Zararın neresinde göbek atmalı

Son yılların tartışılmaz tek gerçeği şu; hepimiz diziciyiz. Hiçbir hikayenin bir film dakikasında anlatılmasından yana değiliz. Mümkünse 3.5 saat anlatılsın, bakışlar yayılsın, hatta oyuncu olarak bile başarı kotamız 5 dakika boyunca aynı duyguyla hiçbir şey yapmadan bakışımız olsun derken...

Haberin Devamı

Son yılların tartışılmaz tek gerçeği şu; hepimiz diziciyiz. Hiçbir hikayenin bir film dakikasında anlatılmasından yana değiliz. Mümkünse 3.5 saat anlatılsın, bakışlar yayılsın, hatta oyuncu olarak bile başarı kotamız 5 dakika boyunca aynı duyguyla hiçbir şey yapmadan bakışımız olsun derken... Artık biliyoruz ki oynayanı da, çekeni de, izleyicisi de, her ay KDV’leri hesaplayan muhasebecisi de, kanalı da istiyor ki 150 dakika iş çıkarabilelim. Her hafta!
İki Titanik üst üste izlemek gibi biliyorsunuz, özetiyle birlikte.
Halbuki sinemanın (sinema demek gerek ekran işlerinin ilk ismi olduğundan) izleyicinin düşüyle, kendiyle çatışmasıyla arasında bir konu bağıdır diziler, filmler. Tıpkı tiyatro gibi. Oysa yaklaşık 10 yıldır “Hay Allah, niye böyle bitti” denilen bir film duydunuz mu? “La La Land” bile iki finalli bitti maşallah.
Uzun uzun anlatıyoruz her şeyi. Her şeyi ama! Üstelik sınırlı kelimelerle. Çünkü sansür her yerimizde. Etrafta bitmeyen bir toplum huzuru konuşması. İnanılmaz şaşırıyorum ben. Kim bu mutlular? Bizim adımıza karar verip verip duruyorlar?
Ne geliyorsa başımıza mutluluktan geliyor, ben diyeyim size. Çünkü toplum hüzünlü toplum. Zaman hüzünlü zaman. Huzur kısmını ben kaçırıyorum. Bir genç olarak neyin bana örnek olup olmadığına karar verebilmek, talep etmek istiyorum. Neyse efendim...
Bu mutlular bize bakıp üzülüyorlar bence. “Huzurları kaçık” diye üzülüyorlar. Bana bakıp dertleniyorlar mı mesela?
Bir insanın derdini topluma örnek olma düşüncesiyle terazide dengeleyip anlatmak her zaman zordur. Bir taraf ağır basacaktır çünkü ve biz de o ağırlığı anlatırız zaten. Hayat, biraz da bu hikayeleri anlatmak için “bir sahnedir”. Bir suçluyu da anlatır sanat, yalnızı da, esnafı da. İnsanı tarif eder neticede. Her hikayenin kendi kelimesi, nezaketi, kabalığı, çığlığı, sessizliği vardır. E şimdi 150 dakika olmuş işlerde bunlar nasıl anlatılacak?
Vallahi ben çok korkuyorum bunlar şarkıların da başına gelirse diye. Düşünsenize;
“Sen ağlama. Dayanamam. Çünkü ağlamak üçe ayrılır; temel, refleksif ve ruhsal gözyaşları. Sana kıyamam. Al prolaktinim senin olsun. Adrenokortikotropik hormonun... Bu manganez senin olsun, yılda 3.78 ml ağlamazsam, yaşayamam” diye bir Sezen Aksu şarkısı dinleseydik ne güzel olurdu değil mi?
Hem ruhsal acı çekip hem de bu acının faydalarını konuşur, Uluslararası Göz Enstitüsü’ne bir teşekkür albüm kapağıyla konuyu kapatırdık. Ne güzel hem acı çektik hem de biraz biyolojik-kimyasal gerçekliklerine dokunduk toplumun. Böyle huzur içinde yesek kafayı. Allahım şimdiden sardı beni huşu duygusu. Dokunmayıverelim etsize, sütsüze canım. Vitaminlerimiz mi dökülecek.

Haberin Devamı

OYSA Kİ BİR ZAMANLAR

Haberin Devamı

Müjdat Gezen’in bir oyununun sonu böyle biterdi. “Bu final olmadı değil mi? Nasıl olmalı halbuki” diye seyirciye kendi içinde soru sordurduktan sonra istenilen finali yapardı. “La La Land” otursun ağlasın. Çift finalde üstümüze yok. 150 dakika dizilere gelirse bu durum ne olacak acaba. Azıcık daha uzar, ne güzel. Alternatif finallerimiz olsun be. Şakası bir yana, sonra oyuncu biraz gergindi derler. Gerginiz efendim. Çift dikiş finali arka arkaya yaşayınca yoruluyor insan biliyonuz mu?
Şöyle de izah edilebilir aslında: “In your face” dediğimiz “suratına tiyatro” tarzı İngiltere’den başlayıp tüm dünyayı o kadar etkisi altına aldı ki, 90’lı yıllarda patlama yaşadı resmen. 2000’li yıllardan beri Türkiye’de de yapılıyor. Bu tragedya tarzının açık konuşmacılığı yalnızca tiyatroyu değil sinemayı ve özellikle dizileri de etkisi altına alacaktı. Açık konuşan, bağıran, acıyı da kahkahayı da insanın nasıl derinlemesine yaşadığıyla bizi yüzleştiren bu anlatım, dönemin senaryo yazımını da etkileyecekti elbet. Bu da dizilere yansıyacaktı. İyi oldu mu oldu. 80’li, 90’lı yıllar bu anlamda çok zenginleştirdi içerikleri. 2000’lerde ise çeşitlilik başladı az da olsa.
Fakat nedense Türkiye, zamanı ekonomikleştiren bu tragedyalar içinde tersine kulaç atmayı sevdi. Kolunda saati olup zamanı olmayan insanların toplandığı alanlar gibidir setler. Hızın içinde iyi olmaya çalışırsın. Birileri de seni oyuncu olarak tebrik ettiğinde kenara köşeye yazar ya da iletir “Ay ne mütevazı bakıyor, gözleri öyle derin bir oyuncu ki”... Çünkü uykumuz var! Tüm ekip yorgunuz da ondan. Derin dediğiniz uyku olabilir mesela.
90’lı yıllarda Türk dizileri bu kadar uzun olmadığı gibi televizyon programlarında da çeşitlilik vardı. Bu kadar sansür de yoktu. Şimdi 150 dakikalara geldik. Hangi konuyu anlatırsan anlat, her yerin sansür içinde.
Böyle konuşuyoruz ama Netflix işlerine baktığımızda gördük ki Avrupa’da da işler böyle yürümeye başladı. Bölümler yükseldi 50 dakikaya!
E çağ artık doyumsuzların çağı. Prodüksiyon anlamında birbirinden farklı işleri de izleyebiliyoruz. Bu anlamda belki darısı başımıza diyebiliriz. Çeşitliliğe ihtiyacımız var. Madem çok’uz, alternatiflerimiz olsun. Toplum huzuru, bireyin aradığını bulabilmesiyle de doymak anlamına gelmez mi zaten?
İnanın her şeyin en iyisini hak ediyoruz. Çünkü bu topraklar böyle hikayeleri yaşamış.
Bu sene de ekranda dönen reklamlarından anlıyoruz ki şahane işler geliyor. Draması, romantik komedisi, televizyon programları derken, oyuncusuyla, set çalışanıyla, kanalı ve yapımıyla herkes sezona ve izleyiciye doyurucu iş sunmak istiyor. Herkese harika bir sezon diliyorum. Yapım ve kanallarımıza kendimce küçük bir notum var. Biz koca bir aileyiz. Aynı sektördeyiz ve dertlerimiz aynı. Önyargısız, ortak dilde buluştuğumuz ve beraber çözdüğümüz dertlerimizle seyircimize güzel vakit geçirtmeyi ve birbirimize şükretmeyi hak ediyoruz.
Bu anlamda Demet Akbağ başkanlığındaki Oyuncular Sendikası’nın çalışmalarına da meslektaşlarımın kulak vermesini ve üye olmalarını talep ederim.
Bu hafta mesleki bir yazı oldu. Şimdi Gökçeada’da kendimi dünyanın en önemli meselesini çözmüş gibi hissediyorum. Ayaklarımın yerden kesildiği bu narsist ve kelebeksi coşkumla uçarak gidiyorum efendim. Sevgiler.

Yazarın Tüm Yazıları