Demokrasiyi sindirememek (3)

Demokrasideki en büyük ve iflah olmaz engelimiz, demokrasinin bize vesayetle dayatılmış olmasıdır.

Haberin Devamı

2. Dünya Savaşı’nın galipleri ülkeleri taksim edip kendi hinterlantlarına geçirirken, Türkiye Batı bloğunda kaldı. Böylece hem demokrasiye geçecek, hem de NATO’ya girecektik.

Zira Sovyetler Birliği Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istemiş ve Boğazlar’da hak iddia etmişti.

Türkiye yeni paktını belirlemiş ve Sovyetler Birliği’ni ezeli düşman bellemişti.

En büyük düşman komünizmdi ve onun hemen her kış gelme tehlikesi vardı! (Cumhurbaşkanı Celal Bayar öyle diyordu.)

Vesayet altındaki devlet de başlıca bu düşmanlara (komünizm ve irtica) göre donatılıp konumlandırılmıştı. Sivilde oluşturulan başta komünizmle mücadele dernekleri olmak üzere birçok dernek, gençlik örgütleri ve bir kısım medya, halka karşı yürütülen psikolojik savaşlarda tepe tepe kullanıldı.

Haberin Devamı

Biz içeride kendimizi demokrasi diye oyalarken, dışarıdakiler bizim gerçek yüzümüzü biliyor ve ona göre davranıyorlardı. Zira yegâne muhatapları askerlerdi ve her istediklerini onlar vasıtasıyla pekâlâ yaptırabiliyorlardı.

ABD yüzümüze karşı dost ve müttefikimiz görünüyor, gerçekte ise Türkiye’nin boğuştuğu terör örgütlerini eğitip, donatıp üzerimize salıyordu. On yıllardır bu örgütlerin en büyüklerinden PKK’yı dışarıdan, FETÖ’yü de içeriden başımıza bela etmişti.

Vesayetin ilk kırılma noktası yeni bin yılla (milenyum) başladı. 25 Şubat 2003’te TBMM’ye sunulup Genel Kurul’da reddedilen (Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için hükümete yetki verilmesine ilişkin başbakanlık tezkeresi) tezkere ile ilk defa Hanya’yı Konya’yı gören ABD, şunu söylemek zorunda kalmıştır: “Türk askeri liderlik rolünü üstlenmemiştir!”

Yani Türkiye’de iktidar (muktedir olan-lider), ne hükümet ve ne de TBMM’dir, hepsinin üstünde liderlik konumunda olan askerdir! Bunu açıkça itiraf etmekten çekinmediler.

Atanmışlarla seçilmişlerin yetki ve sorumluluklarına baktığımızda, Türkiye’de demokrasinin henüz alfabesinde olduğumuzu görürüz. Kâğıt üzerinde Genelkurmay başkanları Başbakan’a bağlıdır. Ama daha düne kadar, YAŞ toplantılarında masanın başında Başbakan’la Genelkurmay Başkanı eşit düzlemde iki ayrı koltukta yan yana otururlardı.

Haberin Devamı

Hepsinden daha önemlisi, bu ‘güdük’ demokrasiyi bile bize çok gördüler. Her on yılda bir kesintiye uğratıp, veremi gösterip sıtmaya razı ettiler. TSK meşhur 35. maddeden kendine vazife çıkarıp darbe yapıyordu. Zira “Cumhuriyet’i koruyup kollamak”tan bunu anlıyordu!

Yaptıkları darbeyi de milletin gözünde sözde meşru gösterebilmek için ‘bayram’ ilan ediyorlardı. 27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı’nı bu millete 20 sene kutlattılar. Milletin yarısı bayram ederken diğer bir yarası kan ağlıyordu.

Sekiz kez askeri müdahalenin olduğu son 70 yıllık serencamımıza bakınca, buna demokrasi tarihi yerine darbeler tarihi dense yeridir. Zira sivil idarelerin yapabildiği, Süleyman Demirel’in ifade ettiği gibi, selden kütük kapmak ve yine kendi tabiriyle ‘rodeoculuk’ yapmak olmuştur.

Haberin Devamı

Köşe kapmaca oyununun adı ne zamandan beri demokrasidir?

Yanlış anlaşılan 35. madde, “yurtdışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunma” şeklinde değiştirilerek darbelerin önü kesildi ve demokrasimiz bu kepazelikten kurtarıldı.

Bitti mi? Her şey sütliman mı peki?

Nerdee!

Bizdeki darbeler yedi başlı ejderhadır.

Son denenen FETÖ’ydü. Sittin senedir koynumuzda besleyip büyüttüğümüz ejderhanın bu başı ile daha çok işimiz var!

Zira mensupları sayıca milyonları bulan bu örgütün militanlarından bir tekinin bile pişman olduğunu (itirafçılar başka, onlar kendilerini kurtarmak adına yapıyor) görmedik ve duymadık!

Yazarın Tüm Yazıları