Gülümsediğiniz yer neresi

Kuşkusuz artık iletişim dediğimiz mekanizmanın aktif bir şekilde bedenin, zihnin hırpalanmasından başka bir şey olmadığını görüyoruz.

Haberin Devamı

Etrafımızda bizi yönetmesine izin verip, direnmeyi de içine hobi olarak yerleştirdiğimiz bazı alışkanlıklar edindik.
Durumlara, koşullara, terazinin bulunan bütün boşluklarına doldurulan sebeplerden mütevellit akıl almaz isimler verdik kendimize.
Üstelik utanmıyoruz bu şekilde seslenilmesine bize.
O isimler dışında çağrılamıyoruz zaten.
O isimler için savaşıyoruz.
O isimler için feda ediyoruz her şeyimizi.
Eşyanın tabiatıyla, hayvanın arzusuyla, doğanın kanunuyla derdimiz kalmamış gibi...
Ne tuhaf.
İletişimsizlik, modası geçmiş bir tahribat.
Yaratıcılığı cinayetlerde görüyoruz artık.
Akıl almıyorsa, Hawking’den değil bir katilden bahsediyoruz demektir.
“Bunu nasıl yapmışlar” sorusuna eşlik edecek bir sevinç üremiyor hatta çoğalamıyor içimizde.
“Isınmak için değil yanmak için buradayız” diyen bir kalabalığız.
En çok yanana da hayranız.
Ne güzel de acıttı kendini diye seviyoruz kahramanımızı.
Canı yanmamış, yara izi olmayan herkesin ekmeği elden suyu gölden.
¡¡¡
Ölümsüz olan ruhlardan, ekmeğini yediğimiz tarihlerden motive oluyoruz.
Birbirimizin yüzüne bakmak istemiyoruz.
İnanamıyoruz köklerimize.
Ölülerle konuşmayı becerdik neredeyse.
Hep özlüyoruz.
Tuhaf bir şekilde sonu gelmeden özlüyoruz bir şeyi.
İlişkilerimizi açıklamıyoruz bile, “bitmesi gerekiyordu”, “anlaşamadık” diyoruz.
Anlatmıyoruz hiçbir şey çünkü.
Sadece dayanabildiğimiz kadar izliyoruz yok olmayı...
Lakin bir türlü de yaşatamıyoruz gözümüzün içine bakanı.
Sen güldün diye bir yaprak daha açan gülü kesiyoruz hemen.
Yakamızda geziyoruz.
En çok Sevgililer Günü’nde kesiyoruz çiçekleri..
¡¡¡
Süratle kendimizi açıklıyoruz. Kimse yetişemiyor neden yaptığımıza.
Kimse bir şey öğretemiyor.
Günler böyle geçiyor işte.
Kendimize psikolojik terimler uyduruyoruz. İsimlerle çağırıyoruz. Bir kere açılmadı mı yüreğimiz zaten suçlamadık şey bırakmıyoruz.
Biri de çıkıp “çok incindim” dediğinde özür dileyeceğiz diye kallavi darbelerle garantiliyoruz sınırlarımızı.
Çok korkuyoruz mahcup olmaktan.
Çok sevdalıyız makul olmaya.
Nasıl sıradanlaşabilirim?
Böylece daha çok sevilir ve bu şekilde sevilirsem ortalamanın üstünde biraz daha kazancım olabilir telaşından yorulduğumuzu anlamıyoruz bile...
¡¡¡
Hazır kendi de değilken insan zaten yorulur mu gerçekten de...
Sorumluluk her zaman insanı dışarı çağırır.
Sorumluluğu almamıza engel olan her duygu, her neden insanın içinde yatıyor.
Maalesef yaşamak da sonradan öğrenilen bir bilgi.
İnsan bir açıdan (hakaret olmayan) sonradan görme. Sonradan sevinme. Sonradan tanıma, dokunma, haz alma, şükür etme, özür dileme insanı. Hep sonradan...
Derine indikçe daha da artar o sorumluluk...
Bir baş dönmesi gelir insana...
İnsan sorumluluğunun özüne indikçe ürperir.
Hatta çok eğlenir.
Daha derini kazıdıkça altın bulmuş bir kovboy gibi çığlıklar atar sevinçle.
Ve kendi sorumluluğunu alan insan, kuklacıya “İplerimi bırak artık kendi merkezimde olmayı seçiyorum ben” demişse...
Artık özgürdür.
Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz, insan ruhunun dosyasını masaya yatıran büyük hocamız Engin Geçtan’ı anımsadım..
Kaybetmedik aslında...
Çok şey bulduk, birçok şeyi tekrar hatırlayıp sıkı sıkıya bağlandık o kaybolmayan şeye...
Özgürlüğe...
Engin hocanın ölümsüzlüğüne...

Haberin Devamı

Gülümsediğiniz yer neresi

Engin Geçtan

Yazarın Tüm Yazıları