Erdal İpekeşen

Berlin Turizm Fuarı’ndaki Türk başarısına Ankara’da ortak oldu

18 Mart 2012
Geçen hafta 7 Mart’ta başlayıp, 12 Mart’ta sona eren “ITB Berlin 2012 Turizm Fuarı” için Almanya’nın başkenti Berlin’deydim.

Bu fuar turizm sektörünün dünyadaki en büyük organizasyonu olarak kabul ediliyor ki, ben de beş kıtadan 188 ülke ile 11 bini aşkın firma ve kuruluşun turist çekme yarışına tanıklık ettim. Türkiye ise yoğun katılımı ve dev stantlarıyla dikkat çeken ülkelerden biriydi. İlk üç gün sadece sektör temsilcileri ve turizm profesyonellerinin ziyaretine açık olan “ITB Berlin 2012”nin son iki günü ise normal vatandaşı, yani tatilcileri ağırladı.
Bu yıl 46’ncısı düzenlenen ITB Berlin Turizm Fuarı’na Türkiye’den tur operatörleri, oteller, uçak şirketleri başta olmak üzere bakanlık, yerel yönetim ve turizm örgütleri katıldı. Berlin’de Messe bölgesindeki 160 bin metrekarelik dev binada 26 salondan oluşan fuar alanında 188 ülke, birbirinden güzel hazırlanmış stantlarda tanıtım argümanlarını sundu. Stantlarda tanıtıcı hediyelik eşya ve yiyecek içecek ikramları yapılırken, otantik kıyafetlerle sunulan müzikli gösteriler ve ikramlar ziyaretçilere sergilendi. Bu sunumlardan birini de Kültür ve Turizm Bakanlığı ile ortak proje yürüten Tempo Travel Dergisi Almanca versiyonuyla yaptı.

DERGİ ELLERİNDEN DÜŞMEDİ

Türkiye stantlarında ziyaretçilere ücretsiz olarak dağıtılan Almanca Tempo Travel ülkemizin bütün güzelliklerini sayfalarına taşımıştı ki, içerikte Ankara’da vardı. Fuarı çok sayıda ülkeden binlerce gazeteci izlerken, basının rahat görev yapabilmesi için tam donanımlı hizmet veren medya merkezinde dağıtılan Tempo Travel dergisi kapış kapış gitti. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın Türkiye standını gezerken dergiyi elinden düşürmemesi, Türkiye’nin Almanya Büyükelçisi Hüseyin Avni Karslıoğlu’nun eseri bakanlık standından herkesin edinmesi için tavsiyede bulunması, binlerce Tempo Travel’in iki günde tükenmesine neden oldu.
Üstelik Ankara, Vali Alaaddin Yüksel’in gayretleriyle İstanbul’daki EMİT Turizm Fuarı’ndan sonra ilk kez bir dünya fuarında kendine ait stantlarda kenti tanıtma gayretine girdi. Doğrusu başarılı da oldu. Çok değil, bundan birkaç ay önce turizm için büyük gayret sarf eden Vali Yüksel’i bir kenarda tutup, Başkentteki belediyeleri, sektör temsilcilerini, kamu ve özel kuruluşları eleştirmiştim. Bu eleştirimin ne kadar doğru olduğu ise Berlin Turizm Fuarı’nda gözler önüne serildi. Ankara Stanttı da, Tempo Travel dergisindeki Ankara’ya yönelik yazılarda büyük ilgi gördü. Almanlarda merak uyandırdı, hevesi ve tur rezervasyonlarını arttırdı.

İSPANYA İLE TÜRKİYE BAŞI ÇEKİYOR

Dünyadaki mali kriz ve huzursuzluklara rağmen, turizmciler dünya genelinde geçen yıla oranla daha fazla turist bekliyor. Turistlerin en fazla tercih ettikleri tatil ülkeleri arasında İspanya ile Türkiye başı çekerken, Ukrayna ve Hırvatistan’ın adı da sıkça anılıyor. Birleşmiş Milletler Dünya Turizm Örgütü’nün verilerine göre, 2012 yılında dünya genelinde bir milyarın üzerinde kişinin seyahat etmesi bekleniyor. Tahminlere göre, 2012 yılında dünya genelindeki turist sayısının geçen yıla göre yüzde 3-4 oranında artması hesaplanıyor. Bu artış geçen yıl yüzde 4,4 olmuştu.

Yazının Devamını Oku

Yazarımız yurtdışında olduğundan bu haftaki yazısını yazamamıştır

11 Mart 2012
Yazarımız yurtdışında olduğundan bu haftaki yazısını yazamamıştır.

 

Yazının Devamını Oku

Kar esaretinin acısını Shopping Fest ile çıkaracağız

4 Mart 2012
Kara kışa, dolayısıyla evlere teslim olduğumuz bu günlerde içinizi ısıtacak sıcak bir haber vereyim.

Dişinizi iki ay daha sıkın, haftalardır mahrum kaldığınız sosyal hayat birçok sürprizle ayağınıza gelecek. Hem de öyle bir gelecek ki bir ay boyunca her akşam eve bile girmek istemeyeceksiniz. Daha da merakta bırakmadan konuyu aktarayım.
Bizleri 8 Haziran’da başlayıp, Temmuz ayının başında bitecek önemli bir festival bekliyor. Öyle bir festival ki her gününüzü, hatta her saatinizi dolu dolu yaşayacağınız etkinliklerle dolu... Dünyada marka kent olan birçok şehirde gördüğümüz alışveriş festivallerinin bir benzeri Ankara’da gerçekleşiyor. Üç hafta sürecek Shopping Fest ile şehrin dört bir yanında yer alan alışveriş merkezleri ile caddeler ve yüzlerce mağaza etkinliklerin merkezi olacak.
Ankara Shopping Fest kapsamında kenti baştanbaşa saracak şaşırtıcı indirimlere, konserler, büyük çekilişler, sokak etkinlikleri, görkemli ışık gösterileri eşlik edecek. Alışveriş merkezlerinin gece geç saatlere kadar açık olacağı Ankara Shopping Fest kapsamında, her hafta sonu iki AVM dönüşümlü olarak, gece geç saatlere kadar alışveriş tutkunlarının hizmetinde olacak.

BU FESTİVALLE HERKES KAZANACAK

Sokak şenlikleri, konserler, çekilişler, kültür sanat performansları, gösteriler, çocuklara özel etkinlikler, partiler, yarışmalar, moda gösterileri ve defileler Ankara’yı karnaval şehri haline getirecek. Ayrıca Shopping Fest, sürpriz isimlerin yer alacağı çok büyük bir konserle açılacak. Yüzlerce yerli ve yabancı markanın Ankara’da baştanbaşa bir alışveriş rüzgârı estireceği festival kapsamında yapılan alışverişlerde gerçekleştirilecek çekilişlerle, yüzlerce alışverişçi büyük sürpriz hediyelerin de sahibi olacak.

GELENEKSEL ANKARA ÇARŞILARI DA UNUTULMADI

Bu festival gelenekselliğinden ödün vermeyen, bulunduğu mekanın tarihi dokusuna tam uyum gösteren yerleri de kapsayacak. Bu yerlerin en başında da bakır ustalarının zanaatlarını gerçekleştirdikleri atölyeler ve antika eşyalar satan dükkanların yer aldığı tarihi Ankara Kalesi geliyor. Biliyorsunuz, hemen hemen her türlü takı ile aksesuarın ve kişiye özel tasarım ürünlerinin yanı sıra antika ev eşyalarının satıldığı Kale, yıllardan beri canlandırılmaya çalışılıyordu. Bu olanaktan Pirinç Han, Koyun Pazarı Yokuşu gibi özel mekanlarda nasiplenecek.

ANKARA ALIŞVERİŞ CENNETİ OLACAK

Yazının Devamını Oku

Bu alt yapı ve dünya görüşüyle turizmden pay kapabilirler mi

26 Şubat 2012
Dünyanın sayılı turizm fuarlarından biri olan EMITT Doğu Akdeniz Uluslararası Turizm ve Seyahat Fuarı, kısa bir süre önce İstanbul’da gerçekleşti. 60 ülkeden, yüzlerce turizm merkezinin katıldığı fuarda Ankara da vardı. Üstelik yoğun bir tanıtım atağı başlatarak... Açıkçası, Ankara’nın turizme yönelmesi bu güne kadar beklediğimiz bir girişimdi ki, sektör adına umutları yeşertti. Ancak fuarda yer alan birçok şehir gibi bazı Ankara ilçelerinin de stant kurması ilgimi çekti. Bunlardan biri de Keçiören Belediyesi’ydi.
Kendi anlatımlarıyla aktarıyorum, fuarda doğal güzelliklerini, kültürel çalışmalarını ve etkinliklerini tanıtmak istemişlerdi. Hatta gaza gelen Keçiören Belediye Başkanı Mustafa Ak, “Bu fuarda yer almış olmak bizim için önemlidir, ancak Keçiören’in varlığı fuarı takip eden katılımcılar için de ciddi bir kazanımdır. Keçiören uluslararası çapta önemli bir sempati alanına sahiptir” sözleriyle başlayan basın açıklamasını yapmakta bir sakınca görmedi.
Bu iddialı sözler üzerine belediye yetkililerine ve tüm Ankaralılara ufak bir sorum olacak. Aslında bu sorumu turizm pastasından pay kapmak isteyen Anadolu’nun birçok ilinin belediye başkanına da yöneltiyorum. Turizmden nasiplenmek istiyorsunuz da, bunun için dünya görünüşünüz ve alt yapınız yeterli mi? İsterseniz bu sorunun yanıtını Keçiören üzerinden giderek araştıralım. Öncesinde de yaklaşık 850 bin kişinin yaşadığı Keçiören’i geçmişten bu güne tanıyalım.

KEÇİÖREN’İN İSMİ NEREDEN GELİYOR?

Keçiören’in isminin nasıl oluştuğu konusunda bir sürü rivayet var. Akla en mantıklı geleni ise “keçi’lerin ören yeri” tanımlamasının birleşmesinden oluşması. Maziye yönelik denilen o ki, bir dönem tarihi Ankara şehrinin etrafı dağlarla, zümrüt yeşili alanlarla kaplıymış ki Keçiören’de bağlarıyla bu güzelliğe katılmış. Hatta bağlarında otuzun üzerinde üzüm çeşidi yetiştiği için önemli bir merkezmiş. Gecekondulaşmanın ilk görünmeye başladığı 1955’li yıllardan önce temiz havası ve ünlü bağlarıyla adeta bir sayfiye yeri gibiymiş.
Dahası Ankara’nın ticaretini elinde bulunduran gayrimüslimlerin sahibi olduğu evler sayesinde zengin bir görüntüsü varmış. Belki de bu yüzden Milli Mücadele esnasında ve Cumhuriyetin ilk yıllarında pek çok ünlü isim yerleşmek için Keçiören’i tercih etmiş. Daha sonraki yıllarda çok güzel mahallelere sahip gayrimüslimler Keçiören’den ayrılıp, ya diğer semtlere ya da ülke dışına taşınmaya başlamış. Yerlerine ise Başkent’e Anadolu’nun dört bir tarafından göç edenler yerleşmiş.

İLÇENİN KADERİNİ BAŞBAKAN DEĞİŞTİRDİ

Bundan 15 yıl öncesine kadar gittiğimiz zaman ise Keçiören Ankara’nın varoş mahallelerinden biri olarak ün salıyordu. Son yıllarda ise şelaleler ve Estergon Kalesi’yle semtin görüntüsü bir hayli değişti. Keçiören’in kaderindeki asıl değişiklik ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ikamet adresi olarak bu semti seçmesiyle yaşandı. Şimdi dönelim EMITT Fuarı’na ve katılımcılardan biri olan Keçiören’e...
Sizce Keçiören’in turizm alanındaki en büyük silahı nedir? Şehircilik anlamında görkemli yapıları mı, yoksa doğal güzellikleri mi? Ya da tarihi ve turistik birikimi mi? Şimdi bunlara “Evet” yanıtını versek, kimse inanır mı? Zira, çarpık yapılaşma, talan edilen doğa, ancak resimlerde görebildiğimiz üzüm bağları ve en önemlisi alkolden arındırılmış sosyal yaşam, turizm iddiasını havada bırakmıyor mu?

TURİST ALKOLÜ BULURSA DAYAK YER Mİ?

Arzu edenler Keçiören’i boydan boya gezsin, alkol servisinin yapıldığı tek bir restoran, kafe ve müzikhol bulursa bana da haber versin. Üstelik birkaç tane büyük zincir market hariç hiçbir mekanında bira dahil alkollü içecekler satılmıyor. Akşam karanlığı çöktüğünde ise sosyalleşme adına gidilebilecek kebapçılar ve sinema salonu dışında işletme yok.
Şimdi bazılarınız “Alkole takmış, koca bir ilçeyi diline doluyor” diyebilirsiniz. Benim derdim alkol filan değil. Anlatmak istediğim esas konu, tıpkı Anadolu’nun birçok şehrinde olduğu gibi mahalle baskısı. Çok değil, birkaç yıl önce alkol satıyor diye belediye elemanlarınca bir market sahibi dövülmedi mi? Hal böyleyken turist ilçeye niye gitsin? İstediğini yiyip, içip, gezemeyecekse ve park dışında bir yapı göremeyecekse neden gelsin? Üstelik ilçe turist için sosyal yaşam yönünden öylesine sönük ki, konaklamak için tercih edilecek otel dahi yok denecek kadar az.

BİR ZAMANLAR SOFRALAR KURULURDU

Sonuçta parkta yürümek, çakma Estergon Kalesi’nde dolaşmak ve manzarası kısıtlı teleferiğe binmek için hiçbir turist Keçiören’i tercih etmez. Geriye bir tek evini Keçiören’e taşıyan Başbakan kalıyor ki, o da İstanbul’daki adresinde daha mutlu olduğu için Ankara’ya çok az geliyor. Geldiğinde de Başbakanlık binası, Meclis ve davetler derken evine çok geç ulaşıyor.
Sözün özü, tarihten gelen mirasına sahip çıkan, bulunduğu konumu sosyal yönden de güçlendiren bir Keçiören turist de çeker, cazibe merkezi de olur. Böyle devam ederse de bırakın dışarıdan gelecekleri, yemek-içmek ve eğlenmek için Çankaya, Yenimahalle gibi ilçeleri tercih eden Keçiörenliler gün gelir mahalle baskısından söz eder.
Bir de ufak hatırlatmada bulunayım; Keçiören’in geçmişteki sahipleri bu üzüm bağlarını sırf meyvesi için değil, sirkesi ve şarabı için de koruyorlardı. Hatta Ankara, Osmanlı sancağı iken Çubuk çayının geçtiği yerlerdeki çilingir sofraları halen dilden dile dolaşıyor.
Yazının Devamını Oku

Bir yüz nakli de golfün kraliçelerini ağırlayacak Belek’de gerçekleşti

19 Şubat 2012
Kış ayları gelince kayak merkezlerine doğru seyahat etmeyi sevenlerden biriydim. Kartalkaya, Palandöken, Davraz derken bir iki günlüğüne gider, turizmin farklı destinasyonunu hazırladığım sayfalara taşırdım. İnanın artık kar buz görmekten içime fenalık geldi. Tıpkı kara teslim olmuş ve bezmiş tüm Ankaralılar gibi... Hepimiz güneşi, buzdan arınmış kaldırımları, aracımızın güvenle seyrettiği yolları, tabanı kösele ayakkabılarla şehri dolaşmayı özledik. İşte bu duygular içindeyken geçen hafta gelen bir davet ruh halimi değiştirdi. N’PR İletişim’in sahibi Nur Başnur Antalya’ya iki günlük bir davet için gelip, gelemeyeceğimi sorduğunda tereddütsüz “Evet” yanıtını verdim.
Antalya’nın sıcak yüzü Belek’teki Calista Otel’de soluğu almamla, tepemizde ışıl ışıl parlayan güneşin altına gömlekle çıkmam bir oldu. İliklerime kadar ısınmış, yemyeşil çimlerde özgürce yürümeye başlamış ve buzu sadece kola içtiğim bardağın içinde görür olmuştum. Sözü fazla uzatmadan davetin sebebini de aktarayım. National Golf Kulübü Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Göktuna; Şubat ayında Avustralya’da start alan Ladies European Tour’un 10 -13 Mayıs tarihleri arasında Türkiye’de gerçekleşecek dördüncü ayağını anlatmak için değişik gazetelerde çalışan altı yazarı davet etmişti. Konuyu biraz daha açmam gerekirse golfün kraliçelerinin dünyanın en prestijli müsabakalarından biri olan “Avrupa Bayanlar Golf Turnuvası”nın Antalya ayağındaki kapışmalarının ön bilgisini veriyordu. Mayıs ayında National Golf Kulübü’nde 30 ülkeden 126 profesyonel kadın golfçü katılacakmış ve ülkemizin tanıtımına büyüm katkı sağlayacakmış.
TURGUT ÖZAL’IN KULAĞINA FISILDAYANLARDAN BİRİYDİ
Şimdilik şampiyonanın bilgileri bu kadarla sınırlı kalsın ve esas değinmek istediğim konuya gireyim. Bülent Göktuna Türk turizmi için önemli isimlerden biri. Zira enternasyonal birikimi, rahmetli Turgut Özal ile yakınlığı ülke turizmine, özellikle de Belek bölgesine önemli kazanımlar getirdi. 1980’lerin sonunda helikopter ile Antalya semalarında gezen ve o sıralar bataklık konumundaki Belek’in üzerinde uçarken Turgut Özal’ın kulağına turizm bölgesi olabilir suflesini veren isimlerden biriydi. O esnada Cumhurbaşkanlığı Basın Danışmanlığı görevini yürüten gazeteci ağabeyim Can Pulak’la birlikte Özal’ın ilgisini Belek’e yöneltmeyi becermişti. 1994 yılında ise yine bir ilki gerçekleştirip, 920 dönüm arazi üzerine ülkemizin uluslararası golf turnuvalarının oynanmasını sağlayan dünya standartlarına uygun ilk golf kulübü National’i kurmuştu. Sonrası malum. Belek bugün 14 dev golf tesisiyle dünya pazarında önemli bir yere sahip.
BONEY M’İ ÜLKEMİZE İLK O GETİRMİŞTİ
Kendisini de o yıllardan tanırım. Golfü, Türkiye de tanıtmak ve yaymak için ne büyük çabalar sarf etmişti. Hatırlıyorum ilgi çekmek için kulübün bir bölümünde kocamadan gece kulübü yapıp, dünyaca ünlü Boney M’i getirmiş, konserler düzenlemişti. Amacı ise gençleri müzik ve eğlence yoluyla golfe alıştırmaktı. Tansu Çiller’in Başbakanlığı döneminde ise İngiltere’nin o sıralar başbakanlığını üstlenen Margaret Thatcher’i Türkiye’ye davet edip, sıcak ilişkiler kurulmasını sağlamıştı. İngiliz başbakanla yakınlığı ise iş yaşamında ortak olduğu Thatcher’in oğlu Mark Thatcher sayesinde oluşmuştu. Bu son gidişimde kendisine ortaklığının halen sürüp sürmediğini sordum. “10 yıldır ne özel yaşamımda, ne de iş hayatında hiçbir ilişkim kalmadı” cevabını verdi ki, doğrusu devamını getireceğim birçok soru rafta kaldı. Zira Thatcher’in oğlu, dünya medyasında yolsuzluklarla anıldı, Ekvator Ginesi askeri darbesinde oynadığı rolden dolayı para cezası ve 4 senelik askıya alınmış hapis cezasına çarptırıldı. Ayrıca Afrika ülkelerinde paralı askerler organize ettiğine yönelik suçlamalara hedef oldu.
YETİŞTİRME YURDUNDAN GOLF SAHALARINA
National Kulüb’e ziyaretim esnasında ilgimi çeken en önemli olay da, yaşları 7 ile 17 arasında değişen, aralarında Antalya Yetiştirme Yurdu’ndan 13 çocuğun da bulunduğu 80 öğrencinin geleceğin golfçüleri olarak yetiştirilmesiydi. Hafta sonları ve diğer tüm tatil günlerinde zamanlarını National Golf Kulübü’nde geçiren çocuklar, golf sporunun yanı sıra, yeme-içme, yabancı dil, görgü kuralları gibi bir çok konuda profesyoneller tarafından eğitiliyorlardı. Çocukların birçoğu şimdiden Türkiye Liginde oynamaya hak kazanıp, 16 yaş altı milli takım kadrolarında yer alıyordu. İçlerinden biri kız, üçü erkek olmak üzere dört öğrenci ise şimdiden uluslararası turnuvalarda ülkemizi temsil etmeye başlamış.
Yazar arkadaşlarımdan bazıları konuya sosyolojik yönden girip, fakir ailelere mensup bu çocukların evinde fakirliği, kulüpte ise zengin yaşamı tattıktan sonra çelişkiye düşüp, düşmediğini merak etti. Hatta bazısı daha ileri gidip, kulüpte iyi şartlarda yaşadıktan sonra evde yer sofrasında yemek yemek istemeyeceklerini filan dile getirdi. O esnada bu soruyu soran meslektaşlarıma hayretle bakmaktan kendimi alamadım. Niye bunalıma girsinler ki?
Herkesin amacı gördüğü daha iyi şeylere ulaşmak için çaba göstermek değil mi? Çalışıp, başarılı olurlarsa kendilerini nasıl bir yaşamın beklediğini görüyorlar ki, dünya piyasasına çıkarken donanımları tamamlanmış oluyor. Golf kulübündeki derslerini izlerken gördüm ki çok önemli bir ahlak kuralını da sıkı sıkıya öğrenmişler. Çalışarak her şeyi başarılabilirsin ama sırf başarmak için yanlış yollara saparsan ve amaca ulaşmak için her yolu mubah görürsen kaybedersin fikrini beyinlerine kazımışlar.
BİR YÜZ NAKLİ’DE BELEK’DEN GELDİ
Oralara kadar gitmişken kendimi farklı bir ortamın içinde de buldum. Biliyorsunuz medyaya yansıyan yüz nakli Prof. Dr. Ömer Özkan tarafından Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde gerçekleşmişti. Türkiye’nin bu ilk yüz nakli operasyonunda 19 yaşındaki Uğur Acar ameliyat edilmiş ve yeni çehresine kavuşmuştu. Konunun detaylarını tüm medyaya yansıdığı için tekrarlamama gerek yok. Size Antalya’da gerçekleşen başka bir yüz naklinden bahsetmek istiyorum. Üstelik bu nakil Akdeniz Üniversitesi’nde değil, Belek Turizm Merkezi’nde gerçekleşti. İşlem öylesine sessiz yapıldı ki, medya dahil kimsenin dikkatini çekmedi. Tabiri caizse tereyağından kıl çeker gibi gerçekleşen yüz nakli sonucunda işlem yapılan hasta çok güzel diyebileceğim hatlara kavuştu. Bu arada birazdan bahsedeceğim yüz nakli Prof.Dr. Ömer Özkan tarafından değil, turizmin duayenlerinden Ali Akkanat tarafından gerçekleşti. Tesadüfe bakın ki operasyona tabi tutulan da tıpkı Uğur Acar gibi 19 yaşına girmiş bir gençti. Sizleri daha da merakta bırakmadan benzetme sanatına tabi tuttuğum konunun detaylarına gireyim.
SOSYAL SORUMLULUĞUNU HİÇ UNUTMADI
Belek’in ilk turizm yatırımcılarından biri olan Ali Akkanat, gerek turizmde, gerek tekstilde, gerekse enerji yatırımlarında başarılı bir iş adamı... Tam 20 yıldır kendisini tanır, çalışma yaşamındaki sürekli yükselen grafiğinden ve sosyal sorumluluk projelerindeki hamlelerinden dolayı büyük saygı duyarım. Binlerce insana ekmek vermesinin yanı sıra, üniversite de dahil okullar yaptırması, yüzlerce öğrenciye burslar vermesi ilgimi çeker. Son hamlesini ise Belek’teki turizm yatırımı Sirene Otel’de gerçekleştirdi. 1993 yılında 5 yıldızlı lüks otel olarak hizmete giren Sirene, daha sonra üç kardeş otele de ağabeylik etmeye başladı. Sirene 2, Sirena 3 derken Kempinsky The Dom gibi oteller turizmin hizmetine açıldı. Üstüne bir de Türkiye’nin en büyük golf sahalarından biri olan Antalya Golf Kulübü devreye girdi. Bu arada diğer şehirlerdeki kardeş otelleri saymıyorum bile...
1996 yılında Belek’te devreye giren son Sirene ise golf oteli olması sebebiyle o yılların en görkemli ve büyük tesislerinden biri oldu. 45 metrekare büyüklükten başlayan odaları, at koşturabileceğin kadar dev sosyal alanlarıyla en trend oteller arasına adını yazdırdı. Gel gör ki zamanla yüzü yıprandı ve yeni yapılan oteller karşısında ezici üstünlüğünü yitirmeye başladı. İşte bu aşamada yüz nakline karar veren Ali Akkanat, değişim için düğmeye bastı ve milyonlarca dolara mal olan operasyonu yaptı. Şimdi eskisinden çok farklı bir Sirene müşterilerini ağırlıyor.
SİZDE BU DEĞİŞİMDEN PAY ALABİLİRSİNİZ
Bu değişimi yerinde görmem için 36 yıllık arkadaşım Akkanat Holding’in CEO’su Bekir Akkaş’ın davetini kıramadım. Antalya’ya gitmişken, birkaç saatliğine de olsa yeni yüzü tepeden tırnağa inceledim. O an aklıma bu değişimi sizlere yansıtmak geldi. Zira hepimiz evimizde, ofisimizde değişiklik yapmayı aklımızdan geçiriyoruz ama mevcut iskelete dokunmadan neler yapabileceğimizi bilmiyoruz. Yolunuz Sirene’ye düşerse bu kararsızlığınızdan kurtulabilirsiniz. Ufak dokunuşlarla yaşadığınız ortamı nasıl güzelleştirebileceğinizin ipuçlarını bulabilirsiniz. İnanın bu yönüyle çok inceledim ve yaşadığım evde çok para harcamadan sihirli dokunuşlar yapabilmenin formülünü buldum. Siz de Sirene Otel gibi yenilenmeye girmiş yatırım görürseniz, incelemek için çabalayın. Zira mimarinin ve tasarımcılığın hangi boyutlara ulaştığına şaşıracaksınız. Daha önemlisi yeni fikirlere para harcamadan yaşadığınız yerleri güzelleştirebileceksiniz.
Yazının Devamını Oku

Ankara restoranları sayesinde kısa bir dünya turuna çıkalım

12 Şubat 2012
Her geçen gün büyümesine tanıklık ettiğimiz şehrimiz, başkentimiz Ankara, bünyesinde restoranlar yoluyla bir mini dünya turu yapmaya yetecek kadar mekân barındırıyor. Diyelim ki Japonya’dan yola çıkarsınız, Çin yoluyla Afganistan’dan geçtikten sonra, Pakistan’a ve İran’a uğrayıp; Avrupa’ya atlarsınız. Yunan kıyılarını meyhaneler üzerinden turlayıp, İtalyan şarkıları eşliğinde pizza ve makarna otoyollarında sürat yaparak; Fransa’ya geçersiniz. Okyanuslar aşıp, Amerika’ya, Meksika’ya, Arjantin’e gitmeniz ise gayet mümkün.
Bu günlerde Ankara restoranlarında her ne kadar Türk-Osmanlı sentezinin ve kebapçılarla balıkçıların hakimiyetini hissetseniz de, Başkent dünyaya açılan penceresini açık tutmaya devam ediyor. Şimdilerde çok az ülke restoranında otantik lezzetleri bulurken, büyük çoğunluğunda ya beklentiniz olan ülke mutfağını hiç bulamıyorsunuz, ya da o ülkenin kimliğini mutfağına yansıtamamış çakma mönülü mekanlarla yetiniyorsunuz. Bazı ülkelerin mutfaklarını çok isteyenler ise ancak vize sorunu yaşamazsa, sınırlarımız dışında zevkini tatmin ediyor. Örnek mi? Ankara’da İskandinav, Rus, Alman, “Allah kabul ederse” İngiliz, İspanyol, Portekiz, Arap, Afrika, Endonezya vb. ülkelerinin mutfaklarını temsil eden restoranlar bulunmaz! Gerçi bunlar için birkaç cesur teşebbüs olmuştu amma, sonu gelmemişti.

MALESEF TEŞEBBÜS EDEN DAHİ ÇIKMADI

Çevre Sokak’ta 2000 yılında açılan Finlandiya restoranı yılı doldurmadan kepenk indirmişti. 1982-1983 arasında, Budak Sokak’ta bir Rus gelin ile annesi, Türk eşi de yanlarına alıp trio halinde Rusya mutfağını sunan restoran açmışlardı. O teşebbüs de sonuçsuz kaldı. Meksika mutfağını sunan restoranlar peş peşe meydanı terk ettiler. Amerikan tavuk pişirme ekolünü, güney eyaletlerinden Virginia tarzıyla temsil edip Çankaya’da açılan restoranda başkentlilere yedirmek isteyen “kapitalist” teşebbüs de püskürtüldü. Adı her ne kadar Washington olsa da yemek listesinde Türk mutfağı sunan Washington Restoran ise Amerikan mutfağının kıyısından bile geçmedi. Balkan mutfağının lezzetlerini, Alman usulü sosis ve bira keyfini sunmaya ise teşebbüs eden dahi çıkmadı.
Gelelim mevcut duruma... Şili Meydanı’nda Erşad Navaz Han, Masala Kafe’de kan ter içinde Hint yemekleriyle akraba sayılan Pakistan yemeklerini konuklarına beğendirmeye çalışıyor. Ufak börekleri, pideleri, safran sosuna ve karma baharata bulanmış etleri, tavukları, kısacası Hint yarımadasının Müslüman ve Hindu mutfağını gözü pek müşterilere sunuyor. Ama işi kolay değil. Restoranı ayakta tutabilmek için öğle yemeklerinde Türk mutfağından hesaplı tabldot servisi yapmakta buluyor çareyi.

ASLOLAN PİLAV GERİSİ TEFERRUAT

Afganistan’daki Özbek Türklerinden, bir ara Ankara’da elçilik maslahatgüzarı olarak da görev yapmış zat ise Demirtepe Köprüsü’nün üzerinde Afganistan Sofrası’nda tadına doyulmaz pilavlara dayanan lezzet gösterisi yapıyor. Üstelik eşi mutfakta, o pişirmek için ocağın başında ve oğulları müşterilere sunmak için servisin göbeğinde. İşin özüne bakarsanız da Afgan mutfağı aslında pilav demektir ki, diğer yemeklerin hepsi teferruattır.
Kızılay’da, Olgunlar Sokak’tan Kızılırmak Caddesi’ne döndüğünüzde sağ kolda Tahran İran Sofrası’na girersiniz. Cevat Huşmend ve oğlu Rami, Azeri, Fars, Beluci, Kürt, Türkmen derken bütün İran halklarının mutfaklarından süzülüp gelen lezzetleri sofraya getiriyorlar. Safranlı pişirilmiş İran pilavları nefis ama esas tadılması gereken Cevat Huşmend’in pirinç, safran, gülsuyu, toz şekerle yaptığı Şulezerd (Sarı alev) tatlısı... Aklınızda bulunsun bu restoranda isteyenlere kiloyla İran pirinci de satılıyor.

BAŞKENTİN ZARİF MEKANINDA ANTRİKOT

Daha öncede yazmıştım, Kavaklıdere’deki Divan Otel’in içerisinde yer alan Antrikot Restoran Fransız mönüsüyle her geçen gün kendini aşıyor. Kendinizi Paris’in nostaljik ve romantik atmosferiyle örülü bir fotoğraf karesindeymiş gibi hissettiğiniz mekanda mönü lezzet harikasına dönüşmüş durumda.
Bazılarınızın Fransa’yla yaşadığımız siyasi bunalıma takılarak “Ne bu Paris hayranlığı!” dediğinizi duyar gibiyim. Elbette ki Sarkozi’nin önderliğindeki Fransız siyasilere ben de karşıyım, ama bahsettiğim dünyaya kendisini kabul ettirmiş yemek kültürü. Yani zarafet ve şıklığın dekordan mönüye kadar yansımış halinden bahsediyorum. Yoksa otelden dekorasyona, yenilen etten, hazırlayan şef’e kadar yüzde yüz Türk imzası olan Divan’ın Fransız stilini köşeme taşımazdım.
Ustalığı, bırakın Ankara’yı tüm ülkeye yayılan Şef Ali Açıkgül’ün Antrikot mönüsünde; soğuk ve sıcak başlangıçlarda rokfor soslu ıspanak kökü, sotelenmiş mosko, avokado tartar ve tapanada bulunuyor. Özel sosu ile sunulan antrikot salatanın yanı sıra sote sebze ve kızarmış patates eşliğinde sıcak granit üzerinde biber taneli, hellim peynirli, mantarlı ve özel sos alternatifleriyle, sıcak granit üstünde kuzu sırtı, antrikot, bonfile ve fırınlanmış kaburga seçenekleri sunuluyor. Tatlı olarak da kestaneli profiterol, özel klasik Fransız Suflesi, anglaise sos eşliğinde meyveli fırınlanmış armut tatlısı veya bademli creme brule tercih edilebilir.

KÖKLERİ ÇOK ESKİYE DAYANIYOR

Fransızların kültürünü benimsemiş işletme bu kadarla da bitmiyor. Atakule’nin hemen dibindeki Vali Konağı’nın komşusu Cafe De Paris de salata, et, patates kızartması ve tabii özel soslarıyla yıllara meydan okuyor. Gaziosmanpaşa semtindeki La Flambee’yi de unutmamak lazım. Sahibi, aynı zamanda mutfak şefi olan Lauran’ın elinden çıkan yemekler koyu bir Fransız’ın arzularını giderecek kadar Fransız kültürünün eseri.

ÇİNLİLERİ KABULLENDİK

Belki de Ankara’nın yemek kültürünü en yoğun şekilde kabul ettiği ülke Çin... Kökleri ta Demokrat Parti dönemine, Rahmetli Adnan Menderes’in sofrasına uzanan Çin mutfağının gerçek doğuşu 1970’li yıllarda Yukarı Ayrancı semtinde oluşmuştu. Çok yakın arkadaşım olan Onur Erbakan, Başkenti bu Uzak Doğu lezzetleriyle tanıştırınca ikinci büyük hamlesini yapıp, GOP semtindeki 5 katlı binaya taşınmıştı. China Town isimli bu işletme öylesine büyük ve keyifliydi ki, farkına varmadan Avrupa’nın en büyüğü sıralamasında ilk üçe girmişti. Sonra başta İstanbul olmak üzere, İzmir, Kuşadası, Fethiye, Antalya yayıldıkça, yayılıp zincire dönüşmüştü. Sonuçta kurucusu Onur rahmetli olunca tüm Türkiye’de faaliyetine son vermişti.
Bu günlerde ise China Town’ın açtığı yoldan birçok Çin restoranı Başkentlilerin damak tadına hitap ediyor. Quick China, TAO, Çin Seddi derken sayıları gitgide artıyor. Üstelik TAO gibi bazı mekanlar Uzak Doğu’nun diğer ülke mutfaklarını da bünyesinde barındırıyor. Vietnam, Tayland bayraklarını buranın mutfağında dalgalandırıyor. Japonlar ise Çinliler kadar şanslı değil. Açılıp, trend olan ama sonra kapanan birçok Japon restoranı var ama bu makus talihi, Kavaklıdere’deki Sushico ile Çukurambar’daki Tepanyaki Alaturka restoran yenecek gibi görünüyor.

FİZYON MUTFAĞINA YATAY GEÇİŞ

İspanyol mutfağına meraklılar ise Minasera AVM’nin giriş katındaki Guru’s Hause’da “Tapas” ile bir nebzede olsa teselli buluyor. Tabii müşteriler mönüde dominant olan fizyon mutfağına yatay geçiş yapmazlarsa. Çinliler kadar şanslı olan bir başka millet de İtalyanlar... Pizza başta olmak üzere Ankara’da o kadar çok İtalyan restoranı var ki, say say bitmiyor. GOP’daki Makkarna, Sheraton Otel’in içindeki L’angoletto, Bahçelievlerdeki Papper Mill, Bilkentteki Mezzaluna ise aklıma ilk gelenler. Elbette unuttuklarım da var ama ‘Hayattan tat alma’ anlayışınızda, özellikle gastronomik deneyimlerin hatırı sayılır yeri varsa, bu yazıdaki liste işinize yarayabilir.
Yazının Devamını Oku

Ak Parti’nin arka bahçesi Çukurambar’a sihirli dokunuşlar

5 Şubat 2012
Uzun bir süreden beri Ankara’yı teslim alan soğuk hava ve kar, sosyal yaşamı da vurdu. Hepimiz hiç olmadığı kadar televizyonla haşır neşir olup, zorunlu kalmadıkça dışarı çıkmamaya özen gösteriyoruz. Bu yüzden de yeme-içme ve eğlence sektöründen, hatta AVM’lerden bile elimizi ayağımızı çekmiş durumdayız. Çevreme bakıyorum da güzel bir restoranda yemek yemeyi, kafe ve pastanelerde bir şeyler atıştırmayı özleyenlerin sayısı bir hayli artmış durumda. Belli ki hava şartları normale döndüğünde sosyal yaşama doğru hızlı bir geçiş olacak. İşte bu sebeple rotanızı çizmenize yardımcı olabilir düşüncesiyle bazı alternatifleri köşeme taşımaya karar verdim.
Birazdan aktaracağım işletmelerin kimi kapılarını müşteriye ilk kez açıyor, kimi de alışıla gelmiş dekor ve mönüsünü yenileyip, rekabet piyasasında konumunu güçlendirmeye çalışıyor. Hal böyle olunca da gidilebilecek cazibe merkezlerinin sayısında gözle görülür bir artış oluyor. Sözü daha da uzatmadan başlıkta belirttiğim Çukurambar turumuza başlayalım.
YÜZDE 20’YE TAKVİYE GELDİ
İlk durağım Filistin Caddesi’nde elde ettiği başarıdan sonra Başkent’teki ikinci şubesini Çukurambar’a açan The House Cafe... Bölgenin karakteristik özelliğinden olsa gerek yeni şubeleri, bir hayli büyük ve gösterişli. İtalyan ağırlıklı mönüsü ise oldukça leziz. Şu anda kara teslim olmuş bahçesi ise sıcak havaların vaz geçilmezleri arasına adını yazdırmaya aday.
Mekanın en önemli özelliği ise Ak Parti’nin arka bahçesi olarak görülen ve neredeyse yüzde 80 oranındaki işletmesinde alkollü içecek servisinin yapılmadığı Çukurambar’da içki mönüsünü de müşteriye sunması. Bilmeyenler için hatırlatayım, caddenin ilk işletmelerinden biri olan Big Chef’s hariç, Pelit, Mado, S’lo gibi dev kafelerde alkol servisi yapılmıyor.
JAPON MUTFAĞINDA YENİ CEPHE
Bu arada The House Cafe’ye komşu, yeni açılan Teppenyaki Alaturka Restoran’dan da bahsetmeden olmaz. Japon mutfağının tüm karakteristik özelliklerini sergileyen bu restoranda alkol servisi de yapılıyor. Üstelik iddialı dekoru, eğitimli personeliyle piyasaya hızlı bir giriş yapmış durumda. Teppanyaki Alaturka yarattığı konseptiyle Japon pişirme sanatıyla Türk yemek kültürünü bir araya getirmiş. Anlaşılan o ki Başkentte şubelerini her geçen gün çoğaltan Quick China ile TAO’ya dişli bir rakip daha gelmiş durumda.
Hazır söz geleneksel Japon mutfağından açılmışken uzun zamandan beri aktarmak istediğim bir konuya da değineyim. Hem Teppenyaki’yi anlatmış olayım, hem de Japon lezzetlerini. Yarım yamalak bilgilerle bezenenlerin çok olmasına rağmen hızla büyüyen Japon mutfağı hakkında doğru bilgiler vermenin zamanı geldi de geçiyor. Belli mi olur bu bilgilerden yola çıkarak bazı kişilere küçük bilgelik taslamak işinize yarayabilir.
Öncelikle Japon mutfağı hakkındaki bilgilerimin bu Uzakdoğu ülkesinde bizzat yaşadığım deneyimlere dayandığını belirtmeliyim. Japon Hükümeti’nin davetlisi olarak 12 gün gittiğimde kazanmıştım bu deneyimleri. Neredeyse her gece resmi davetli olarak Japon restoranlara götürülmüş, Sushi’den nefret etme aşamasına getirilmiştim. Sanıyorum yedinci günde karşıma çıkan ilk İtalyan restoranına çöldeki vaha muamelesi yapmıştım. Tabii birçok Avrupa ülkesindeki Japon Restoranlarda harcadığım mesaimi de hesaba katın.
SAĞLIK KADAR SUNUM DA ÖNEMLİ
Japon yemekleri mevsimlere göre değişiklik gösteriyor ve sunuştaki görüntü çok önemli. Japon mutfağının ana özelliği ise çok sağlıklı olması. Japonların uzun ömürlü olması da sağlıklı yeme alışkanlığına bağlanıyor. Balık ve tofu (fermente edilmiş soya fasulyesi) gibi kalorisi düşük gıdalar çokça tüketiliyor. Yemeklerde çok yağ kullanılmıyor. Daha çok haşlama, buharda pişirme, ızgara gibi yöntemler tercih ediliyor. Baharat da fazla kullanılmıyor. Tuz, bazen şeker, soya sosu gibi tatlandırıcılar tercihleri arasında.
4 AYAKLI HAYVANDAN UZAK DURUYORLAR
Türkiye’de ekmek neyse, Japonya’da da pirinç aynı değerde... Yani ekmeğin yerini pirinç pilavı alıyor. Öğlen yemeklerinde genelde makarna çeşitleri ve spagettiye benzeyen “Udon” yeniliyor. Akşam yemeklerinde tercih ise pilav ve çorba yönünde. Hemen hemen her yemekte pirinç pilavı bulunuyor. Yemeklerin ardından tatlı yeme alışkanlığı pek yok. Tatlı daha yeşil çayla birlikte yeniliyor. En yaygını da Azuki (kırmızı fasulyenin haşlanıp şekere batırılmasıyla hazırlanan tatlı). Bunun dışında Wagashi denilen ufak nişastalı şekerlemeler bulunuyor. Konya şekerine benzeyen Wagashi’nin temel özelliği mevsimlere göre şekil ve renk değiştirmesi.
Yaklaşık 200 yıl öncesine kadar dini inanışlar gereği 4 ayaklı hayvanlar yenmediği için daha çok balık, tavuk ve soya fasulyesi gibi bakliyatlar Japon mutfağının temel besinlerini oluşturuyor. Japonya’da balık ve tavuk etinin yanında kırmızı et de bazen kullanılıyor. Ancak kesinlikle koyun eti sofrada yok. Çünkü bu ada ülkesinde koyun eti bulunmuyor. Pastırma kadar ince kesilen dana etini de soslarla ve sebzelerle tavada pişiriyorlar. Haşlanarak hazırlanan çeşidine “Shabushabu”; fondue’de pişirilenine ise “Subiyaki” deniyor.
SAKE’LER HAVAYA VE “KANPAY”
Kızartmalarda mısır özü yağı ve susam yağı kullanılıyor. Ezmesinden sosuna kadar her şeyiyle Japon mutfağının vazgeçilmezi olan soya fasulyesi dışında başka bakliyat çeşidi kullanılmıyor. Yalnızca, barbunyaya benzeyen kırmızı fasulye haşlanıp şekere batırılarak tatlı olarak yeniliyor (Azuki).
Salatalarda sebzeler yalnızca çiğ olarak kullanılmıyor. Sebzelerin haşlanmış olarak da salatada kullanılması yaygın. Salata daha çok mayonezli veya çeşitli soslarla tercih ediliyor.
Japonların milli içeceği pirinçten elde edilen Sake (pirinç rakısı). Eskiden sıcak olarak da içilirmiş. Şimdi şarabın da etkisiyle soğuk olarak içiliyor. Kadeh kaldırılırken, “Kampay (fondip)” deniyor. 
HA SUSHİ HA HAMSİLİ PİLAV
Herkesin dilinden düşüremediği Sushi ise aslında sirke, şeker ve tuzla tatlandırılan pirincin şekillendirilmesiyle hazırlanan bir yemek. Eskiden buzdolabı olmadığı için çiğ balıklar bozulmaması için sirke içinde bekletilerek hazırlanıyormuş. Sushi’de tüm büyük balıklar kullanılabilse de özellikle orkinos balığıyla hazırlananlar en makbulü. Bir yerde bizdeki hamsili pilav görünümünde ancak pirincin üzeri çiğ balıklarla kaplanarak hazırlanan çeşitleri bulunuyor.  
BU FIRINDA FİYATLAR BİR İNİYOR BİR ÇIKIYOR
Adına aldanıp, ekmek alıp çıkacağım diyorsanız çok yanılıyorsunuz. Zira Fırıncı Orhan, Türk mutfağından oluşan mönüsüyle hizmet veren restoranın yanı sıra oldukça büyük bir markete de sahip. Markette, gurme, organik ve ithal ürünler satışa sunuluyor. Ürünlere şöyle bir göz gezdirdim de Kastamonu ev yapımı sucuk, Hakkari Yüksekova balı, Mudurnu organik tavuk ve yumurtası, Düzce peyniri derken, farklı farklı lezzetler var. Fırından çıkan ekmeklerde ise hiçbir katkı maddesi yok.
Fırıncı Orhan’da özel bir kasap ve manav reyonu da yer alıyor. İddiaları o ki müşteriyi her çeşit sebze ve meyveyle yılın tüm zamanlarında buluşturuyorlarmış. Her dönem fiyatlar aynı mı diye soracak oldum, o an gözüme kilosu 90 Lira’dan satılan kirazlar takıldı. Meğerse dönemine göre fiyatlar inip, çıkıyormuş. Yani kirazı üç liradan da yiyebilirsiniz, 100 Lira’dan da.
Dev işletmenin bir de restoran kısmı var. Türk mutfağı ile birlikte pide, kebap ve pizza çeşitleri müşteriye sunuluyor. Özellikle kuru fasulye ve pilav, kuzu tandır, bayram kavurma ve sebze yemekleri tercih listenin üst sıralarını oluşturuyor. Gidip, görmenizde fayda var ama seçtiklerinizin dönemine aman dikkat. Mevsiminde yediğiniz, içtiğiniz herşey ucuz ama kışın ortasında yazlık ürün isterseniz cüzdanınız yanabilir.
GERİSİNİ BİZE BIRAKIN DEDİLER SİLVER’İ KAPTILAR    
Medyadan takip etmişsinizdir, Ramada Plaza Ankara’ya Avrupa, Ortadoğu ve Afrika (EMEA) bölgesindeki oteller arasında yapılan senelik kalite değerlendirmesinde “Silver” ödülü, yani “kalite” ödülü verildi. Kriter olarak da konforu, farklı ve modern mimari tarzı, kalite anlayışı, güler yüzlü ve deneyimli personeli değerlendiren kuruluş oteli bu başarıyla buluşturdu.
“Gerisini bize bırakın” sloganıyla başkentlilere yepyeni bir otelcilik anlayışı sunan, Armada AVM’nin yanıbaşındaki Ramada Plaza Ankara’ya yolum hiç düşmemişti. Otelin CEO’su Kemal Erdoğan’la beraber tesisi de tanıma fırsatı buldum ki, iyi ki de gitmişim. Ankara’yı mesken bellemiş biri olarak otelde kalacak halim yok ama giriş katındaki İtalyan restoranı bundan böyle gidilebilecek yerler listeme koydum. Hem dekoru, hem hizmet anlayışı, hem de sunduğu lezzetlerle hoş bir mekan.
OTELİN GENELİ GİBİ O DA GÜZEL
Özellikle havalar ısındığında havuz başında keyifli yemekler yiyebilirsiniz ki, kışlık bölümü de çok güzel. Denemedim ama otelin SPA merkezi de büyük rağbet görüyormuş. Spor ve bakımını yapanlar daha sonra soluğu bu restoranda alıyormuş. Kemal Bey’in dediğine göre SPA merkezine çok para harcanmış ki, otelin gezdiğim diğer bölümlerinde harcanan bu para kendini gösteriyor. Lobi, odalar, sosyal alanlar derken iç dekorasyon fikir edinebilecek kadar güzel. Güzel olan birşey daha var ki o da fiziği kadar kişiliğiyle de dikkat çeken otelin marka yöneticisi Gül Gürpınar. İstanbul Hillside’daki yöneticilikten ayrılıp Ankara’daki Ramada Plaza’yı tercih etmesi ise şaşırtıcı gelse de, anlıyorum ki yaratılan yeni konseptin büyüsü onu da etkilemiş.
Yazının Devamını Oku

Ankara’da servis terbiyesi gördüğümüz ilk lokanta Karpiç’ti

29 Ocak 2012
Yaklaşık altı ay önce Ankara’nın dünden bugüne sosyal yaşamını kaleme alırken, köşemin beş hafta sürecek bir yazı dizisine dönüşeceği aklıma gelmemişti. Zira aktarılabilecek o kadar çok bilgi ve belge vardı ki, elediğim halde ancak beş haftalık sürece sığdırabilmiştim. Daha sonra gerek yüz yüze görüşmelerden, gerekse ulaştırılan iletilerden anladım ki bu bilgiler okuyucuların çok hoşuna gitmiş. Hatta aralarında kitaba dönüştürmemi, ya da belgesel film yapmamı isteyenler bile oldu. Hal böyle olunca da bizim dergi grubunun en prestijli yayımlarından biri olan Atlas Tarih dergisine bol fotoğraflı “Karpiç Ankara’nın kalbiydi” başlığıyla bir araştırma yazısı kaleme aldım.
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki Atlas Tarih, içeriğinden baskısına mükemmel bir dergi. Hatta satırı satırına okuduğum ve kütüphanemin başköşesine koyduğum ender yayımlardan biri. Biriktiriyorum, çünkü istiyorum ki benden sonraki kuşaklar da popüler tarihimiz hakkında sağlıklı bilgilere kavuşsun. 
Gelelim Atlas Tarih de yayınlanan yazımın içeriğine... İlk etapta şunu belirtmeliyim ki, bu araştırma yazısında Karpiç Restoran’ı özellikle başlığa çıkardım. Zira köşe yazılarım boyunca herkesin hafızasında yer edinmiş, sohbetlere konu olmuş Karpiç konusunda oldukça çok soru sorulmuştu. Okuyucularım bu restoran ve sahibi hakkında daha detaylı bilgi vermemi istiyordu. İşte bu istekten yola çıkarak Atlas Tarih de yazdığım araştırmanın Karpiç Restoran’a ayırdığım bölümünü sizlerle paylaşmak istedim. Diğer konuları da dergiyi aldığınızda okursunuz.
AKŞAMLARI YEMEĞİN LÜKSÜ SERVİS EDİLİYORDU
Yeme-içme Kültürü uzmanı Vefa Zat, buyukkeyif.com sitesinde Karpiç Lokantası’nı şöyle anlatıyordu: 1920’lerin başında, tarihi Taşhan’ın dışında Ankara’da doğru dürüst yemek yenilebilecek bir yer yoktur. Taşhan’da bir “Han-Otel” olarak işletiliyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk dönem milletvekillerinin çoğu da bu mekânda kalıyordu. Burada sabah kahvaltısı olarak zeytin, peynir, tereyağı ve Ankara Balı ile süt servisi yapılıyor, öğlen servisinde ise genellikle Fasulye Pilâkisi, Talaş Kebabı, Tel Kadayıfı mönünün en gözde yemeklerini oluşturuyordu. Akşamları da Tarhana Çorbası, Tas Kebabı, Pilav ve Üzüm Hoşafı yemek listesinin lüksünü teşkil ediyordu.
Milletvekillerinin bazıları burada 48 kuruşa kalıyor, bazıları da kentin okullarını tercih ediyorlardı. Taşhan’ın sahibi Cemal Bey’in İstanbul Tepebaşı’ndan getirdiği Gürcü asıllı Karpiç Baba (Karpovitch, Bakü 1878– İstanbul 1956), Ankara’nın ilk ‘Asrî Lokantası’nı Ulus Meydanı’nda, Taşhan’ın iç avlusuna bakan bölümünde hizmete açmıştı.
KALENDER MEŞREP KARPİÇ BABA
Kendisi mütareke yıllarının başında, yani 1918 yılında Beyaz Ruslarla birlikte sığınmacı olarak İstanbul’a gelmeden Rusya’da önce petrol kuyularında işçi, sonra da komisyoncu olarak çalışmıştı. İstanbul’a geldiği zaman ise, lokantacılığa başlamıştı. Ankara’da hizmete açtığı mekân ise o günlerin koşullarına göre oldukça lüks ve konforlu düzenlenmişti. Hizmette standart ölçülerde ve kalitede yemek tabakları, çatal bıçakları, temiz ve ütülü masa örtüleri kullanılıyordu. Bu sıcak ve yumuşak hizmet anlayışı Karpiç Baba’nın kalender meşrep ve babacan tavırlı olmasından kaynaklanıyordu. Yani kendisinin nevi şahsına münhasır bir hizmet anlayışı vardı.
Karpiç’in asrî lokantası çok kısa zaman içinde bir bakıma meclisin resmi olmayan özel lokali haline gelmişti. Karpiç’in asrî lokantasının müdavimi haline gelen milletvekilleri burada buluşup kaynaşmaya, söyleşip kulis yapmaya başlamışlardı. Eski Dışişleri Bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil, Karpiç’in bu hizmet anlayışını şöyle dile getiriyordu:
YEMEK YEMENİN TIKINMAK OLMADIĞINI ÖĞRETTİ
“...Bu zat Türkiye’de lokantacılığın babasıdır. Aşçılıktan restorana ulaşan çizgiyi o tamamladı. Yemek yemenin tıkınmak değil, aynı zamanda da bir zevk işi olduğunu öğreten odur. Hiç unutmam, bir gün garsonun birine şu şekilde çıkıştığını gördüm; Saraçoğlu Şükrü Bey pirinç çorbası içmiş, arkasından şiş kebabı istemiş. Kenarına pilav koymuşlar. Karpiç diyor ki, Başvekil günlük pirinç hakkını çorbasıyla aldı. Siz nasıl tekrar pilav koyarsınız. Niçin sebze koymadınız? Kendisi size bunu söylemese bile sizin akıl etmeniz gerekmez miydi?”
Eski Adalet Bakanlarından Ali Rıza Türel, Ankara’da bulunduğu süreler içinde hep Karpiç’te yemek yermiş. Yine bir gün gider masasına oturur. Önünde kendisinin sipariş etmediği “Malt Hülasası” şişesini görür. “Yanlış koymuşlar, alın götürün bunu” der garsona. Garson bir müddet sonra gelir ve “Babaya sordum, sizinmiş” deyip tekrar şişeyi masanın üzerine bırakır. Türel ısrar edince bu sefer Karpiç Baba gelir ve “Siz her gün benim lokantamda yemek yiyorsunuz. Bir türlü beslenip kilo alamıyorsunuz. Benim için çok olumsuz bir reklâmsınız. Bu nedenle de bira mayası ikram etmeyi düşündüm size” der gülümseyerek. Gerçekten de o sıralarda Ali Rıza Türel Bey oldukça zayıf ve çelimsiz bir vücuda sahipti.
AŞÇI DÜKKANI DEVRİNİ KAPATTI 
Falih Rıfkı Atay ise Karpiç Baba’ya çok farklı bir yönden bakar ve düşüncelerini şöyle açıklar: “Bu göçmenler arasında (ki Mütareke yılları sırasında 200 binin üzerinde Beyaz Rus sığınmacı olarak ülkemize gelmişti) Karpiç kendini önce tanıtmış ve sevdirmiş olanlardandı. Türk olmayan yabancının Ankara sokaklarında bile yadırgandığı günlerde, onu bir lokanta açmak üzere bizler davet etmiştik. Yeni Türkiye’nin başkentinde aşçı dükkânı devrini o kapatmıştır. Servis terbiyesi gördüğümüz ilk lokanta onunki idi.
Karpiç cömert ve efendi bir insandı. İçki ve mezeler ikinci sınıf fiyatınaydı ama Karpiç’in mekânı hiçbir zaman meyhane havasına girmemiştir. Müşteriler Karpiç’in dostu idi. Doğru dürüst ne Fransızcası, ne de Türkçesi vardı. Ama onunla anlaşamayan da yoktu.” 
Karpiç’in asrî lokantasında seviyeli ve kaliteli hizmet verilmesine rağmen, uygulanan fiyat politikası kabul edilebilir ölçülerde idi. Karpiç Baba lokantasını tatlı-sert bir anlayışla idare ederdi. Bu güzel işletme anlayışını da Reşat Nuri Güntekin’den dinleyelim:
ÇORBA İLE ET’İN ARASINDAKİ ZAMAN
“...Lokantanın dekorunu ve mizansenini düzenlediği sıralarda garsonlarına bir ayak divanı yaptırmış, birinci yemek ve ikincisinin, ikicisi ile üçüncüsünün arasına kaçar dakika konulacağını not ettirmeye başlamış. Derken bir şef garson; “Bu mümkün olamaz, bizim halk acelecidir, çabuk çabuk yemeye alışmıştır. Üstelik hırçındır da...İsteği hemen gelmezse kızar. Yani garsonların bağıra çağıra dayak yeme tehlikesi de vardır.” Der. Karpiç Baba bütün prensip adamları gibi hiç istifini bozmadan: “Olabilir, müşteriden dayak yiyebilirsiniz. Fakat çorba ile etin arasına sekiz dakikadan az zaman koyarsanız, o zaman da ben kovarım sizi. Hangisi işinize gelirse...Zevkle yemek yemeğe alışılmalıdır.”
Bu girişimci Rus, Ankara’nın sosyal yaşamında çok etkili oldu. Batılı tarzda bir mutfak, beyaz örtülü masalar, şık kıyafetlerle servis yapan garsonlar ve en önemlisi orkestranın sunduğu müzik eşliğinde kulüp havasını solumak onunla gerçekleşti. 1953 yılına kadar, yani ölümünden üç yıl öncesine kadar da Karpiç Restoran Ankara’nın en trend mekanı olmayı sürdürdü. Onun yanında çalışan ve işi öğrenen birçok kişi de kendi restoranlarını açarak Başkent’in sosyal hayatına katkı sağlamıştı.
Yazının Devamını Oku