FUTBOL KARIN DOYURMUYOR
EKONOMİST, akademisyen Prof. Dr. Özgür Demirtaş sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda “Tuttuğunuz futbol takımı kazanınca veya istediğiniz transferi yapınca, şampiyon olunca: Karnınız doymuyor. Cüzdanınız dolmuyor. Geleceğiniz yeşermiyor. Eviniz, barkınız olmuyor. Size ne oluyor?” diye sordu. Prof. Dr. Demirtaş eleştiriler sonrasında ise şunu yazdı: “İnsanların bir şeyi tutkuyla sevmesi güzel. Ama hayatlarındaki problemleri unutacak, kendisini bile ikinci plana atacak kadar fanatik olması güzel bir şey değil...”
FUTBOL BAZEN FUTBOLDAN FAZLASIDIR
SPOR yorumcusu, Hürriyet’in değerli yazarlarından Uğur Meleke’yi arıyor, ‘Ne dersiniz? Futbol karın doyurmuyor mu?’ diye soruyorum: “Özgür Hoca’yı severim, sayarım. Hatta benim lisansım da iktisat. Ancak o sözünü duyunca babamın meşhur lafı geldi aklıma. Çocukluğumda çok fazla maç izlediğimi görür ve bana ‘Bunları seyrettiğin için sanki sana 5 kuruş mu ödüyorlar’ derdi hep. Meğer bir gün ödeyeceklermiş! Tabii babamın konuya böyle yüzeysel yaklaşması doğal ama Özgür Hoca’nın yaklaşımı detaylandırmaya biraz muhtaç gibi geldi bana. Almanya’nın 2014’te Dünya Kupası’nı kazandığı günün ertesinde, yıllık ekonomiyi yüzde 1 oranında etkileyen bir alışveriş hacmi oluşmuş mesela. Mutlu insanlar alışveriş yapmışlar çünkü. Yani Özgür Hocam, futbol cebimize de para koyuyor bazen! Belki teker teker cebimize sıkıştırmıyor ama makroekonomik hikâye farklı. Ayrıca Arjantin’in 70’lerde yaşadığı siyasi buhranın sonunu Dünya Kupası getirdi. 90’larda Yugoslavya’nın dağılmasını Partizan-Kızılyıldız maçı tetikledi. Yani futbol bazen futboldan fazlasıdır aslında. Camus’nün ‘Hayata dair ne biliyorsam futboldan öğrendim’ sözünü de ekleyeyim hatta” diyor.
BİRİ AKILCI, DİĞERİ DUYGUSAL BİR MESELE
UZUN yıllar A Milli Futbol Takımı’nın psikolojik danışmanlığını yürüten psikolog Acar Baltaş’a fanatiklik ya da futbol eleştirisi yaparken ekonomik argümanların kullanılmasının tutarlı olup olmadığını soruyorum. “İkisi bambaşka meseleler” diyerek şöyle anlatıyor: “Öncelikle Özgür Bey çok saygı duyduğum bir kişilik ve ekonomisttir. Ancak insanların davranışlarının yüzde 85-90’ının akıl dışı ama öngörülebilir olduğu unutulmamalıdır. Çoğumuz duygularımıza bağlı hareket eder sonra da ona mantıklı gerekçeler uydururuz. Ve dahası insanlar, kendilerini kimlikleri ile tanımlamaya meyillidirler. Tuttuğu takım insanlar için bazen milliyetinden dahi önde gelen bir kimliktir. Öyle ki belki milli takımın yenilmesine üzülmez ama kendi takımının yenilmesine daha çok üzülür. Bu sebeple insanların ‘karnının doymaması’ meselesi ile bir takımı fanatiklik düzeyde sevmesi farklı konulardır.”
ONORE ETMİYORSUNUZ NESNELEŞTİRİYORSUNUZ
YAZAR Nihan Kaya “Beni aslında rahatsız eden şey ritüellerin kendisi” diyor. Ne demek bu? Şöyle anlatıyor: “Kızının regl olduğunu duyurmak da oğluna sünnet töreni yapmak da davullu zurnalı düğün yapmakta bir ritüel. Regl ile sünnet tabii ki kıyaslanamaz ancak reglin başlangıcının kutlanması fikri aslında ‘sünnet törenine karşı’ olma fikri ile ortaya çıktı. ‘Sünnet davul-zurna ile kutlanıyor, kızların regl olması neden saklanıyor? Onu da kutlayalım’ dendi. Unutulmamalı ki aslında her tören, bir kurban törenidir ve patriyarkaya hizmet eder. Tören ne kadar büyükse, adına tören düzenlenen kişi de o törenin o kadar edilgen nesnesi haline gelir. Sünnet töreninin amacı cinsel kimliğin pekiştirilmesidir ancak bu da çocuğu onore değil kurban ettiğimiz gerçeğini değiştirmiyor. Regl kutlaması da aynı. Bir şeye karşı çıkarken onu yeniden üretme tehlikesi aklımızda olmalı.”
“Yine regl ritüellerinden birinde, tanımadığım çocukların fotoğrafı ‘Birazdan ona regl anlatacağız!’, ‘Regl oldu!’ gibi ifadelerle paylaşılıyor. Bir kız çocuğu eğer isterse dünyaya regl olduğunu ilan edebilir, o zaman inisiyatifin çocukta olduğunu hissederiz. Ancak bu gücü çocuktan almamak önemli.
İNİSİYATİF ÇOCUKTA OLMALI
Çocuk törenin nesnesi mi, yoksa yöneticisi mi? Ortada rıza mı var? Yoksa rıza inşası mı? Diyelim önce rıza verdi, ya sonra? Vazgeçebilir, utanabilir, pişman olabilir. Cevap her zaman çocukta. Bir örnekle ifade edeyim: Diyelim bir çocuk YouTube videosu çekmek istedi, çekti ve paylaştı. Bunu hür iradesiyle yaptı. Burada çocuk nesne değildir. Bunu onun adına siz yaparsanız nesnedir. O zaman çocuğu tanımadığınız insanlarla sürdürdüğünüz iletişimin nesnesi, malzemesi, öznesi, içeriği haline getirmiş oluyorsunuz. Burada mesele regl değil.”
HER ÇOCUĞUN ERGENLİĞE GİRİŞİ KUTLANMALI
ÇOCUK
ÇOCUĞUNUZLA PROGRAM HAZIRLAYIN
PSİKOLOG Irmak Kerimoğlu, “Bu tarz uzun tatiller için önerim planlı olunması” diyor. Ama dikkat! Bu planı ebeveyn olarak siz değil, çocuğunuz yapmalı. Nasıl? Kerimoğlu şöyle örneklendiriyor: “Plan yapın dediğimde anne ya da baba oturuyor, sabah kalkma saatinden gün içerisinde neler yapılacağına kadar her dakikayı kendine göre bir cetvele döküyor. Sonra da bu cetveli çocuğunun eline tutuşturup ‘3 haftalık program bu. Hadi yap!’ diyor. İşte bu olmaz! Çocuğun ne istediğinin, ne beklediğinin, ne hayal ettiğinin dahi sorulmadığı bir planlamaya uyumu mümkün değil. Bir plan yapılacaksa beraber yapılmalı. Fikirlerinin de tabloda olduğunu gören çocuk daha çok ve çabuk uyum sağlar. Dakika dakika bir planlama yerine TV-oyun-dışarıda oyun-kitap-ders saati-ev işleri gibi bölümlerin içinde olduğu günlük bir rutin oluşturulmalıdır.”
SOKAĞI İHMAL ETMEYİN
“13.00 ile 16.00 saatleri arasında sokağa çıkma izinleri olduğu unutulmamalı. Hava şu an çok soğuk. Ama olsun! En azından 1 saat, çocuk, kapının önünde dahi olsa oynamalı, hava almalı. Çocuklar öyle ya da böyle zaten zorlu bir süreçten çıktılar. Çok uzun saatler ekran karşısında kaldılar, dersleri anlamakta zorlandılar. Geri bildirim ya da onaylanma neredeyse hiç almadılar. Okulda olsalar belki öğretmenleri sırtlarını sıvazlayacak, motive edecekti ama o da yok! Dolayısıyla yorgunlar.”
RESTLEŞMEYİN
Kerimoğlu’nun bir önerisi de çocukların daha ilk günden “Kitap oku, ödev yap” diyerek boğulmaması. Peki ne yapacağız? Şöyle özetliyor: “Mesela ilk 3 gün tam tatil olarak programlanabilir. Bu 3 gün her şey serbest. Sonrası içinse planlama şart. O plan herkesin göreceği yere asılmalı. ‘Sen bugün hiç ders yapmadın, hiç kitap okumadın’ demek yerine ‘İstersen tabloya bak. Bu saati ne olarak planlamıştık seninle?’ diye sormak çocuğun motivasyonunu arttıracaktır. Bunlar küçük ayrıntılar gibi görünebilir ama aslında iyi diyalog kurmanın püf noktalarıdır. Zira anne-baba olarak ne kadar ‘Yapma, izleme, bırak’ dersek o kadar dirençle karşılaşır, evin içinde sürekli bağrışan bireylere dönüşürüz.”
EKRAN SÜRESİNİ SİZ BELİRLEYİN
SAĞLIK ALTYAPIMIZ YETERLİ VE GÜÇLÜ
BİLİM Kurulu üyesi Prof. Dr. Ateş Kara, bu başarıyı “Tesadüf değil. Pediatrik aşılama başta olmak üzere çok başarılı bir altyapımız var. ‘Aşılamayı çabuk yaparız’ dediğimizde ‘zor’ gözüyle bakılıyordu ama hepimiz de görmüş olduk ki daha işin başlangıç aşamasında bile bu kadar yüksek rakamlara ulaşmış olmak altyapımızın yeterli ve güçlü, ağımızın geniş olduğunun göstergesi” sözleriyle açıklıyor.
AŞILAMA HIZLA DEVAM EDECEK
Temas takip programı ve aşılama süreçlerinin hızlanması için ABD’nin 100 bin sağlık çalışanı daha istihdam etmeye hazırlandığını belirten Prof. Dr. Ateş Kara sağlık çalışanlarının aşı yapılırken çekilen fotoğraflarını paylaşıyor olmalarından ise hayli memnun. Prof. Dr. Kara “Paylaşılan her bilgi, her fotoğraf kıymetli. Toplumumuz tarafından ilgiyle takip ediliyor ve aşıya karşı olan tereddütlerin yıkılması konusunda mutlaka bir dönüşü oluyor. Zaten Türkiye tarihinde aşı karşıtlığı diye bir olgu yok. 1800’lü yılların ortasından itibaren önce Edirne, sonra İstanbul’da başlayan aşı çalışmalarına toplumumuz her zaman sahip çıkmıştır. Bugün, COVID-19 aşısı konusunda hâlâ birtakım tereddütler olabilir. Bilim insanlarının bilimsel çerçevede yaptığı bazı tartışmalar ister istemez bazı soru işaretlerine sebep olmuş olabilir. Bu süreci doğal karşılamak lazım. Aşıyı yaptıranlar ve faydaları görülmeye başladıkça önümüzdeki günlerde daha yüksek rakamlara ulaşacağımıza eminim” diyor.
BİZİ SINIRLAYAN TEK DURUM TEDARİK SORUNU OLUR
BİLİM Kurulu üyesi Prof. Dr. Tevfik Özlü, aşıya karşı tereddütlerin çok büyük oranda ortadan kalkmış göründüğünü belirtiyor ve şöyle anlatıyor: “Bu inanın çok sevindirici. Sağlık Bakanımız başta, Bilim Kurulu üyeleri, birçok akademisyen, meslektaşımız canlı aşılama görüntüleri paylaşınca toplum da bu konuda daha rahat hissetmeye başladı. Dolayısıyla da daha rahat bu noktaya gelindi. İlla ‘Ben aşı olmayacağım’ diyen de olabilir elbette ama ben büyük bir direnç olacağını sanmıyorum. Zaten CoronaVac aşısı, eski usul denilen, inaktif bir aşı olduğu için güven açısından sorunlu bir aşı değil.”
GEÇMİŞE ÖZLEM BÜYÜYOR
İşin psikolojik yönünü irdelemek üzere de psikolog Esra Ezmeci’yi aradım. Ezmeci pandemi dolayısıyla sosyalleşmeden uzak kaldığımız, teknoloji ile daha fazla haşır neşir olduğumuz bugünlerde birçok insanın geçmişe daha fazla özlem duyduğu, geçmişteki sanatçıları, yazarları yeniden keşfe başladığını söylüyor, “İnsanlar hele de 80-90’lardan bahsederken ‘Ne güzel günlerdi’ diye iç çekiyor. Teknoloji ile insan ilişkilerinin, dostluğun, aşkın, sevginin ve evlilik anlayışlarının değiştiğini düşünüyorlar, ki zaten de öyle, değişiyor. Bu da geçmişe özlemi büyütüyor. TV’lere bakın! ‘İbo Show’ reytinglerde üstlerde. Ferdi Özbeğen şarkıları dinliyor gençler. Eski diziler, şarkılar, sanatçılar yeniden gündemde” diyor.
UNUTULMA KAYGISI HERKESTE VAR
AŞI CİDDİ HASTALIKTAN KORUYACAK
UZMANLIĞINI gen ve hücre terapisi üzerine yapan Dr. Semih Tareen, Amerika’da, virüsleri kullanarak kanser tedavisi üzerine araştırmalar yapan bir laboratuvarda uzman virolog. İlk soru: “Etkinlik oranı nasıl olur da ülkeden ülkeye farklılık gösterir?” Dr. Tareen, açıklanan etkinlik oranlarının her ülkenin kendi kurullarına ait olduğunu, aşıyı geliştiren Sinovac firmasının ise henüz açıklama yapmadığını hatırlatıyor ve şöyle devam ediyor: “Farklılığın ilk sebebi bu. Açıklamayı tüm verileri derleyip firmanın kendisi yapması gerekirdi. Yapacağını duyurdu ama ne zaman henüz belli değil, biz de beklemedeyiz. Farklılığın bir sebebi de her ülkedeki gönüllü ve vaka sayısının farklılık göstermesinden kaynaklı.”
GÖNÜLLÜ VE VAKA SAYILARI FARKLI
“Etkinlik çalışmalarına Türkiye’de Brezilya’nın neredeyse onda biri kadar bir katılım oldu. Türkiye’de toplam 1322 gönüllüde 29 vakanın 26’sına plasebo, 3’üne de gerçek aşı verilmiş. Etkinlik yüzde 91.25. Brezilya’da 9 bin 252 gönüllüde 252 vakanın 167’si plasebo, 85’i aşı grubunda. Etkinlik yüzde 50.38. Bu noktada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir ayrıntı daha var. Brezilya COVID-19 semptomlarını, başka ülkelerin yapmadığı şekilde, çok ciddi-ciddi-orta-hafif-çok hafif gibi gruplara ayırdı ve her grup için farklı etkinlik yüzdesi hesabı yaptı. Bu da farklı rakamlar çıkmasına yol açtı.”
YÜZDE 50 DE ÖNEMLİ BİR BAŞARI
İkinci soru şu: “Etkinlik oranının yüzde 50 olması ne demek? Boşuna mı aşı oluyoruz?” Dr. Semih Tareen, “Hayır, boşuna değil. Hatta, CoronaVac aşısının daha ciddi vakalarda etkinliği daha da fazla, yüzde 78 ile yüzde 100 arasında seyrediyor rakamlar. Tüm bu veriler bize aşının koruyabileceği ve ciddi COVID-19 riskini (ağır hasta-yatan hasta) azaltabileceğini gösteriyor. Aşı olsanız dahi virüsü kapma olasılığı var mı? Evet. Ancak böyle bir durum olsa dahi aşılıysanız, hastalığın hafif semptomlarla atlatıldığını söylemek mümkün. Yüzde 50 bize bunu gösteriyor. Bu da önemli bir başarı” diyor.
NEZLEYE DÖNÜŞME İHTİMALİ VAR
ORTAK VAAT BAĞIMSIZ YARGI
Son sorudan başlamak isterim. Türkiye’de güvenilir ve bağımsız yargı için umut var mı?
“Türkiye, yargı bağımsızlığı ve yürütme gücü üstünlüğü konusunda maalesef Batı’nın gerisinde. 2012’deki adli açılış yılı töreni için bir sorunlar listesi yapmıştık. Bakıyorum, o zamanki sorunlar bugün hâlâ geçerliliğini korumakta. Daha İyi Yargı Derneği, hukukun işletilmesi konusunda yargının önemini bilerek ve iyileştirmeyi hedefleyerek tam da bu hedefle 9 yıl önce kuruldu. Sorunlara çözüm bulmak ve mutabakat sağlanması adına yola çıktık. Sadece hukukçular değil, işinsanları ve fikir önderlerinden de oluşan bir kuruluşuz. Bugün görüyoruz ki Türkiye’de hukukun üstünlüğünü sağlama konusunda iktidardan muhalefete tüm siyasiler en azından söylem bazında aynı yerde. Hukukun üstünlüğünü sağlama, yargıyı bağımsız hale getirme vaadi var. O nedenle elbette umut var. Siyaseten tarafsız bir kuruluş olarak bu konuda çözüm üretmeye de son derece kararlı, azimli ve istekliyiz.”
‘8 BAŞLIKTA 80 ÖNERİ’
TARİHÇİ-yazar Prof. Dr. İlber Ortaylı, 81 yaşında hayata veda eden tarihçi Filiz Çağman’ın kendisinin iyi bir dostu ve aynı zamanda selefi olduğunu da belirterek “O dönem ki Kültür Bakanımız İstemihan Talay Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü olarak kendisini tayin etmek istemişti. Ancak gerçek mesuliyet sahipleri gibi tereddütü vardı. Daha sonra kendisini ikna ederek, bu vazifeyi almasını sağladık. Filiz Hanım, Topkapı’nın mirasına, geleneğine uygun davranan biri oldu. Bakın bu çok önemli bir şeydir. 8 yıl bu görevini başarıyla sürdürdü. Minyatür uzmanıydı. Minyatürlerin yanındaki yazıları okumayı çok iyi bilirdi. Topkapı kütüphanesine hâkim olmak demek Osmanlı sanat kültür dünyasına hâkim olmak demektir. Bu vasıfta insan yerli ve yabancılar arasında çok az bulunur, yani oradaki malzemenin hem kâğıdını, hem cildini, hem tezhibini, hem minyatürünü, hem yazısını birlikte okuyup değerlendirmek çok az kula nasip olur. Tarihimizde de sayılıdır. Çok disiplinliydi, çok da vakfetmişti kendini. Deprem sıralarında Kadıköy’deki evini bırakıp müzede, üst odada kalmışlığı vardır. Ben ona ‘Saray-ı Âmire nâzırı’, ‘Topkapı nâzırı’ der büyük saygı ve sevgi duyardım” diyor.
Filiz Çağman
SAYGI GEREĞİDİR BİR ANANEDİR
Çağman emekli olduktan sonra müze müdürlüğü için kendisine teklif gittiğini belirten Prof. Dr. Ortaylı kendisinden icazet alarak göreve başladığını belirterek, şöyle devam ediyor: “Aramızda halef- selef ilişkisi var. O çalışırken ben ona, ben çalışırken o bana yardımcı oldu. Dedim ya Topkapı nazırı idi o benim için. Devir teslim töreninden bir fotoğrafımız var, bahsettiğiniz o durum aslında etek öpme değil. Temennadır. Eski memurlar temenna yaparlardı. Bir üst rütbenin eteğini öper gibi temennada bulunurlardı. Saygı gereğidir, bir ananedir. Öyle bir enderun ananesini gerçekleştirmiştik kendisiyle. Zaten, ben sarayın memurlarına uzman ahali, enderun halkı derim. Benim için saraydaki uzmanlık çok önemlidir. Diğer memuriyetlere benzemez. Bu esası herkese anlattık, Kültür Bakanlığı’na anlatamadık. Yani böyle ananevi müzelerde neler yapılması ve nasıl bir teşkilat, nasıl bir anane yerleştirilmesi gerektiğini bir sürü insana anlattık fakat Kültür Bakanlığı’na anlatamadık. Böylesi yerlerde yerin anlamına uygun geleneklerin devam ettirilmesi gerekir. İnşallah bundan anlarlar.”
İLBER HOCA’NIN ‘EL ETEK ÖPME’ SERÜVENİ
TARİHÇİ-yazar Prof. Dr. İlber Ortaylı,
Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Bilal Yorulmaz, “Bu makale ne bir rapor ne de bir yermedir” diyerek söze girip, makalenin öğrencisi Tuğba Akar tarafından kaleme alındığını söylüyor, şöyle devam ediyor: “Cem Yılmaz’ın 3 filminin ‘sinema ve din/değerler’ bakımından mercek altına alındığı bu proje aslında yüksek lisans öğrencimizin tezinin yanı sıra sunduğu bir makaledir. Bizler, bu bölümdeki eğitimcilerimiz ve öğrencilerimiz, spesifik olarak sinema ve din alanı üzerinde çalışıyoruz. Yani bizim işimiz bu. Çoğunlukla çizgi filmler, zaman zaman da öğrencilerimizin talep etmesi halinde, filmler üzerinde değerlendirmeler yapıyoruz. Daha net ifade etmek gerekirse, ‘Hadi Cem Yılmaz’ı ya da filmlerini taşlatalım’ falan gibi bir gayemiz yok. Maalesef Türkiye’de din konusu fazlaca bölünmelere yol açan bir konu olduğu ve kimse de makaleyi baştan sona okumadığı için ilginç bir şekilde gündem oluverdi. Bu, yurtdışında da sıklıkla yapılan akademik bir çalışmadır ki akademik çalışmaların popüler kültür malzemesi olmaması gerektiğine inanıyorum.”
NEDEN CEM YILMAZ VE FİLMLERİ?Burada araya giriyor ve “Neden Cem Yılmaz ve onun filmleri?” diye soruyorum. Doç. Dr. Yorulmaz, “Özel bir sebebi yok. Öğrencimiz çizgi film yerine farklı olarak bir film makalesi yazmak istedi bu 3 filmi karşılaştırmalı olarak ele aldı. Biz de ‘Hayır, yapma’ demedik. Bunu Cem Yılmaz filmleri ile de yapmaya başlamadık. Nebraska Omaha Üniversitesi’nde uzun yıllar Prof. William Blizek ile çalıştık. Gişe rekortmeni Hollywood filmlerinden yabancı filmlere, belgesellerden kısa filmlere kadar değişik türlerde filmler, sinema ve din uzmanlarının ilgi alanına girmekte ve sinema-din çalışmalarına yönelik büyük bir ilgi bulunmakta. Mesela Elysium ve Matrix ile alakalı değerlendirmelerimiz de var” diyor.
‘DİN ÜZERİNDEN KUTUPLAŞMA VAR’
“
ANTİDEMOKRATİK BİR KARARBilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Emre Erdoğan durumun bir paradokstan ibaret olduğunu söylüyor. İlk sorum şu: ‘Twitter’ın yaptığı yasal mı?’ Prof. Dr. Erdoğan ‘Evet, yasal’ diyerek, şöyle devam ediyor: “Twitter, Facebook gibi platformlar özel şirketler. İstedikleri kişiye ‘ses vermek’ ya da vermemek hakkına sahipler. Yapılan etik mi? Orası tartışılır. Her ne kadar özel kurumlar da olsalar kamusal bir görevleri var. 88 milyon takipçisi olan, ABD’nin en az yüzde 50’sinin oyunu almış bir başkandan bahsediyoruz, ‘Hizmet vermiyorum’ diyebilirler mi? Tek taraflı bir karar. ‘Ayrımcılığa, şiddete, ırkçılığa müsaade edilsin’ demiyorum ama karar tek taraflı alınamaz. Alınırsa, o tek kişi, hoşuna gitmeyen her sesi kapatmaya başlar ki bu antidemokratiktir.”
KİME KARŞI RİSK
Twitter’ın özel bir şirket olması sebebiyle “Üretilen içerik riskli, demokrasiye zarar getiriyor” deme hakkı olduğunun altını çizen Prof. Dr. Erdoğan “O zaman da ‘Trump benzer tondan tweet’ler atarken tehlike oluşturmuyordu da neden şimdi?’ diye sormak gerekir. Bir durumun tehlikeli olup olmadığı, kime karşı tehlike yarattığına kim, nasıl karar veriyor? Trump, ABD Başkanı iken kullandığı ırkçı dile itiraz etmeyen, ki seçim sürecinde yanılmıyorsam sadece 1 kez müdahale edildi, Twitter, konu iç siyasete geldiğinde, ‘Nasıl olsa iktidardan düştü’ diyerek ‘engelleme’ hakkı olduğunu mu hatırladı? Seçimi kaybetmeseydi böyle bir şey yapabilirler miydi?’ diye soruyor.
DİJİTAL DİKTATÖRLÜK
Trump’ın başından beri çok büyük nefret suçları işlediğini, hatta rahip Brunson konusunda Twitter üzerinden Türkiye’yi tehdit ettiğini de hatırlatan Prof. Dr. Erdoğan, Twitter’ın ‘Barışı tehlikeye atacak söylemler içindesiniz’ hatırlatması yapmadığını belirterek, şöyle devam ediyor: “Facebook, farklı algoritmalarla ‘Ne görmemiz’ şimdi de Twitter ‘Ne duymamız’ ve ‘Kimden duymamız’ gerektiğine karar veriyor. İnsanların silahla okul basabildiği, o silahı sosyal medyadan kolaylıkla alabildiği ‘özgür’ bir ortamda neden Trump’ı duyma özgürlüğüne sahip olmayalım ve buna neden Jack (Twitter’ın kurucusu) karar versin? Durum, dijital diktatörlüğe dönüşebilir.”
DENETİM ŞART
Twitter’ı insanların birbirine kolaylıkla hakaret edebildiği, hiçbir içerik kontrolünden geçirilmeden paylaşılan kirli bilginin, doğrusuna oranla 6 kat hızla yayılabildiği, mitlerin, komplo teorilerinin rağbet gördüğü bir alan olarak yorumlayan Prof. Dr. Erdoğan bir düzenlemenin şart olduğunu düşünüyor ve “Kilit nokta da burası. Bu düzenlemeyi kim yapacak? Bize bir oyuncak veriyorlar, biz o oyuncağı kullanıyoruz. Bir noktada popüler oluyor, önemli bilgi kaynaklarından biri haline geliyor. Sonra da kimin konuşup konuşmayacağına kendileri karar veriyorlar. Olmaz. Yarın öbür gün hoşlarına gitmeyen herhangi birisini de susturabilirler. Şirket ‘Beğenmeyen gitsin’ diyebilir ama o zaman da demokrasi ve ifade özgürlüğü meselesi tartışmaya açılmış olur. Dolayısıyla ince bir çizgide yürünmesi zorunlu.”
KARARI KİMSE İLE İSTİŞARE ETMEK ZORUNDA DEĞİLLER
AKSİYON FİLMLERİNİ ARATMAYAN GECE
6 Ocak olaylarının en akılda kalacak fotoğrafı kongreyi basan Viking dövmeli, boynuzlu miğferli grup. Kim bunlar?
5 yıl önce, 2016 ABD Başkanlık seçimi öncesi Clinton, danışmanları ve diğer Demokratik Partili seçkinlerin, Washington’daki bir pizza restoranının merkezinde olduğu çocuk istismarcısı bir şebekeyi yönettiği iddiaları internet üzerinde yayılmıştı hatırlarsanız. İşte bu komplo teorilerini yayan ve seçkin Demokrat Partili isimleri çocuk istismarcısı şebekeyle bağlantılandıran Pizzagate komplo teorisini ortaya atan grup Q(Anon) grubuydu. Kongreyi basan boynuzlu-kürklü miğferli, Viking dövmeli adamlar da bu grubun üyeleri. Aşırı sağcı komplo teorileri hareketi olarak biliniyorlar. İslam ve Yahudi karşıtı, ırkçı söylemlerle sosyal medya üzerinden örgütlenen bu grup, daha sonra buralarda yasaklanınca komplo teorilerini alternatif medya uygulamaları üzerinden yaymaya devam etti.
UÇUK KOMPLO TEORİLERİ
En uçuk komplo teorileri neler?
POPÜLİST SAĞIN ‘KURTARICI’ SÖYLEMİ
KARŞILAŞTIRMALI siyasetbilimci Dr. Aysuda Kölemen, elit ve elitizm kavramlarının özellikle popülist sağ partiler tarafından sıklıkla kullanılan bir kavram olduğunu belirtiyor. Dr. Kölemen, “Dünya genelinde nereye giderseniz gidin, özellikle sağ popülist partiler ‘Durum kötüleşti, ülke darda’ diyerek elitleri suçlu, ‘kurtarıcı’ olarak da kendilerini işaret ederler. Popülist sağa göre ‘Ülkenin ferahı elitleri yönetimden düşürmekte saklıdır.’ Çünkü popülizm bir düşmana ihtiyaç duyar. Birilerinin ötekileştirilmesi gerekir ki açıklanamayacak durumların bir açıklaması olabilsin. Buradan hareketle elitizm özellikle de sağ için ‘günah keçisi’dir diyebiliriz” diyor.
KİMDİR BU ELİTLER?
Dr. Kölemen, dünya liderlerinden örnekler vererek şöyle devam ediyor: “Eski ABD Başkanı Bush dünyanın en zengin ve güçlü ailelerinden gelmesine rağmen Amerika’da ‘halktan biri’ olarak görülürdü. Obama ise daha halktan olmasına rağmen roka sevdiği için elitlikle suçlanmıştı. Bizim sofralarımızda sıkça olmasına rağmen roka ve zeytin Amerika’da egzotik bir yiyecek kabul edilir. Roka sevmesi Obama’ya elitliği getirmişti. Neden? ‘Adama bak, ne acayip zevkleri var, bizden değil’ algısı yüzünden. İngiltere’de şampanya, Fransa’da egzotik kahve içenler, Türkiye’de suşi yiyen ya da elinde kadeh ile dolananlar ‘elit’ olarak resmedilir. ‘Onlar bizim gibi yaşamıyor, düşünmüyor, bizim okuduklarımızı okumuyor-beğenmiyor, bizim dinlediklerimizi dinlemiyor’ diye düşünülür. Şehirli, okumuş, belirli kültürel kodlara hâkim herkese ‘elit’ denilir. Elitler, genellikle, kötüyü temsil eder. Pek çok toplumda elitlik ‘halktan kopukluğu’ da ifade ettiği için milletten görülmez, ‘Zaten onlardan bir hayır da gelmez.’
SİYASET MALZEMESİ
“Amerika, Macaristan, Hindistan gibi sağ popülist hükümetlerin görevde olduğu ülkelere bir bakın! Siyasetçilerin ‘Onlar zaten ne iş yapıyorlar ki?’ ya da ‘Halkı anlamıyorlar, halkı ezmek için varlar’ söylemlerini sıklıkla duyarsınız. Okumuştan korku, popülizmin önemli bir öğesidir. Mesela Trump. Üniversitelere giden ödeneklerin kesilmesi için elinden geleni yaptı ve başarılı da oldu. Bush, Trump gibi liderlerin konuşmalarına dikkat edin. Gramatik olarak hayli basittir. Sofistike bir dil yerine gündelik kelimeler kullanırlar. Bu da halkın hoşuna gider, ‘Bizim dilimizden konuşuyor, bizi anlıyor’ dedirtir. Bir araştırmaya göre şehirli birçok Amerikalı işini bilen, yetkin insanlara oy vermeye meyilli olduğunu söylerken, kırsal kesime gidildikçe, yoksul ve eğitimsiz Amerikalıların daha az yetkin kişilere oy verdikleri görülmüş. Neden? Çünkü liyakata karşı bir öfke ve haset var. ‘Bunlar kendilerini bir şey sanıyor’ diye düşünen halk, hiçbir zaman eşit ücret, eşit eğitim hakkına ulaşamayacaklarını düşünerek ‘Yeter ki bizden olsun’ diyebiliyor.
ÇAĞIN HASTALIĞI OLABİLİR
CERRAHPAŞA Tıp Fakültesi Nöroloji Ana Bilim Dalı uzmanı Prof. Dr. Derya Uludüz, COVID-19 hastalarında baş ağrısı, halsizlik, hatta felce varan nörolojik bulguları bildiklerini ancak ‘beyin sisi’ ile son 2-3 aydır sıklıkla karşılaşmaya başladıklarını söylüyor. Araştırmaların beyin sisinin koronavirüs geçirildikten sonra aylarca devam edebileceğini gösterdiğini belirten Prof. Dr. Uludüz, hastanede koronavirüs tedavisi alan, yoğun bakımda yatan hastalarda ise daha yoğun görüldüğünü belirterek şöyle devam ediyor: “Yoğun bakımda tedavi görenlerin 3’te 1’i virüsü atlatanların ise 10’da 1’inde görülebiliyor. Sisli beynin nasıl oluştuğu konusunda uzmanlar arasında ortak bir fikir yok. Enfeksiyon esnasında oluşan bağışıklık sağlayıcı antikorların yanlışlıkla sinir sistemine saldırmasından ya da enfeksiyon nedeniyle hasar gören sinir hücrelerinin birbirlerine yanlış sinyaller göndermesi nedeniyle olabileceği ileri sürülüyor. ‘Her şey rüya gibi, net düşünemiyorum, sürekli unutuyorum’ diyorsanız dikkat!..”
UZUN VADEDE DEMANS YAPAR MI?
“Normalde kısa vadede, birkaç ay içerisinde hastanın doktor desteğiyle süreci atlatması olası. Ama uzun vadede bir hafıza problemi yaşatır mı? İşte burası soru işareti. Zira virüs beyinde yavaş yavaş ilerliyor. Beyin bariyerlerine kan yoluyla geçiş yaparak ulaşıyor. En çok etkilediği yer hafıza bölgesi. İşte bu bizim ‘Acaba çağımızın hastalığı beyin sisi olabilir mi’ endişesi yaşamamıza sebep oluyor.”
HAFIZAYI GÜÇLENDİRİN
Peki bu işin bir tedavisi yok mu? “Maalesef etkili bir tedavi yöntemi yok” diyor Prof. Dr. Uludüz ve yapılması gerekenleri şöyle özetliyor: “Hafızayı destekleyecek Omega3, B12, C ve D vitamini takviyeleri öneriyoruz. Ayrıca hafızayı desteklemek için bulmaca çözmek, açık havada yürümek gibi fiziksel aktiviteler yapın. İyi uyuyun. Uyuyamıyorsanız melisa, papatya çayı ya da yatmadan önce muz ekstresi öneririm. İyi beslenin: basit karbonhidratları ve şekeri hayatınızdan çıkarın.”
‘BUNADIM SANDIM’
2021 GÜMBÜR GÜMBÜR GELİYOR
MODERN çağın Nostradamus’u olarak tanınan astrolog-yazar Can Aydoğmuş “Tarih tekerrürden ibaret, astroloji de onun bir yansıması” diyor ve 2020 yılındaki tutulmaların önceki yıllara gönderme yaptığını belirterek şöyle devam ediyor: “Orta Çağ Avrupa’sında yaşanılan Kara Veba, dünya savaşı sırasında ortaya çıkan İspanyol gribi, bugün ise koronavirüs. Bu dönem o dönemlerin tekrarı gibi. 2020-2021 ve 2022 aslında birbirine bağlı yıllar. Jüpiter 2020 kasım sonunda Satürn’ün yanına gelerek en zayıf ve en düşük konuma geçti. 21 aralık gecesi de 2 gezegen 800 yıl sonra birleşti. Özgürlük ve bağımsızlık gezegeni Jüpiter’in yeniden güçlü ve iyi konuma geçmesi Nisan 2022’de. Satürn ise 2023 Ocak ayında eski konumuna gelecek. 2020 fragmandı. 2021 ve 2022’de gümbür gümbür!”
SÜREÇ TEKRARLANACAK
“Asıl rahatlama 2023 Ocak’tan sonra başlar. Savaşlar, hastalıklar, ekonomik kriz, salgın ve salgının yarattığı her tür etki 2023’te son bulur. O zamana kadar gezegenler bizi sınamaya devam edecek! Bu süreci doğum sancısına benzetebiliriz. Daha iyiye evirilmek için bu sancıları çekiyoruz. Jüpiter ve Satürn’ün birleşmesi dünyada birçok kurumun yara alacağı, halkla yöneticilerin karşı karşıya kalacağı, kanaat liderlerinin birbirleriyle çatışacağı, gerginliklerin yaşanabileceği, insanların özgürlük duygusunu yitirmiş hissedeceği, korku ve panik yaşanabileceğini gösterir. 2021 Mayıs sonu Jüpiter Satürn’ün yanından çıkacak, gezegenler ters dönmeye başlayacak. Böylelikle ‘bir tık’ nefes alıp, rahatlayacağız. Ama dikkat! Bu genel bir rahatlama değil. 2020 Mayıs- Haziran’ında da böyle oldu, bir anda eski normale dönüldü. Sonrasında virüs etkisini arttırdı, İzmir’de deprem yaşandı. Jüpiter hala düşük konumda olacağından sonrasında benzer süreçler yaşanması olası. Virüsün mutasyona uğraması, depremler, çatışma ve gerginlikler, ekonomik gerileme devam edebilir.”
YENİ KEŞİFLER OLACAK
“Hep kötü değil! Bilimin, teknolojinin öne çıkacağı, yeni keşifler, ilaçlar bulunacağı da bir dönem olacak. Pek çok hastalığın tedavisi, yanı sıra yeni doğal kaynaklar- madenler- antik şehirler (Göbeklitepe gibi) daha önce keşfedilmemiş yerler bulunacak. Zenginliklerimiz artacak. Türkiye esas çıkışı ise 2023 yılının sonuna doğru yaşayacak. Emlak ve toprak değerlenecek. Yeni tarım alanları, fabrikalar açılacak. Deniz ve karada sınırlar genişleyecek. Amerika ve Çin ise ekonomik ve siyasi anlamda zorlu süreçler yaşayacak. İngiltere’yi sıkıntılı günler bekliyor. Orta Doğu’da da yine hareketlenmeler var.”
İYİLİK EDEN İYİLİK BULUR
EV İÇİ BULAŞ YÜZDE 85’E YÜKSELDİ
Sağlık Bakanlığı Toplum Bilimleri Kurulu üyesi Prof. Dr. Mustafa Necmi İlhan en çok görülen bulaş türünün ‘ev içi’ olduğunu söylüyor. Yani ‘Teyzem temiz insandır’ ya da ‘Aman kuzenime ayıp olur’ diyerek akraba, hısım, konu komşu ile görüşmeye devam ettiğiniz sürece risk altındasınız. Prof. Dr. İlhan, “Evdeki kalabalık ne kadar azalırsa bulaş ihtimali de o kadar azalır. Ev içerisindeki bireyler arasında çalışanlar, sürekli dışarıda olmak zorunda olanlar olsa bile çekirdek aile az sayıda bireyden oluştuğu için virüsün yayılma ihtimali dardır. Oysa dışarıdan misafir kabul ettiğinizde ortamdaki kişi sayısı artacak, haliyle bulaş da artacaktır. Ev içi bulaşma oranları yüzde 85’e yükseldi” diyor.
DÜN NEGATİF BUGÜN POZİTİF
“Akrabanız olsa dahi dışarıdan gelen bir kişinin COVID pozitif ya da asemptomatik olmadığını yüzüne bakarak nereden bileceksiniz?” diye soran Prof. Dr. İlhan şöyle devam ediyor: “Bu nedenle yılbaşını çekirdek ailenizle geçirmeniz hem kendi sağlığınız, hem de biz sağlık çalışanlarının yükünü azaltmanız açısından çok önemli. 4 günlük kısıtlama var önümüzde. Bu 4 gün, eğlence zamanı gibi düşünülmesin. ‘Nasıl olsa işyerinde beraberiz, nasıl olsa aşı çıkacak! Bizde toplanıp eğlenelim’ demek büyük risk. Beraber geçirilen zaman uzadıkça, ki 4 gün yani 96 saatten bahsediyoruz, risk de büyümekte. Dün negatif olanın bugün pozitif olmayacağının garantisi yok. Aksi halde yılbaşı sonrası vaka ve ağır hasta sayımızda istenmeyen artışlar görülebilir.”
ÇOCUKLUĞUMUZDAKİ YILBAŞI MÜMKÜN
YAZAR ve profesyonel koç Damla Kunç Koçman, pandemi ile 1 yıldır hepimizin eve kapandığını, değişip dönüştüğümüzü hatırlatıyor. Geri dönüp bakınca aslında çoğumuz “Asla yapmam” dediğimiz birçok duruma uyum sağladık. Koçman “Özdisiplini, özyönetimi olan, kendiyle zaman geçirmeye alışmış kişiler bu süreçte nispeten zorlanmazken buna alışık olmayan, daha çok sosyal hayattan beslenen kişiler hayli zorlandılar. Ama artık hepimiz hayatta kalmanın formülünü biliyoruz”diyor. Yeni bir yılın başlayacağı, umutlarımızın arttığı yılbaşı gecesine gelince... Salgın dolayısıyla bu yıl
'BÖYLE BİR AÇIKLAMAM YOK'Prof. Dr. Ercüment Ovalı COVID-19’a karşı yerli ilaç geliştirmek için karantinaya girmiş ancak sonucunda önerdiği Dornaz Alfa isimli ilaç halihazırda Yeni Zelanda’da kullanımda olması nedeniyle hayli eleştirilmişti. Sonrasında da hiç konuşmadı. Ta ki düne kadar... Ortada ‘Antikor kokteyli’ denilen yeni bir ilaç iddiası olunca hemen aradım. ‘Böyle bir açıklama yaptınız mı?’ diye sordum. Yanıtını virgülüne dokunmadan veriyorum.
ŞAŞKIN VE ÜZGÜNÜM
“23 Nisan’da bir TV kanalına verdiğim röportajdan başka hiç konuşmadım. Bir toplantıda yaptığım bu konuşma da sanki basına demeç vermişim gibi servis edilmiş. Israr ve inatla, anlayamadığım bir şekilde benimle uğraşılıyor. ‘Beni affedin, konuşmak istemiyorum’ dedikçe sanki konuşmuşum, sansasyonel açıklamalar yapmışım gibi haberler çıkıyor. İnanın şaşkın ve üzgünüm. Nasıl bir iştir bu? Anlayamıyorum. Toplantıda konuşulmuş, kulaktan kulağa yayılmış, benim demecimmiş gibi yazılmış. Şunu söyleyeyim böyle bir açıklama yapmadım.” Prof. Dr. Ovalı “Korona oldunuz mu? İyi misiniz? İlaç geliştirdiniz mi?’ gibi sorularıma ise “Ayrıntıya girmeye gerek yok” diyerek yanıt vermedi.
SİNEMANIN YERİNİ SİNEMA DOLDURUR
TÜRKİYE’nin en ünlü yapımcılarından, TIMS&B Prodüksiyon Kurucu Ortağı ve Yönetim Kurulu Başkanı Timur Savcı, “Sinemanın yerini ancak sinema doldurur” diyerek giriyor söze, şöyle de devam ediyor: “Pandemi ile sinema sektörü tamamen durdu. Sinema salonları neredeyse 1 yıldır kapalı ve 2-3 ay daha kapalı kalacağa benziyor. Dijital mecralar, durum itibariyle, 1-0 önde gibi gözükse de sinemanın ölmeyeceğini düşünenlerdenim. Zira mecralar değişebilir, dengeler değişebilir ancak kaliteli ve zengin içeriğe olan ihtiyaç hiçbir zaman değişmez. Elbette dijital platformlarda iyi yapımlar var ve olacaktır da ama bu yapımlar beyazperdeye yansıyan kaliteli ve içerik açısından zengin bir filmin yerini hiçbir zaman tutamayacak. Dijital platformlar bu noktada açık büfeye benziyor biraz! İlk başta seyirciye hayli cazip gelse de bir süre sonra onlarca seçeneğe rağmen tabağın boş kaldığını fark ediyor ve ‘İzleyecek bir şey yok’ demeye başlıyorsunuz. Ayrıca unutulmamalı ki herkesin evinde izlenilen film ya da diziyi görsel şova dönüştürebilecek dev ekranlar, projeksiyonlar, ses sistemleri de yok. Tanımadığınız insanlarla, aynı beyazperdeye bakarak acı, sevinç, hüzün, mutluluk gibi benzer duyguları paylaşıp film izlemek evde TV karşısında ya da bir telefon ekranına bakarak film izlemekten farklı ve keyifli bir deneyim. Lig maçlarına bakın, onun da seyircisiz keyfi yok. Sinema da öyle. Sadece film izlemeye değil o atmosferi yaşamak için sinemaya gider, sosyalleşirsiniz...” diyor.
DÖNÜŞÜMÜZ MUHTEŞEM OLACAK
SİNEMA Yatırımcıları Derneği Genel Sekreteri Fevzi Genç sinemanın dijitale kayma sürecinin pandemi ile hızlandığını söylüyor ve “Ancak hatırlatmak isterim ki biz sinemacılar daha önce yeni teknolojik gelişmeler yaşandığında da benzer durumlarla karşılaştık” diyerek, şöyle devam ediyor: “1950’lerde TV yaygınlaştı. Sinema yok oldu mu? Hayır. Sinema kendini de olumlu anlamda geliştirerek bunu bertaraf etti. Sonra 70’ler sonu- 80’lere gelindiğinde video kaset furyası sonra onun dijitalleşmiş hali, VCD-DVD derken sinema her gelişmeden güçlenerek çıktı. Şimdi de dijital platformlar gündemde. Geçmişi referans alırsak sinema elbette bunu da kendine pay çıkararak; belki seyircisinin bir kısmını oraya bırakıp, kendisine yeni bir seyirci grubu bularak, değişip, evrimleşerek bertaraf edecektir. Sinemacı arkadaşımız Tolga Akıncı şöyle bir örnek vermişti. Ben de o örnekten gideyim. Hepimiz evde kahve yapabiliyoruz, ucuz da... Ama arkadaşımızla kahve içmeye gidiyor muyuz? Gidiyoruz. Neden? Çünkü insan sosyal bir varlık ve sosyalleşmek istiyor. Bundan sonra, bana kalırsa, dijital platformlara yapılan filmler ile sinemada gösterilecekler ayrı olacak. Yüksek bütçeli filmler çekildiği sürece sinema salonları film izleme merkezi olarak kalır. Zira dijital platformlar o yüksek bütçeleri karşılayamazlar.”
SALONLARA DESTEK PAKETİ
Genç, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın
KALP SAĞLIĞINI KORUMANIN 5 ALTIN KURALI
İSTANBUL Florence Nightingale Hastanesi’nden kardiyoloji uzmanı Prof. Dr. Selen Yurdakul salgına rağmen tüm dünyada yaşanan hayat kayıplarının ilk sıradaki sebebinin hâlâ kalp-damar hastalıkları olduğunu ve hele de böylesi bir dönemde kalp sağlığının ihmal edilmemesi gerektiğini söylüyor. Peki ama nasıl? Prof. Dr. Yurdakul’un bugüne kadar kalp sağlığı ile alakalı sorun yaşamayanlar için 5 altın kuralı var.
1)Düzenli ve sağlıklı besleneceğiz: Özellikle fast-food, yağlı yiyecekler, hamur işi ve abur cubur gibi kolesterolü de arttıran yiyeceklerden uzak duracağız. Kilo almamaya özen göstereceğiz.
2)İyi uyuyacağız: Evde kalınan sürede gece geç saatlere kadar oturmak yok! Hele de sabah erken kalkılıyorsa... Yetersiz ve az uyku kalbi yoran etkenlerden biri.
3)Vücudu hareketsiz bırakmayacağız: Maske, mesafe ve hijyene dikkat ederek, mümkünse açık alanda en az 30 dakika yürüyüş şart. Düzenli spor ve egzersiz sağlıklı bir beden sağlar.
4)Sigara içmeyeceğiz: Koronavirüsün sigara içenlere içmeyenlere göre daha kolay bulaştığı bir gerçek. Sigara akciğerlere ve kalbe zarar verir.
5)Stres ve depresyondan uzak duracağız:
VİRÜSÜN GÖÇ ETMESİ ENGELLENEBİLİR
SAĞLIK Bakanlığı Toplum Bilimleri Kurulu üyesi Prof. Dr. Mustafa Necmi İlhan, hafta sonu tam kapanmanın etkisinin 7-10 gün içerisinde etkisini göstereceğini, İstanbul’da vaka sayılarında yaşanan yüzde 25 düşüşün ise kısmi kısıtlamaların sonucu olduğunu söylüyor. ‘Ancak’ diyerek uzunca bir parantez açıyor: “Türkiye geneline baktığımızda Samsun gibi Hatay gibi vaka sayılarının arttığı illerimiz var. O nedenle vaka sayılarındaki düşüşün devamı ve tüm illere yayılması çok önemli. Şu an plato çiziyoruz. Hastalarda 6 bin, vakalarda 30 bin civarında sabitiz. Bu gidişi aşağı yönlü çevirmek zorundayız ki ‘Başardık’ diyebilelim. Bu da kurallara harfiyen uyulması, seyahat yasağı gibi uygulamalarla olabilir.”
GÖRECELİ AZALMA VAR
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı da olan Prof. Dr. İlhan, “Son birkaç gündür bizim fakülteye başvuranların sayısında da göreceli bir azalma gözlemliyoruz. Bunun kalıcı olması için 2 yol var. İlki toplumun kurallara uyması. İkincisi de kamusal anlamda alınacak ekstra önlemler. Ben ikincisine gerek kalmaması için ilk kuralın önemine vurgu yapmak isterim. Çünkü bu yasaklar bizlerin sağlığı için. Mesela şu an! Sizinle konuşurken camdan bakıyorum. Sokağa çıkma yasağı devam etmekte! Ama sitenin bahçesinde ve hemen dışarıdaki yürüme yollarında bir kalabalıklaşma, banklarda koyu bir sohbet var. Oysa zorunlu haller dışında sokağa
çıkılmamalı” diyor.
SEYAHAT YASAĞI UYGULANABİLİR
Salgının başka illere yayılmasının önlenmesi adına şehirlerarası ulaşım kısıtlamasının faydalı olabileceğine dikkat çeken Prof. Dr. İlhan, şöyle devam ediyor: “Zorunluluk ya da görev dışında seyahatin engellenmesi virüsün göç etmesini engelleyebilir. İlla bir yasağa da gerek yok. Toplum bu konuda hassas olmalı. İller arası seyahat haziran ayına kadar yasaktı biliyorsunuz. Yazın gelmesi ve yasağın kalkması ile salgın Anadolu’da da yaygın hale geldi. Tekrarı yaşanmaması için zorunlu haller dışında bir yere kıpırdamamalı. Ayrıca akşam sokağa çıkma kısıtlamaları belki daha da daraltılabilir. Ama önemli olan bu aşamaya gelmemek. Çekirdek aile ile bir süre daha evde kalmak ve ziyaretçi kabul etmemek gerekiyor. Bunu başarabilirsek salgının üstesinden gelebiliriz.”
BU İŞ ARTIK PSİKİYATRİNİN KONUSU
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tufan Tükek, hem Çin hem de Alman aşılarının faz 3 çalışmalarını yapan ekibin de üyesi. Aşı ile ilgili sayısız kongre konuşması ve konferans veren Prof. Dr. Tükek, işin uzmanı olmayan, sürekli komplo teorisi üreten kişilerin özgüvenleri konusunda şaşkın. Söylentilerin Bill Gates’in kimlerin iyileştiğini, kimlerin test edildiğini ve kimlerin aşı olduğunu gösteren ‘dijital sertifikalar’ olabileceğini söylediği bir konuşmayla alevlendiğini belirten Prof. Dr. Tükek, “Ama bu konuşmada kimse mikroçiplerden bahsetmedi. Kaldı ki böyle bir teknoloji de yok. Bu komplo teorilerine inanılıyor olması bizim değil psikiyatrinin konusu artık” diyor.
AKIL ALIR GİBİ DEĞİL
Aşıların kısırlaştırdığı, genetiğimizle oynandığı gibi komplo teorilerinin uzun yıllardır ‘aşı karşıtları’ tarafından çekinmeden kullanıldığını belirten Prof. Dr. Tükek “Yüzyıllardır aşı var. Suçiçeği, kabakulak, kızamık gibi onlarca hastalığı bu sayede yok etmişiz. Aşı olmasaydı herhalde insanlığın sonu gelmişti. Bunları görmeyin; bilimsel hiçbir dayanağı, kimin seslendirdiği belli olmayan teorilere inanın! Akıl alır gibi değil. Sesleri çok çıkıyor olabilir. Sosyal medyayı çok iyi kullanıyor olabilirler ama aşı karşıtları aslında ellerinde bilimsel veri olmayan bir avuç insan” diyerek ülkelerin salgın ile mücadelede çok fazla gücü kalmadığına da dikkat çekiyor.
BAŞKA ÇARE YOK
Şatafatlı hayatları atarlı videolarıyla ‘fenomen’ gerçeği
Şarkıcı deseniz değiller. Oyuncu deseniz o da değil! Üreten insanlar olmadıkları gibi belirli bir meslekleri de yok. Gelin görün ki atarlı videoları, şatafatlı hayatlarıyla milyonlarca takipçileri var. Çıktığı sahnede ağza alınmayacak küfürler eden Murat Övüç, uçaktaki ahlaksız paylaşımıyla gündem olan Kerimcan Durmaz gibi fenomenler nereden çıktı? Dahası biz neden onlara böylesi büyük bir paye veriyoruz? İşte yanıtları...
ESAS PROBLEM FENOMENLERİ TAKİP EDENLERDE
KLİNİK psikolog ve aynı zamanda Yeşilay Genel Başkanvekili de olan Dr. Mehmet Dinç’e “Kim bu fenomenler?” diye soruyorum. Şöyle örneklendiriyor: “Bir alışveriş merkezinde, yüzlerce kişinin arasında bir anda bağırırsanız herkes size bakar. Bir daha bağırsanız yine bakarlar. Bir kez daha bağırsanız bir daha bakarlar. Ancak dördüncüye bağırdığınızda deli muamelesi yapıp bakmayı keserler. Sosyal medya da böyle bir âlem. Bu âlemde en absürt davranışı yapanlar, en absürt sözü söyleyenler bir şekilde dikkat çekiyorlar. İnsanlar 1-2 bakacaklar ama sonra bakmayacaklar. O nedenle fenomenler hep değişiyor ve değişecek. Yok olmaya mahkûmlar çünkü ürettikleri bir şey yok.”
FENOMENLER ASLINDA MAĞDUR
Dr. Dinç, son yıllarda art arda çıkan fenomenlerin ilk başta dikkat çektiğini ancak sonrasında o dikkati kaybetmemek için dillerini ‘ahlaksızlığa’ evirdiklerini söylüyor. Dinç “Çünkü bir noktada tıkanıyorlar. Üretemedikleri ancak ilginin devam etmesini istedikleri için buna yöneliyorlar. Aslında asıl mağdur fenomenler. Çünkü bir şekilde şöhrete, üne kapılmışlar. En absürt halleriyle kişiliklerini pazarlamaktan memnunlar. Burada esas problem, onları takip edip alkışlayan insanlar! ‘Kafamı dağıtmak istiyorum’ ya da ‘Komikler’ diyerek onları takip eden kişilerin kendilerine saygısı yok bence! Bu tarz materyaller sadece zaman öldürmek için takip edilmemeli” diyor.
‘DİJİTAL MAHİR’ İLE BAŞLAYAN YOL
Sosyal medyanın hayatımıza nispeten yeni girdiğini, dolayısıyla nasıl kullanılması gerektiği konusunda bilincin yeni yeni oluşmaya başladığını belirten Dr. Dinç 1997-98 yıllarına dönerek örnekliyor: “Hatırlayın, internet hayatımıza ilk girdiğinde, topluma ilk tanıtımı ‘Dijital Mahir’ üzerinden yapıldı. ‘Hiçbir marifeti olmayan bu Mahir’ bizlere ‘İnternete girersin, tipin iyi olmasa bile dünyanın her yerinden kız tavlarsın’ mesajı verdi. İkinci tanıtım ise e-ticaret üzerinden yapıldı ki bu da ‘Çok para kazanmak mümkün’ mesajıyla verildi. Böylelikle toplumun ilk kodlarına bu 2 temel unsur kazındı.”
YETİŞKİNLER SINIFTA KALDI
Dr. Dinç şöyle devam ediyor: “Bugün bile gençlere ve çocuklara verilen mesaj dijital teknolojilerin faydalı ve verimli kullanılması üzerine değil. Oysa ilk dikkat etmemiz gereken çocuklara bu kültürün doğru aşılanması olmalı. Şunu da söyleyeyim: Dijital teknoloji deyince akla ilk gelen hep çocuklar ve gençler oluyor ama maalesef yetişkinler de çok ciddi sınıfta kaldı. Başarılı rol modelleri olamadılar. Çözümü toplum olarak el ele verilmesi, dijital okuryazarlık bilincine ulaşılmasında görüyorum.”
BASKILADIĞIMIZ YANLARIMIZ VÜCUT BULDU
YAŞAM koçu Merva Onur’a göre ise hayatlarında çeşitli travmalar yaşayıp bir şekilde özgürleşen bu fenomenlerin kendi hakikatlerini hiçbir çekince olmadan ortaya koyması aile, iş ve toplum baskısından dolayı gerçekte yapmak istediklerini yapamayan, başaramayan birçok kişiye içsel bir rahatlama sunuyor. Onur “Hareketlerini sınırlamakta beis görmeyen fenomenlerin birçok takipçisi hayatlarının bir yerinde baskıya uğramış kişilikler. Kişi baskı nedeniyle yapamadığı, söyleyemediği ya da beceremediklerini bir başkasının yapıyor olmasını izlemekten haz duyar. Tüm yaptırımlardan sıyrılan fenomenlerin bu kadar izlenmesinin sırrı onlar aracılığıyla vücut buluyor olmamız” diyor.
BASKICI DEĞİL GÖZLEMCİ OLUN
Onur’un ebeveynlere bir de tavsiyesi var: “Anne-baba ile doğru bir etkileşim varsa çocuk izlediği şeyden sanıldığı kadar çok etkilenmez. O nedenle yasaklayıcı, baskıcı olmak yerine güven ortamı yaratın, diyalog kurun ve takibi de bırakmayın.”
ANTİK YUNAN’DAN BU YANA AYNI
YEDİTEPE Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Billur Ülger: “İlginçtir ki bizim bugün konuştuğumuz bu ‘influencer’ etkisi ikna ve ‘güzel konuşma’ yetisinin sanat olarak ele alındığı antik Yunan düşüncesinden başlar, Alman düşünür Max Weber’in karizmatik lideri belli bir konudaki uzmanlığı ile kendini gösteren kişi değil, kendisinde olağan dışı nitelikler bulunduğuna inanılan kişi olarak tanımlamasına kadar uzanır. Weber’ci çerçeveden bakarsak, toplumların ekonomik veya siyasi açılardan yaşadıkları sıkıntılı dönemler bu tarz kişilerin ortaya çıkması açısından elverişli zamanlardır.
REKLAM VE PAZARLAMA
Şimdi bu gerçeği salgınların, geçim sıkıntısı ve yarınlardan emin olamama halinin yoğun yaşandığı günümüz dahilinde bir düşünün. Hitap ettiği kitlenin seçim ve beğenilerini asla yargılamayan, aksine onların dilinden konuşan hatta konuşurken kendi seçimlerini, beğenilerini dayatan ama bu seçim ve beğenilerin kendisine aitliği de sorunlu olan bu kişilerin ortaya çıkmış olması hiç de garip değil. Ayrıca bu fenomenlerin temel motivasyonu sadece çevrimiçi ortamda fark edilmek ya da kendini göstermek değil; reklam, pazarlama ve halkla ilişkiler dünyasının yüzü olarak belli bir ürün veya markanın tutundurma süreçlerinde yer almaktır da. Dünyada iletişim var olduğu sürece etkilemek, ikna etmek, yönlendirmek de varlığını sürdürecektir. Sadece aktörler ve araçlar değişecektir.”
Haber Yorumlarını Göster
Haber Yorumlarını Gizle