2 fotoğraf 2 farklı yorum

Taliban yönetimindeki Afganistan’dan 2 çocuğuyla kaçan ancak Türkiye-İran sınırında kendi çoraplarını çocuklarının ellerine giydirdiği için donarak ölen Afgan kadının trajik öyküsü çoğumuzun vicdanını yaraladı. Öyle ki Afgan kadının cansız bedeni ve geride bıraktığı 2 çocuğunun fotoğrafını, özellikle de sosyal medyada ‘Vah, vah!’ diyerek paylaşmalara doyamadık! Ancak donarak ölen Afgan anne üzerinden mültecilere duyulan empati bir başka fotoğrafta yerini yine nefrete bıraktı. Aynı gerekçelerle ülkelerinden kaçan Afgan mültecilerin Beyoğlu’ndaki yeni yıl eğlencesine kültürümüzü dejenere ettikleri gerekçesiyle ateş püskürdük. Mültecilere bakışımız konfor alanımıza dokunduğu zaman neden değişiyor? Sordum.

Haberin Devamı

SINIRA DUVAR ÖREREK KÜLTÜRÜ KORUYAMAZSINIZ

Göç, mültecilik ve göç sosyolojisi üzerine araştırmalar, çalışmalar yapan Sakarya Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yusuf Adıgüzel’i arıyorum. ‘Donarak ölen Afgan anne ya da Aylan bebek örneğinde de olduğu gibi mülteci meselesine ancak ortada bir ölüm varsa empati ile yaklaşıyoruz. Eğlendiklerinde ya da ev, iş sahibi olduklarında ise onlardan nefret ediyoruz. Neden?’ sorusunu yönelttim. Prof. Dr. Adıgüzel mülteciliğin bir insanlık sorunu olduğunu belirterek giriyor konuşmasına ve “Yaşam hakkı dünyadaki en temel haktır ve unutulmamalı ki mülteciler de insandır” diyor, şöyle devam ediyor: “Bu insanları donarak ölmek ya da vahşi hayvanlar tarafından parçalanmayı göze alacak kadar böylesi uzun bir yola çıkmaya zorlayan nedenler neler? Önce buna bakmak lazım. Mültecilik sadece bir göç sorunu gibi değerlendirilmemelidir. Bu yaşam hakkı meselesidir. Mülteciliği ortadan kaldırmak mümkün olmadığı gibi azaltmak, engellemek için yapılması gereken de mültecileri suçlamak değildir. ‘Ne yapmalı?’ diyecek olursan da kişileri vatanını terk etmeye, mülteci olmaya iten sebepler ve çözümleri bulunmalı, uluslararası bağlamda harekete geçilmelidir. Yoksa sınıra duvar örerek ya da sınıra dikenli tel çekerek bitirilebilecek bir mesele değil. Göç konusunun en masum tarafı mültecilerken, yanlış politikalar gereği bugün hedef haline gelmişlerdir.”

Haberin Devamı

2 fotoğraf 2 farklı yorum

KÜRESELLEŞME ETKİSİ

En son yılbaşı gecesi Taksim, Beyoğlu’nda eğlenirken videolarını paylaşan Afganistan, Suriye ve Pakistanlı mültecilere kültürümüzü dejenere ettikleri gerekçesiyle tepki gösterildi. Afgan anne ve çocuklarının dramı üzerinden kurulan empati bir anda yerini yine nefret söylemlerine bıraktı. Burada asıl sorun mülteciler mi? Yoksa politikalar mı? Prof. Dr. Adıgüzel, “Kültürümüzü dejenere edecekler korkusu, gelenlerin kültürünün bize benzemediği korkusuyla üretilmiş bir travma, korku. Aslında Türkiye göçmen meselesine pek de yabancı değil. Osmanlı’nın son zamanları ve nihayete ermesinden sonraki süreçte de sürekli göç aldı. Bunların çoğunluğu ortak din ve soy birliğine dayanan göçlerdi. Bu göçler Kafkasya’dan, Kırım’dan gelen ve kültür olarak daha yakın olduğumuzu düşündüğümüz yerlerdendi. Dolayısıyla kültürel olarak bizi riske edeceklerini düşünmedik. Oysa kültür dediğiniz şey sabit duran bir şey değil ki! Aksine değişen, kendini geliştiren bir olgu. Son 10 yılda yaşanan göçler olmasaydı, ‘Bugün hâlâ aynı şekilde yaşardık’ diyebilir misiniz? Hayır. Kültürün dejenere olması mültecilik meselesinden öte küreselleşmenin getirdiği bir durum. Küreselleşmenin etkisi altına aldığı bir dünyada, siz sınırı kapatarak kültürünüzü koruyabilir misiniz?” diye soruyor.

Haberin Devamı

ORTAK BİR DİL YARATMALIYIZ

PROF. Dr. Adıgüzel, kültürel dejenerasyon ve değişimin sadece sınırdan geçen insanla değil eldeki tablet, bilgisayar, telefonla da olacağını söyleyerek, “Bu yeni dünya sadece tek tip kültürde, sadece kendimize benzeyen insanlarla yaşayacağımız sabit bir dünya değil artık. Burada ortak zeminde buluşabilmek için farklılıklara mümkün mertebe saygı duymak gerekiyor. Avrupa için eski olsa da Türkiye için bu yeni bir süreç. 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’ya milyonlarca göçmen geldi. 70 yıldır farklı kültürlerden 50 milyondan fazla göçmen yaşıyor, buna rağmen hâlâ Avrupa’da en önemli meselelerin başında göçmenlik ve göçmen kültürü meselesi geliyor. Türk toplumunun endişesini anlamak, fazla yargılamamak lazım ama öte yandan bu anlayış Türk toplumuna da mültecilere hak-hukuksuzluk yapma hakkını da vermiyor. Birlikte yaşayarak, ortak bir dil yaratacağız. Tabii bu biraz zaman alacak. Kültürel değişim ve dönüşüm geceden sabaha olabilecek bir şey değil” diyor.

Haberin Devamı

2 fotoğraf 2 farklı yorum

BEYOĞLU, OSMANLI KÜLTÜRÜNÜN SON HALKASIYDI

HÜRRİYET’ten İpek İzci, hayatını Beyoğlu’nun tarihini ve önemini anlatmaya adayan mimar ve kent kültürü araştırmacısı Turan Akıncı ile harika bir röportaj yapmış. Konu, Beyoğlu ve kültürel dejenerasyon olunca alıntılamadan edemedim. Akıncı, kültürel dejenerasyonun mülteciler ya da Arap turistlerle başlamadığını bakın nasıl anlatıyor: “Beyoğlu’nu zaten tutamazdık. Çünkü Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan dört kaynağı zaman içinde kuruttuk. 1930’larda başlayan Türkleşme akımıyla önce Levantenleri, 1950’lerden sonra da azınlıkları kaybettik. 1950’den itibaren Cumhuriyet’in genç aydınlık kuşakları caddeye aktı. 1950-1980 arasında tiyatrolar Beyoğlu’nda altın çağını yaşadı. 2000’lerden itibaren ise ruhunu kaybetti. Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan operalar, tiyatrolar, sinemalar, pastaneler, kitabevleri, zaman içinde kapanmaya başladı. Beyoğlu, Osmanlı kültürünün son halkasıydı ve bitti.

 

Yazarın Tüm Yazıları