Emel Armutçu

Aile Bakanlığı, aile içindeki kadını görebilecek mi?

20 Aralık 2014
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, kaşe, ıslak imzalı temsil belgesi, dernek kodu gibi bürokratik dayatmalarla kadın sivil toplum örgütlerini İstanbul Sözleşmesi çalışmalarından dışlamaya çalışıyor.

Türkiye ve 11 Avrupa ülkesinde bu yaz yürürlüğe giren "Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi", kısa adıyla İstanbul Sözleşmesi, bu konuda bugüne kadar yapılmış en iyi sözleşme olarak tanımlanıyor. Türkiye de bu farklı ve kapsamlı sözleşmenin ‘ilk imzacısı’ olmakla her fırsatta gururlanıyor.

Ancak mesele imza atmak ve gururlanmakla bitmiyor elbette. Bunun iç hukuk kurallarının sözleşmeye uygun hale getirilmesi var, kamu personelinin eğitilmesi var, hepsinden önemlisi, uygulanabilmesi için ortaya irade konması var…

AYŞENUR İSLAM BAŞBAKAN'A İMZAYI ÇEKELİM DEDİ Mİ?

İstanbul Sözleşmesi şu anda bu sözleşmeyi hayata geçirmekle yükümlü olan yetkililer tarafından, gerçekten de sözleşmenin kapsam ve kurallarına uygun şekilde hayata geçirilmek isteniyor mu? Yoksa ‘kadın’ sözcüğünü adından çıkardığı andan itibaren kadınlarla ilgili konularda çalışmaya fazla da istekli görünmeyen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, kucağına düşen bu ateş topunu nereye atacağını mı düşünmekle meşgul? Ankara’dan güvenilir bir kaynaktan duyduğum gibi, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nu telefonla arayarak bir-bir buçuk saat boyunca İstanbul Sözleşmesi’ne attığı imzayı çekmeye ikna etmeye çalıştı mı? Davudotlu ona ne gerekçeyle hayır dedi? Şu an Aile Bakanlığı yetkilileri, eski bakanlık müsteşarı gibi “Bu şiddeti de başımıza bela ettiler” diye dolanıyor mu koridorlarda? Ya da “of yine karı kız meseleleri” diye söylenenler var mı hala?

Yazının Devamını Oku

Vahdet'te bir Zaytung denemesi mi?

15 Aralık 2014
Vahdet gazetesi yayın hayatına girer girmez, kadın hakları ve kadın erkek ilişkileri konusunda ufukları zorlayan bir kanun teklifine imza attı. Bir kadının kaleminden, "kadınların kocalarının şiddetinden korunmasına" karşı çıkan yazı, önerdiği yeni yasaklar ve cezalarla Twitter fenomeni Zaytung'un tahtını sallayabilir.

Vahdet yazarı Sema Maraşlı Vahdet’teki ilk yazısına, şu an yürürlükte olan ve kadını, şiddete karşı korumada yetersiz kaldığı için sıkça eleştirilen "Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddeti Önleme Kanunu"nu eleştirmekle başlıyor, ama tam tersi taraftan: Nasıl yani, erkeğe sopa sallamak?

Birinin acilen Maraşlı’ya, devletin kadınlara şiddet uygulayan erkeğe sopa sallamak bir yana, sırt sıvazlama işlemi yaptığını anlatmalı.

Bu girişten sonra, kompozisyonunu geliştirmeye başlıyor yazar: “Kanun aileyi dışarıdan gelecek tehlikelere karşı mı koruyor? Hayır. Kanun, aile bireylerini birbirinden korumak üzerine inşa edilmiş.”

E evet, aynen öyle, çünkü kanunun varlık nedeni bu! Maraşlı’ya yukarıdaki notu iletecek kimse, nota şu hayat gerçeğini de eklemeli: Çünkü tehlike asıl olarak evde! Günde 1-3 kadın en yakınları tarafından öldürülüyor; yüzde 40’ı her türlü şiddete maruz bırakılıyor. Çocuk istismarları, dışarıdan gelen yabancılardan kat kat fazla bir şekilde aile içinde yaşanıyor.

Ama hayır, Maraşlı kadını kocasından korumanın “başlı başına bir hata” olduğunu düşünüyor. “Aileyi koruma adına yapılacak olan her şey, şiddete karşı kadını korumak için erkeği cezalandırmak üzerine kurulmuş. Aile böyle mi korunur?” diye kızıyor. Ona göre aileyi korumada ilk görev erkeğin.

Yazının Devamını Oku

It's your Business: İş dünyası aile içi şiddetle yüzleşiyor

10 Aralık 2014
2008'de ilk kez Türkiye'nin içinden demiryolu geçen tüm şehirlerini Hürriyet Hakkımızdır Treni'yle ziyaret ettiğimizde, hangi şehrin valisiyle karşı karşıya oturup sorsak, "Gururla söylemeliyim ki, şehrimizde aile içi şiddetten eser yok" demişti. Biz de, şikayetin olmamasının şiddet olmadığı anlamına gelmediğini söyleyip, böyle bir şikayetin yapılabileceği bir mekanizma olup olmadığını sormuştuk; yoktu. İkinci tren yolculuğunda "Hımm evet, bazı başvurular oldu"...

diyorlardı, üçüncüsünde ise bu sorunun çözümüne dair yaptıklarını anlatıyorlardı. Bugün eğitim ya da araştırma için Anadolu şehirlerine giden sosyal çalışmacılara, yerel yöneticilerin “şehrin en önemli sorunları” arasında saydığı konulardan biri aile içi şiddet ve cinsel istismar. Devlet aile içi şiddetin dev boyutlarıyla henüz baş edemese de yüzleşti. Şimdi sıra iş dünyasında…

***

Sabancı Üniversitesi Kurumsal Yönetim Forumu, Hollanda Konsolosluğu ve UNFPA-Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu desteğiyle, İş Dünyası Aile İçi Şiddete Karşı (Business Against Domestic Violence -BADV) Projesi kapsamında çok çarpıcı sonuçlar ortaya koyan bir araştırma gerçekleştirdi. “Yakın İlişkide Şiddetin Beyaz Yakalı Kadın Çalışanlara ve İşletmeye Etkisi” araştırması, aralarında Hürriyet’in de olduğu 19 şirkette, kadın erkek 1715 kişiyle yapılan ankete dayanıyor. Kadın çalışanların ve şirketlerin aile içi şiddete dair farkındalıklarını, yakın ilişkide yaşanan şiddetin boyutlarını ve şirketlerin tutumlarını ortaya koyuyor.

BOZUN ŞU EZBERİ

Araştırmanın belki de en önemli sonucu; yakın ilişkilerde yaşanan şiddetin eğitimsiz, sosyoekonomik düzeyi düşük, “doğulu” ailelerde yaşandığı ezberini darmaduman etmesi. İstanbul ve yakın çevresindeki şirketlerin, çoğunluğu üniversite mezunu, beyaz yakalı ve yönetici pozisyondaki kadın çalışanlarının yüzde 75’inin hayatlarında en az bir kez şiddetin herhangi bir türüne maruz kaldıklarını ezberci zihinlerimize çarpıyor çünkü... Araştırma, çalışan kadınların yüzde 40’ının psikolojik-duygusal şiddete, yüzde 35’inin sosyal şiddete, yüzde 8’inin de fiziksel şiddete maruz kaldığını gösteriyor. Maruz kalınan şiddet türlerinden biri de yüzde 17’lik oranıyla ekonomik şiddet; evet, yönetici kadın da ekonomik şiddet mağduru! Daha önce Boğaziçi Üniversitesi’nden Yeşim Arat ve Ayşe Gül Altınay’ın yaptığı bir araştırma eşinden fazla kazanan kadınların daha çok şiddete uğradığını ortaya çıkarmıştı, hatırlayın.

Yazının Devamını Oku

Yeter ya, biraz da erkekler çalışsın insanlık derslerini

4 Aralık 2014
"Şiddete uğrayan biz, şiddete karşı önlem alması gereken biz, evimizi terk edip sığınma evine gitmek, yaşadığımız şehri ya da hayat tarzımızı değiştirmek zorunda olan biz, şiddet nedeniyle travma geçirip terapi gören yine biz… Peki şiddeti gösterenler?"

Sonuna “ve ölen biz”i de ekleyebileceğimiz bu soru bugün, Sosyal Dönüşüm Vakfı’nın kuruluş amaçlarını ve yapacağı çalışmaları anlatmak için düzenlenen basın toplantısında, girişimin sözcüsü Gamze İlgezdi tarafından soruldu.

Cevabının, özellikle sorumluları tarafından acilen verilmesi gereken önemli bir soru.

Sevgili, koca, eski koca, boşanmak istenen koca, hangisiyse, sürekli telefon ediyor, kapıya dayanıyor, tehdit üstüne tehdit yağdırıyor, açıkça öldüreceğim diyor, eğer alınabilmişse, uzaklaştırma kararını takmıyor, takmamasını da bunu denetleyenler takmıyor, savcıya şikayet ediliyor, “suç henüz işlenmediği için” hiçbir işlem yapılamıyor.

Türkiye'de (yüzde 40 gibi bir oranla) şiddet gören kadınların önemli bir bölümü bunu yaşıyor, her gün bir ila üçü bu nedenle öldürülüyor.

Kadın ikilemler içinde kalıyor; ya kaçacak, ensesinde bir nefesle sürekli korku içinde yaşayacak ya da bir gün… sokak ortasında ya da işinden çıkarken, bilmem kaç kere bıçaklanarak ya da pompalı tüfekle, silahla öldürülecek.

Evet “sanık sizin” ancak burada devreye giriyor. Yani kadın öldürüldükten sonra…

Ama o zaman bile, gerçekten “sanık sizin” diyebiliyor muyuz, mahkemelere en çok Hollywood filmlerinden aşina sayın izleyiciler? Cevap: No! Sanığımız eğer takım elbise giyer, kıravatı da düzgünce takarsa, boynunu büker, hakime “efendim” derse, iki kere no. Hele de öldüğü için kendini savunamayacak kadın hakkında “iffetsizdi” dedi mi tamam. Birkaç yıl içinde dışarda, hayatına devam.

Yazının Devamını Oku

Aile içi şiddete duyarlılıkta sınıfta kaldık

1 Aralık 2014
Türkiye'de kadınların yüzde 40'ı en yakınları tarafından şiddete uğrar ve her gün 1-3 kadın kocası, eski kocası, boşanmak istediği kocası, sevgilisi vb tarafından öldürülürken, Hürriyet Aile İçi Şiddete Son! Kampanyası olarak, insanlarımızın gözlerinin önünde yaşanan bir aile içi şiddet olayına nasıl tepki verdiğini görmek istedik. Bu amaçla, bir alışveriş merkezinin iki asansöründe iki oyuncu çiftle gerçekleştirdiğimiz deneyde, 60 farklı olay kaydettik. Durumumuz aynı amaçla...

Geçenlerde İsveç’te yayınlanan bir sosyal deney, İsveç toplumunun aile içi şiddetle yüzleştiğinde nasıl davrandığına dair çok üzücü gerçekleri ortaya çıkardı. STHLM Panda adlı grubun, bir asansör içinde, bir erkeğin partnerine şiddet uygulaması mizanseniyle gerçekleştirdiği sosyal deneyden açıkça görülüyordu ki insanlar gözlerinin önünde yaşanan saldırıyı görmezden geliyordu.

Farkındalık yaratmak amacıyla yapılan çalışmada, 53 kişiden sadece biri “Eğer ona dokunursan hemen polisi ararım” diyor. İnanılır gibi değil ama bir kadın da “eğer onu döveceksen önce benim asansörden çıkmama izin verir misin?” diye soruyor!

Grup, The Indepent’a yaptığı açıklamada şöyle diyor: “Asansöre binen insanların çoğuyla sonradan konuştuk. Çoğu tepki göstermedikleri için kendilerinden utandıklarını ve bunun bir deney olduğuna çok mutlu olduklarını söyledi. Bazıları polisi arama niyetinde olduğunu belirtti ama biz bunun maalesef bir yalan olduğunu düşünüyoruz. Filmleri iki günlük bir sürede çektik ve bir kez bile polis gelmedi.”

BİZ DE İSTANBUL’DA DENEYLEDİK

Biz de Türkiye’de 10 yıldır sürdürdüğümüz Aile İçi Şiddete Son! Kampanyası olarak, İstanbul’da bu sosyal deneyi gerçekleştirerek, insanların tepkilerini görmek istedik.

Bir alışveriş merkezinin iki asansöründe iki oyuncu çiftle gerçekleştirdiğimiz deneyde, 60 farklı olay kaydettik. Durumumuz İsveç’ten çok daha iyiydi; ama 1’den fazla olmak çok kolay, bizim de deneyimiz, insanların burunlarının dibinde gerçekleşen bir kadına şiddet olayına karşı takınılan tutum konusunda sınıfta kaldığını gösterdi.

60 mizansenimizin, 60’tan fazla tanığı oldu; aralarında sadece 11’I (yani yüzde 20’den azı) olaya müdahale etti, 6’sı da asansörden çıktıktan sonra güvenliğe bildirdi.

60’dan fazla tanığın 43’ü olaya tamamen kayıtsız kaldı; asansör düğmesine, tavana, bir an önce açılsın diye kapıya baktı ama köşeye sinmiş, gözleri korku dolu ve ağlayan kadına elini uzatmadı. “Bir dakika” bile demedi. Güvenliğe doğru yürüyen 6’sı dışında hepsi, hızla asansörü terk ederek alışveriş merkezinin kalabalığı içinde kayboldu.

Yazının Devamını Oku

Hay bin fıtrat!

25 Kasım 2014
Yine yolsuzlukları, bin odalı sarayları, işçi cinayetlerini, kadın cinayetlerini, ağaç katliamlarını, savaşı, barışı, nefesimizi alan betonlaşmayı konuşamıyoruz. Cumhurbaşkanı yine sinirleri hoplatacak, gündemi değiştirecek bir balonla gündemi uçurdu. Tıpkı "Kristof Kolomb'un Amerika kıyılarına vardığında camiye benzer bir tepe değil de bizzat cami görmüş" gibi bir illüzyon yaratmaya çalışan yeni balonun, balon olduğunu biliyoruz ama yine de yakalamak için peşinden koşturuyoruz...

Üstelik bugün 25 Kasım Dünya Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü... Şaka gibi, kadınların en az yarısı, toplu bir şekilde, devletin en üst makamının diliyle şiddete uğruyor.

*

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, henüz bir yıl önce, kızı Sümeyye Erdoğan'ın girişimiyle kurulan ve bu kadar süre içinde topladığı milyonlarca lirayla Türkiye'nin en zengin kadın derneği ünvanını elde eden Kadın ve Demokrasi Derneği'nin (KADEM) bir toplantısında konuştu.

Kısaca; "Bunlar var ya bunlar, feminist" dedi.

"Aileye anneliği kabul etmeyerek girdiler" dedi.

"Takmışlar bir eşitlik eşitlik diye... Adaleti ıskalıyorlar" dedi.

"Kadın hareketi sizsiniz, bundan sonra sorumluluk sizin" dedi.

Yani, tam olarak böyle demedi ama topluma,

Yazının Devamını Oku

Rozi dostum orada mısın?

19 Kasım 2014
Ben sıkıldım bu bir türlü kurtulamadığımız, kafamızı çıkarıp başka bir şeyleri görmenin nefesini alamadığımız gündemden… Üstelik akıntıda yüzmek gibi bu, kulaç attıkça daha geriden başlıyoruz konuşmaya… Ee biz bunu geçmiştik, yaklaşık 120 yıl önce? Hı!

Oysa öyle çok merak ettiğim şey var ki; gitmek istediğim belli ki çok iyi tiyatro oyunları, izlemek istediğim filmler, bir kitabın, mesela 120. sayfasındaki iki paragraf üzerine konuşmayalı ne kadar oldu? Ben niye (henüz gidemedim) “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi” oyununu yöneten ve oynayan Sumru Yavrucuk’a “Türkiye’de böyle bir gün yok, halkı kandırıyorsunuz” diye geyik yapmak zorundayım ki Twitter’da? Ya da Küba’nın tepesine cami iyi olur, tezinin neresinden tutayım diye kafa patlatayım? Kültür Bakanlığı’nda çalışan uzman kadınların çay demleme ve hoşaf konusundaki beceriksizlikleri konusuna hiç girmiyorum.

İşte böyle söylendiğim günlerden birinde aklıma düştü, acaba ne oldu(lar), diye. Bilmiyorum. Öğrenmek istiyor muyum, ondan da emin değilim.

OLAY KIRKLARELİ’DE GEÇİYORDU

Yıllar önce, hafızası pek de zehir gibi olmayan bir arkadaşım, yolunun düştüğü bir Trakya kentinde, sadece yedi sekiz yaşlı Yahudi'nin kaldığını ve sinagogu açabilmek için 10 kişi (erkek) gerektiğinden ibadetlerini yapmakta güçlük çektiklerini anlatmıştı.
Ama dediğim gibi hafızası zehir gibi olmadığı için, ne kentin adını hatırlayabilmişti, ne de bunu ona kimin anlattığını. Çok şanslıydım; oraya buraya saldırıp ‘‘olayın geçtiği kenti'' bulmaya çalışırken, önüme Erol Haker'in İletişim’den çıkan ‘‘Bir zamanlar Kırklareli'de Yahudiler Yaşardı'' adlı taze basılmış kitabı düşmüştü.

İnsan eline yeni bir kitap aldığında ilk ne yaparsa ben de onu yaptım; kapağına göz attım, ters çevirdim ve arkadaki yazıyı okumaya başladım. Ama daha ilk kelimeleri okurken aşağılarda bir cümleye kayıverdii gözlerim: Günümüzde Kırklareli'de Yahudi nüfusunun altı kişiden ibaret olduğu yazıyordu. Bingo! Büyük bir araştırmacı gazetecilik olayı gerçekleştirmeme gerek kalmadan bulmuştum işte! Kendisi de Kırklarelili bir Yahudi aileden gelme olan Erol Haker'in bu keşfimdeki katkısı bununla kalmamış, röportaj yapacağım insanların tek tek isimlerini ve telefon numaralarını da İsrail’den nazik bir e-mail'le bana ulaştırmıştı. Onları da yapmak istediğim çalışmayla ilgili bilgilendirince, geriye bir tek Kırklareli'ne gitmek kalmıştı, işte işin o kısmını ben yaptım.

Erol Haker’le İstanbul’da kitabı üzerine görüşmek için buluştuğumuzda, onu düzeltmiştim bile: Altı değil sekiz kişilerdi. Altısı 70'inin üzerinde, ikisi 50'lerinde. Sinagogu gerçekten açamıyorlardı azlıktan. O zaman Kırklareli'nin Cumhuriyet Caddesi'nde bir tek Yahudi manifaturacı vardı; Salamon Baruh. 80 yaşındaydı. Tiril tiril takım elbisesi içinde karşılamıştı beni. Konuşurken, açık renk tüvit ceketinin cebine kırmızı mendilini, gömleğinin yakasına kırmızı kravatını özenle takmış Yesua Kaneti girmişti içeri. 77 yaşındaydı. Sonra hepsiyle tanıştık; yarım asırdır küçük sinagogun hahamı olan 81 yaşındaki Hayim Abravamel, Salamon Baruh'un eşi Beti (74), Haham Abravamel'in eşi Viktorya (74), eşini 14 yıl önce kaybeden Suzi Alevi (74). Bir de ‘‘genç kuşak'' vardı; Penhas ve Rozi Haleva (55)…

Sohbet başlayınca hepsi özenle şunun altını çizmişti: “Evet cemaat olarak çok az kaldık, ama biz demek cemaat demek değil sadece. Müslüman arkadaşlarımız, onlarla yıllardır süren çok iyi ilişkilerimiz var.” Biri Kırklarelispor için ne kadar severek çalıştığını anlatmıştı, diğeri akraba ve arkadaşlarının da İsrail'de yaşaması için yaptığı teklifleri nasıl reddettiğini… Evet, 50 haneden 5 haneye düşmüşlerdi ama onlar buralıydılar ve ancak ölünce gideceklerdi.

Yazının Devamını Oku

Filiz Akın: Hey, Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan, Ata, Kıvanç…

9 Kasım 2014
Nebil Özgentürk'ün Filiz Akın'ı konu alan Bir Yudum İnsan belgeselinde belirttiği gibi "namusun renginin esmer olduğu" Türk Sineması'nın ilk vamp, kötü, entrikacı olmayan, masum sarışınıydı o. Türk sinema izleyicisi 1960'larda, sarışın kadınların da "namuslu" olabileceği fikrine onunla alıştı.

Sarışın ya da esmer, dudaktan öpüşen, pavyona ‘düşen’, hatta sevişen kadının namussuz olmayabileceği fikrine ulaşmaya ise daha çok vardı.

Türkan Şoray, Fatma Girik ve Hülya Koçyiğit’le birlikte bir döneme damga vuran Dört Yapraklı Yonca’nın en az köylü kız oynayanıydı, tipi müsait değildi! Daha çok, “Kolejli kız”dı. Yine de büyük şehrin gecekondu mahallesinde de olsa kenarından bir köylü kız olmuş, orada da Fatmagül gibi tecavüze uğraması gerekmişti. O zamanlar bu tür şeyler daha çok “kırsal kesim” kadınlarının başına geliyordu Yeşilçam’da.

Biz artık kadına şiddetin, tecavüzün, cinayetlerin ekonomik ya da eğitim düzeyi, sosyal kesim, inanç ya da coğrafya tanımadan her yerde olduğunu biliyorduk.

Filiz Akın, sinemanın ve sosyal hayatın, alabildiğine zarif, kentli, aristokrat havalı, yine o dönemin deyimiyle Avrupai, modern yüzüydü. Bu karakteristiğini bugünlere kadar aynı çizgide taşıdı. Bugün 70’ini aşmış haliyle, hala çok zarif, güzel ve Avrupai. Ama filmlerindekinden çok farklı; yapmacıksız.

Biraz da bir dönem evli kaldığı yapımcı kocası Türker İnanoğlu’nun markajı nedeniyle sinema tarihine geçen pek fazla yapımda yer almadıysa da gönüllerin sultanlarından biri olmayı başardı. 1970’lerde Yeşilçam’ın “porno” batağına saplandığı günlerde assolistlik yaparken, İzmir Fuarı’nda söylentiye göre bir mafya babasına bıçaklatıldığı dönem hariç, hep kolejli kız kaldı, “steril” bir hayat yaşadı.

Hakim kızıydı, Ankara Koleji’ni bitirmiş, bir dönem üniversitede okumuştu. Anneannesinin öz babası Atatürk’ün şifrecisi, üvey babası kalem müdürüydü, Atatürk kıyafet seçiminde zaman zaman anneannesi Halime Hanım’ın fikrini alırdı. 1962’de ısrarlar sonucu Artist mecmuasına fotoğrafını gönderip birinci olmasına rağmen, artist olmaya çok zor ikna edilmişti.

İkinci kocasıyla Fransa’da yaşamış, 1994'te dönemin MİT müsteşarı Sönmez Köksal’la, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk’un şahitliğinde evlenmiş, Köksal’ın Paris Büyükelçisi olmasıyla Paris sefireliği yapmıştı. Paris’te Türkiye’yi tanıtan pek çok şaşaalı etkinliğe imza attı.

Televizyon programlarında da, kansere yakalanıp yenerken de, kanser hastaları için sosyal sorumlu projelere katılırken de hep bildiğimiz Filiz Akın’dı.

Yazının Devamını Oku