım 2018
YOLU, güvenliği, rüzgârı, doğaya ne kadar zarar verdiği, işçilerin şartları, yağmurda su basıp basmayacağı... Merak ve rivayet çok. O yüzden de “Ben uçmam abi, birkaç ay otursun orası, sonra bakarım” düşüncesi yaygın. Gittim, gördüm, gezdim, IGA’nın (Istanbul Grand Airport) farklı alanlardaki yetkililerine her şeyi sordum.

Öncelikle “Çok uzakmış” hikâyesi doğru değil. En yoğun saati seçip 16.15’te Nişantaşı’ndan çıktım, yirmi dakika mahalle trafiğinde takıldıktan sonra 17.00’de havalimanındaydım. Dönüşte 19.15’te çıkıp 20.00’de eve vardım. Yol düzgün. Fakat ıssız. 18 km kadar benzinci, gözlemeci, hatta sucu bile yok, haberiniz olsun.

İç ve dış hatların aynı çatı altında olduğu devasa bir bina. İlk intiba: Arabadan inince minyon biri olmamama rağmen rüzgârdan havalanıp gidiyordum arkadaş! Nişantaşı’nda da rüzgâr vardı, ama o bölge uçuyordu! Sormaya oradan başladım.

- Şehrin bu bölgesindeki sert rüzgâr uçuş için tehlike yaratmaz mı?

Son 30 yılın tüm rüzgâr analizlerine bakıldı. Pist eğimleri ve açıları ona göre yapıldı. Tüm iniş ve kalkışlar kuzey-güney yönünde olacak. Uçağın sevdiği bir rüzgâr vardır, havalanması için avantaj olan. Pistlerin yerleşimi ona göre yapıldı. Aşırı rüzgâr, sis, kar fırtınası gibi zor hava koşulları için de özel bir sistem var. Pilot hiçbir şey görmese bile otomatik pilot uçağı 60 santime kadar indiriyor. Bunun için pistlerde belli bir genişlik ve uzunluk olması gerekiyor. Bu özellik Atatürk Havalimanı’nda yoktu, burada var.  

- Pistler doldurma, çökme ihtimalleri var mı? Ayrıca ihaleden sonra değişiklik yapıldığı ve arazinin deniz seviyesinden 90 metre değil 60 metre yükseltildiği söylendi.

Şartnamelere göre yerleşimler biraz değiştirildi, çünkü o şartların istenen vakitte bitmesi mümkün değildi! İyi de oldu, dolgu mesafesi azaldı, daha sağlam zemin oldu. Zemin analizleri yapıldı, yurtiçi ve dışından danışmanlar okey verince inşaata devam ettik.

- Sosyal medyadaki pistlerin çöktüğünü gösteren fotoğraflar neydi?

Yazının Devamını Oku

Oliver Stone-Erdoğan röportajını bekliyoruz

21 Kasım 2018
“PUTİN Röportajları” 4 bölümlük bir belgesel film.

Ünlü yönetmen Oliver Stone farklı tarihlerde Putin’le farklı mekânlarda buluşup uzun söyleşiler kaydetmiş. Bir gazeteci sertliği, bütün iddiaların üzerine gitme, sıkıştırma çabası olmasa da hem ilginç, hem eğlenceli. Üstelik oldukça önyargılı olduğum Putin’le ilgili farklı, neredeyse pozitif bir izlenim verdi bana. Stone, Rusya lideriyle samimi, ahbapça bir ilişki kuruyor ve sorulması gereken çok şeyi soruyor. Cevaplarıyla biraz kolay yetiniyor ama sonuçta o bir film yönetmeni. Christiane Amanpour değil. Yaşadığı odalardan yaptığı spora, kariyerinden çocukluğuna kadar Putin’in portresinin peşinde. Meslek icabı hem gazeteci hem kurmaca hikâyeci sayılabileceğim için kendi fikrimi söyleyeyim: Stone daha iyi araştırma yapıp daha detaylı bilgilerle gidebilirdi, zira bazen yanlış bilgi üzerinden soru sorup Putin’in düzeltmesiyle karşı karşıya kalıyor. Ama derdi bir araştırmacı gazetecilik olayına imza atmak değil, ilgi çekici bir karakteri tanıtmak olduğundan zevkle izledim. Stone Amerikan medyasından bu filmle ilgili büyük eleştiriler almış. New York Times’daki “Putin, Oliver Stone ve Trump’ı nasıl baştan çıkardı” başlıklı yazıda ünlü yönetmen cahillik, güç ve büyüklüğe hayranlık duyma, Putin’le ortak önyargılara sahip olma, gerçek ve kurmacayı birbirinden ayıramama ve ahlaki belirsizlikle suçlanmış.

4 bölümü seyredip edindiğim fikir: Evet, Putin otoriter, cinsiyetçi bir lider. Öte yandan bütün konulara en ince detaylarıyla hâkim, net, oldukça açık sözlü, kaçak güreşmeyen, sağlam, en azından ülke güvenliği ve refahı konusunda açık çek verilebilecek bir devlet adamı. Demokrasiden bahsetmiyoruz tabii. Zaten o da bahsetmiyor! Stone’un demokrasi eksikliği eleştirilerine hiç öyle “Ne münasebet efendim, bizim demokrasimiz gül gibidir” filan diye cevap vermiyor. Batı Avrupa’nın tarihiyle Rusya’nın tarihinin karşılaştırılamayacağını, bu topraklarda demokrasinin çok yeni olduğunu, yavaş yavaş gelişebileceğini söylüyor açık açık. Rahatsız edici derecede soğukkanlı, tahminimin aksine sakin biri. 60 yaşından sonra buz hokeyine başlayacak kadar da azimli. Putin’in Rusya’sında yaşamak ister miydim, sanmam. Ama SSCB zamanı ve sonrasında daha kötü şartlar yaşadığından, ülkesiyle ilgili konulara (ve belki her şeye biraz fazla) hâkim bu lidere oy veren çoğunluk, belli ki ondan memnun.

Oliver Stone’un yumuşak, dostane bir sohbet içinde soruları yöneltmesi, lideri sadece ülke yönetimi açısından değil, bir karakter olarak analiz etmesi keyif verici. Pek çok yönden Putin’e sempati duymaya başladığımı söyleyeyim.

Bu yüzden eğer söylentiler gerçekse ve böyle bir proje varsa, Tayyip Erdoğan’la benzer formatta bir röportaj serisi kesinlikle yapılmalıdır. Taraflı, saldırgan bir tavır olmayacağı bu belgesel ışığında muhtemel. Şahsen şu an Cumhurbaşkanı’yla yapılmakta olan röportajlar da beni pek çok yönden hiç ama hiç doyurmadığı için, böyle farklı bir söyleşi hepimize iyi gelebilir diyorum.

 

ELLE GELEN DÜĞÜN BAYRAM MI?

HARARİ’nin son kitabı ‘21. Yüzyıl için 21 Ders’i dinliyorum. (Evet, okumuyorum, dinliyorum. Bilgisayar başında çok oturup gözünü yoranların hepsine de tavsiyem. Aplikasyonun adı Storytel.) Yarısını biraz geçtim, biraz moral bozucu, distopik bir gelecek anlatıyor. Mesleklerin yok olması, yapay zekânın herkesin işini gücünü, hatta sanatını bile elinden alması filan. İlginç. Ama benim için en enteresan tespiti şu oldu: Tüm dünyada olup bitenler, acaba biraz sadece kendi işine, yani kendi ülkesine bakma, dünyanın gittiği veya gideceği istikameti takmama yolunda mı diye bir soru soruyor. Sonra diyor ki: “Trump ABD’yi soyutlama politikasının yanına Amerika’yı eskisi gibi harika bir yer haline getirme sözünü de serpiştirmişti. (...) Brexit destekçileri hâlâ Kraliçe Viktorya döneminde yaşıyorlarmış ve şaşaalı tecrit siyaseti, internet ve küresel ısınma çağında uygulanabilirmiş gibi, Britanya’yı bağımsız bir güç haline getirme hayali kuruyorlar. Çinli seçkinler Marksist ideolojiye eşlik edecek, hatta onu ikame edecek yerel imparatorluklarını ve Konfiçyüs’çü miraslarını yeniden keşfetti. Rusya’da Putin’in resmi görüşü eski çarlık rejimini diriltmek. Bolşevik devriminden 100 yıl sonra Putin, Baltık Denizi’nden Kafkaslara uzanan Ortodoksluğa sarılmış otokrat bir hükümetle Rus milliyetçiliği eşliğinde, eski çarlığın şaşaasını vaat ediyor. Milliyetçi bağlarla dini gelenekleri kaynaştıran benzer nostaljik hayaller Hindistan, Polonya ve Türkiye’de ve birçok başka ülkedeki rejimlerin belirleyici özelliği.”

Harari

Yazının Devamını Oku