Burjuva evinde hüzün

1894 yılında iki genç adam, Brüksel’in o dönemde en önemli caddesi olan Avenue Louis’in daha sonra 224 numarası olacak arsanın önünde bir araya geldi.

Haberin Devamı

Birini adı Arman Solvay’di...

Ötekinin ise Victor Horta...
Solvay 29 yaşındaydı... Horta ise 33...

 

MİMARLIK TARİHİNİN EN İLGİNÇ ANLARINDAN BİRİ

 

Bu iki erkeğin o gün yaptığı görüşme, mimarlık tarihinin en ilginç anlarından biriydi.
Arman Solvay çok genç yaşta olmasına rağmen, dünyanın en ünlü işadamlarından biriydi.
Çünkü o yıllarda en çok kullanılan maddelerden biri olan soda maddesini, kimyasal olarak üretme formülünü bulmuş ve bundan muazzam bir servet yapmıştı.
Victor Horta ise yeni tanınmaya başlayan modern bir mimardı.
Herkes onu, bir başka zengine ait olan ve “Tassel evi” olarak bilinen binanın mimarı olarak tanıyordu.
Louis Caddesi’nin 224 numarası olarak tarihe geçecek olan bu bina ise onu bütün dünyaya “Art Nouveau” (Yeni Sanat) olarak geçecek akımın en büyük öncülerinden biri olarak tanıtacaktı.

 

Haberin Devamı

Burjuva evinde hüzün


DÜNYA TARİHİ BÖYLE BİR ANLAŞMA GÖRMÜŞ MÜDÜR

 


Dünya tarihi böyle bir anlaşma görmüş müdür, ben bilmiyorum.
Çünkü işi veren işadamı, işi alan mimara şunu söylemişti:
“Ne zaman sınırın var, ne de para...”
İki adam da hayalperestti ve hayallerin sınırı gökyüzüydü...
1894’te başlayan inşaat 1903 yılında bittiğinde, Brüksel burjuvazisi şaşkınlık içindeydi.
O güne kadar böyle bir ev görmemişlerdi.

 

Burjuva evinde hüzün

 

Bugüne müze olarak kalmış

 

 

24 Şubat Çarşamba günü, Avenue Louis’in 224 numaralı binasından içeri girerken, ev sahibi hakkında bildiğim tek şey, kimyasal sodanın mucidi oluşuydu.
Art Nouveau düşkünü olmamakla birlikte Victor Horta ise mimarlığa olan amatör düşkünlüğümün “Büyük hayalperestler abidesi”ndeki isimlerden biriydi.
Müze haline getirilen evlerin kendine has bir hüznü vardır.
Ferzan Özpetek’in filmindeki gibi, hüzünlü hayaletler dolaşır o evlerde.
Girişteki geniş merdivenlere oturup evi seyrediyorum.
Bir insan bu evde yaşamak ister mi, pek emin değilim.
Ama bir insan geleceğe böyle bir eser bırakmak ister mi derseniz, kesinlikle evet derim.
Bu ev, geriye bıraktığı o hüzne değer.
Thomas Mann’ın “Buddenbrooklar: Bir Ailenin Çöküşü” romanını okuduğumdan beri nedense hafızama şöyle bir duygu yerleşmişti.
Her burjuva ailenin mutlaka hüzünlü bir hikâyesi vardır.
İzmir’in en ünlü Levanten ailelerinden Giroud’ların son fertlerinden birinin hikâyesi, hafızamdaki bu inancı kuvvetlendirmişti.
Her şeyini kaybeden Giroud satışa çıkardığı evini görmeye gelen aileden izin isteyip yan odaya geçmiş ve orada intihar etmişti.
Bu evde de öyle intiharların izlerini gördüm nedense...
Dram daha eve taşındıklarında başlamış.
Arman Solvay eşine evi ilk gösterdiğinde ondan şu tepki gelmiş:
“Ben tanıdıklarımı böyle bir eve nasıl davet ederim...”
Zamanın paradigmalarını, düşünce kalıplarını, alışkanlıkları kırmak kolay değildir.
Ama merdivenlerine oturup etrafı süzdüğüm bu ev hakkındaki izlenimim, evin hanımınınkinden farklı değildi.
Evet bu ev müze olmak üzere tasarlanmış.
Yani içinde yaşayanların değil, o evi tasarlayan adamın hatırası bu ev...
İki el değiştirdikten sonra bugüne müze olarak kalmış.

 

 

Haberin Devamı

HORTA DERSLERİ

 


İnsan günde 12 bin litre hava teneffüs edermiş

 


EV yeniliklerle dolu.
Mesela havalandırma sistemi...
O yıllarda Brüksel’de havalandırma sistemi biliniyormuş. Ancak ısıtma sistemlerine bağlı değilmiş.
Horta, bu iki sistemi birbirine bağlıyor. Üstelik makinesiz sessiz bir sistem ve pencerelerden bağımsız çalışıyor.
Böylece pencereleri açmadan da içeriye yeterince temiz hava girmesi sağlanıyor.
Bu arada onun hazırlık bilgilerinden öğreniyorum ki, bir insan günde 12 bin litre hava teneffüs edermiş.
Evde bu tür hizmetlerin hepsi görünmez hale getirilmiş.
O nedenle binanın üçte biri, çalışanların ve teknik malzemenin görünmemesi için ayrılmış.

 

 

Haberin Devamı


HIZLI GELİŞİM

 

 

Atlı araba için tasarlanmış ama ilk giren otomobil olmuş

 


BİNANIN ana kapısından giren yol, atlı arabalar için tasarlanmış. Ancak binanın inşaatı sırasında Brüksel’e ilk otomobiller gelince, atlar için ayrılan yol ve ahırlar müştemilat haline çevrilmiş.
Brüksel’de elektrik kullanılan ilk bina da bu olmuş.
O nedenle Louis Caddesi binayı görmek isteyenlerle dolup taşmış.

 

 


Duvardaki iki elin bana anlattığı güzel hikâye

 

Burjuva evinde hüzün


ÜLKER Grubu’nun genç CEO’su Cem Karakaş, fotoğrafı uzatıp “Bu nedir” diye soruyor.
Fotoğrafta sadece iki el görünüyor.
Daha doğrusu el sıkışan iki el...
“Bu fotoğraf, Godiva’nın CEO’su Mohamed Elsarky’nin odasının duvarında asılı...” diyor.
Sonra fotoğrafın bütününü gösteriyor.
El sıkışan iki kişiden biri, Ülker Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, öteki ise Godiva’nın kurucu ailesinin üyesi Pierre Draps...


* * *

Haberin Devamı


Geçen çarşamba akşamı Ülker’in satın aldığı dünya markası Godiva’nın 90’ıncı kuruluş gecesi yemeğindeydim.
Ülker bu şirketi aileden değil, onların daha önce sattığı Kellogs grubundan aldı.
Ama gidip aileyi ziyaret etmişler ve kendilerini tanıtmışlar.
Pierre Draps 2012 yılında ölünceye kadar ilişkileri devam etmiş ve ailenin hatırası, şirketin bir numaralı yöneticisinin duvarında böyle yaşatılıyor.


* * *


Bir Türk şirketinin Godiva gibi bir markayı satın almasından gurur duymuştum.
Bu davranışları ise Draps ailesi kadar beni de etkiledi.
Güzel hareketler bunlar... İnsanı ve şirketleri büyüten hareketler.


* * *


O gece masamızda Pierre Draps’ın torunu ve kocası da vardı.
Bizzat onun ağzından da şunu işittim:
“Dedem Murat
Ülker’le tanıştıktan sonra şunu söyledi: İçim rahat, Godiva iyi insanların ellerinde...”


* * *

Haberin Devamı


“İyi insan...”
Başkalarının gözünde, “başarılı insan” olmaktan bile daha güzel iki kelime değil mi...

 

 


Sahibi Türk, marka Belçikalı, masada Belçikalı bir bakan

 

 

GODIVA çikolatalarının 90’ıncı kuruluş gecesinde masamda Ülker’in CEO’su Cem Karakaş, Global İletişim Direktörü Zuhal Şeker, Godiva CEO’su Mohamed Elsarky, kurucu ailenin torunu ve kocası ile Belçika’nın en tanınmış modern sanatçılarından biri olan Oli-B ile nişanlısı oturuyor.
Onu çok iyi bir sokak sanatçısı olarak da biliyorum.
Godiva’nın 90’ıncı yıl hatıra kutusunun kapağını o çizmiş.
Masanın baş misafiri ise Belçika Dışişleri Bakanı Didier Reynders ve eşi.
Çok sempatik, pozitif enerji dolu mütevazı bir insan.
Godiva markasının Belçika için ifade ettiği önemi göstermek üzere orada bulunuyor.
O gece onunla politika dışında harika şeyler konuşuyoruz.
Gastronomi ve şarap konusunda çok bilgili.
Mesela ondan, geçen yıl tanışıp yemek yediğim, Paris’teki Four Seasons otelinin restoranı Le Cinq’in yeni şefi ile ilgili bir haberi öğreniyorum.
Le Doyen’den transfer edilen yeni şefi Christian Le Squer geldikten sonra restoran 2 Michelin yıldızını üçe çıkarmış.

 

 


‘Belçika’nın en önemli markası hangisi’ dedim şaşırtıcı bir cevap aldım

 

 

DIŞİŞLERİ Bakanı’na “Belçika’nın en önemli markası hangisidir” diye soruyorum...
Bana çok şaşırtıcı bir cevap veriyor:
“Spa...”
Şifalı sularla bakım ve tedavi anlamına gelen bu kelimenin Latince “Spargere” kelimesinden geldiğini sanıyordum.
Meğer Belçika’da Spa kasabasından geliyormuş.
Kasabanın Roma dönemindeki adı “Aquae Spadanee”ymiş...
Biraz araştırdım, gerçekten öyleymiş.
Şahane bir geceydi.
Godiva’nın 5 çikolata şefi de oradaydı.
Mavi Jeans’in o harika sloganını hatırladım.
“Bu Türkler de çok oluyor artık.”
Dünyaya açılan Türkleri gururla izlemeye ve sizlere anlatmaya devam edeceğim.

Yazarın Tüm Yazıları