Dr. Gülseren Budayıcıoğlu
Dr. Gülseren Budayıcıoğlu
Dr. Gülseren BudayıcıoğluYazarın Tüm Yazıları

Sahipsiz hastalar

Sevgili okuyucularım,

Haberin Devamı

Tüm dünyada teknolojinin inanılmaz gelişimi ile birlikte bilgisayar kullanımının yaygınlaşması, her alanda olduğu gibi hastayla doktor arasındaki ilişkiyi de etkiledi. Artık hekimler bir yandan hastalarını dinlerken, bir yandan da önemli noktaları bilgisayara kaydediyorlar.

Eskiden biz bunları elimizdeki kalemle hasta dosyalarına yazardık. Bu durum, hastaların takibi açısından çok önemli ancak yine de kimi durumlarda hasta-doktor ilişkisini bozabiliyor.

Oysa doktora büyük umutlar ve heyecanlarla giden biri istiyor ki, doktor onu önce can kulağıyla dinlesin. O uzun uzun anlatsın, sonra doktor onu iyice muayene etsin, sorular sorsun, o bitirince bu sefer de hasta ona merak ettiklerini sorsun, sende şu var, bunun için şöyle yap, şu ilaçları al, şu kadar zamanda geçer desin. Muayene odasından çıkarken, hasta elinde reçetesi, içi rahat, merak ettiği her şeyi öğrenmiş olarak oradan çıksın. Artık onu anlayan, dinleyen, nesi olduğunu bilen, başı sıkışırsa “Yine ara, yine gel” diyen bir doktor olsun hayatında.

Haberin Devamı

Eskiden böyleydi. Ev doktorlarımız vardı. Bir ihtiyaç olduğunda elinde çantasıyla gelir, sizi uzun uzun dinler, muayene eder, sorular sorar, sizin sorduğunuz soruları cevaplar, sırtınızı okşar, size moral verir, ilaçlarınızı da yazar giderdi.

Her şeyi bilirdi o doktorlar.

Ancak şimdi işler değişti. Doktorlar, bunların çoğunu yapmıyor ya da yapamıyor.

Son yıllarda okuduğum bir makaleye göre, Amerika Birleşik Devletleri’nde, ilk kez bir doktora muayeneye giden bir hastanın sözü kesilmeden konuşabildiği ortalama süre yirmi üç saniye. Londra gibi son derece gelişmiş bir kentte bile ortalama muayene süresi altı ila sekiz dakika çünkü doktor sorunun hangi organda olduğunu bir an önce anlayabilmek için pek çok tetkik isteyecek. Tetkikleri görecek ki, hastalığın ne olduğunu tam olarak anlayabilsin.

BİR KÂĞITLA BİTİYOR

Hal böyle olunca, doktor hastayı uzun uzun dinlemeye gerek duymuyor, bunu bir zaman kaybı olarak görüyor. Tetkiklerin, hastalığı nasıl olsa göstereceği düşünülüyor. Ve böylelikle, hasta üzerinde yapılması gereken tetkiklerin yazılı olduğu bir kâğıtla birlikte çabucak çıkıveriyor odadan.

Haberin Devamı

Büyük hastaneler farklı dallarda uzmanlaşmış doktorlarla dolu. Kimi kalbinize, kimi midenize, gözünüze, burnunuza, kulağınıza, kimi böbreğinize bakıyor. Sizi bir bütün olarak ele alan yok. Hangi şikâyetle doktora giderseniz gidin, çoğu zaman doktor sizi başka alandaki uzmanların da görmesini, muayene etmesini istiyor.

Sizi pek çok doktor görüyor, muayene ediyor ama hiçbiri sizin asıl sahibiniz değil. Her biri bedenimizdeki farklı bir organı incelerken, sizi kimse bir bütün olarak, yaşayan ve kendine özgü bir varlık olarak ele almıyor. Bir derdiniz, sıkıntınız mı var, bu hastalık durup dururken mi geldi yoksa biraz da sorunlarınızın çok arttığı ya da yaşadığınız ağır travmatik bir olaydan sonra mı hastalandınız, bilmiyor.

BİLSE NE OLURDU

Yani doktor sizi uzun uzun dinlese, bu hastalığın sizin yaşantınızla ilgili olduğunu görse, çok şey değişebilirdi. Son yapılan bilimsel araştırmalar, özellikle ölümcül olabilen hastalıkların çoğunun kronik stres durumlarında ortaya çıktığını söylüyor.

Haberin Devamı

KRONİK STRES NEDİR

Hayatın içinde bazen başımıza olmadık şeyler gelebiliyor. Bunların en büyük örneği ani kayıplar ya da ani doğal afetlerdir. Ülkemiz bu yıl doğal afetlerin her birini tek tek yaşadı. Ne hastalık bitti, ne yangınlar, ne de seller. Geçmiş yıllarda da büyük depremler yaşadık ve çok kayıp verdik.

Ani gelişen bu olaylar ruhumuzda derin izler bırakabiliyor. Ancak bizi ölümcül hastalıklarla karşılaştıran durumlar bunlar değil. Kronik stres adından da anlaşılacağı gibi, hayatımızın içinde hep var olan, çoğu zaman bizim karakterimizle, kişiliğimizle, aile içi ve diğer sosyal ilişkilerimizle ilgili bir durum. Biz çoğu zaman bu durumun farkında bile olmayız. Bizim normalimiz haline gelmiştir. Fark etmeyiz, yadırgamayız ama için için yer bizi.

Haberin Devamı

Bu hastalıkların en sevdiği insanlar kimseye hayır diyemeyen, başkalarının ihtiyaçlarını bazen de onlar istemeden üstleniveren, duygularını başkalarına hatta kendine bile ifade etmeyen, çoğu çocukluğunda kötü muamele görmüş, itilmiş, kakılmış, terk edilmiş, sevilmemiş kişilerdir.

Pek çoğumuz, farkında olmadan tüm hayatımızı sanki başkalarından onay almak zorundaymış gibi yaşarız. Yine pek çoğumuz bizi sevmeyen, onaylamayan, beğenmeyen, övmeyen kişilerle yaşar-gider ve bunu hiç sorgulamayız. Her bir imalı bakışı görsek de imalı sözleri duysak da buna çok üzülür ama sanki hiç böyle bir şey olmamış gibi davranır, olaya tepki vermez ve içimize atarız.

Haberin Devamı

Ya da hiç istemediğimiz bir şeye hayır demek yerine, istemeye istemeye onu yapmaya zorlarız kendimizi. Küçük yaşlarda hayır demeyi öğrenemediysek, bu durum ömür boyu devam edebilir. Başkalarını hayal kırıklığına uğratmamak, onları üzmemek için kendimizi üzeriz.

Hal böyle olunca, bizi hastalıklara karşı koruyan bağışıklık sisteminin kafası karışır. Çünkü o, aslında hem ruhsal hem de bedensel olarak bize kötülük yapmak isteyen düşmanlarımızla mücadele etmek, onları yok etmek için var. Bizse onlara tepki göstermez, “hayır” demez hatta kimi zaman dostça davranırsak sistemin kafası karışır. Dostu düşmandan ayıramaz hale gelir.

BEDEN TEPKİ GÖSTERİR

Böylelikle zaten kafasını karıştırdığımız, bizi hastalıklardan koruyan sistemler giderek zayıflar ve bu durum uzun yıllar devam ederse sonunda çöker. Yani bizim yerimize bedenimiz onlara hayır der. Bizim gösteremediğimiz tepkiyi bedenimiz gösterir. Biz hastalanınca yıllardır başkalarına adanan hayatlar artık bunu yapamaz.

Dünyada bu tür araştırmalar hızla devam ediyor. Biliminsanları hangi tür kişiliklerin bu tür ölümcül hastalıklara yol açabildiğini arayan çalışmalar yapıyorlar. Sonraki yazılarımda bu konuda sizi daha fazla aydınlatmaya ve bilgilendirmeye gayret edeceğim.

SAVAŞTAN FARKI NE

Psikiyatristler hastayı her zaman bir bütün olarak görür ve olabildiğince onu dinler ve sorunun ne olduğunu, kişinin neden hastalandığını anlamaya çalışır. Geçmiş yıllarda biz psikiyatristler de kişilik özelliklerinin, yaşam biçimlerinin çok ciddi hastalıklara yol açtığını bilmiyorduk. Zaten eskiden tıpkı diğer hekimler gibi bilmediğimiz daha pek çok şey vardı. Tıptaki ilerlemenin ışığında bizler de her gün yeni bir şey öğreniyoruz. Ancak bu son öğrenilen gelişme, meslek hayatımızda çok şeyi değiştirecek.

Özellikle Batılı biliminsanları psikiyatriyi geleceğin en önemli bilim dalı olarak görüyorlar. Önemli olmak ya da olmamak değil sorun. Tıbbın her dalı çok önemlidir aslında. Hepimiz bir bütüne yani insan sağlığına hizmet ederiz. Ancak kişiliğimizle beden sağlığımız birbirini bu kadar çok etkileyebiliyorsa, bize gerçekten de çok büyük işler düşecek demektir.

Bir de alternatif tedaviler konusu var. Amerika Birleşik Devletleri gibi dünyanın en gelişmiş ülkesinde bile nüfusun üçte birinin alternatif terapi uygulayıcılarına başvurduğu görülmüş. Bizim ülkemizde de sanırım bu talep hızla yayılıyor. İnsanlar onlara sahip çıkacak birilerini arıyorlar.

BU DÜNYANIN SORUNU

Burada sitemim, asla meslektaşlarıma ya da diğer hekimlere değil. Özellikle ülkemizde canla-başla çalışan bir hekim ordusu var. Bunu COVID-19 salgınında çok daha yakından gördük. Hekimlerimiz canları pahasına bu salgınla mücadele etti. Kimi hastalığı ailesine de bulaştırmamak için evine bile gitmedi. Kimi hastalandı, kimi de hayatını kaybetti. Bunun ülkeyi düşmanlardan kurtarmak için savaşa gitmekten ne farkı var?

Her ikisi de vatandaşlarını kurtarmak için ölümü göze alıp cepheye gidiyor. Cephe, birinde savaş alanı, diğerinde bulaşıcı hastalıktan muzdarip insanların yattığı hastaneler. İnsanlar virüs alırım diye hastanelerin önünden geçmeye korkarken, büyük bir hekim ordusu hastanelerden çıkamaz oldu.

Hekimlik bunun için kutsal bir meslek ya zaten. Ama o kutsal mesleği hayatları pahasına icra edenlerin kıymetini biliyor muyuz diye, bir kez daha sormak isterim.

Tıp ilerledikçe bir yandan hastalıklara yeni çareler üretiliyor ama bir yandan da hastalar sahipsiz kalıyorlar. Sevgili meslektaşlarımın hastaya ayırdıkları süre çok az da olsa, keşke onların gözlerine bakıp kulaklarını dört açıp birkaç dakika bile olsa hastalarına ne kadar değer verdiklerini, onları nasıl dikkatle dinlediklerini hastalarımıza hissettirebilse...

Eminim bunu zaten yapan pek çok hekim arkadaşım var ama bir yandan da dışarda bekleyen bir hasta ordusu olunca arada bir hepimizin kafası karışabiliyor, dikkatimiz dağılabiliyor. Bu aslında sadece bizim ülkemizin değil, dünyanın sorunu. Bakalım dünya gelecekte bu sorunla nasıl başa çıkacak.

FEHİME HANIM’IN YARDIMCISI

Sahipsiz hastalar


GEÇEN gün yaşlı bir hanım geldi bana. Temiz yüzlü, yüzünden hanımefendilik akan, yaşlansa da zarafetini hiç kaybetmemiş bir kadın. Oturuşu, kalkışı, konuşması, ses tonu bile öyle saygılı ki...

Son bir yıldır, gitmediği doktor kalmamış. Arada bir gelen ve bazen sırtına, bazen de bacaklarına vuran bir ağrıdan şikâyet ediyordu. Bunun için gitmediği doktor, yapılmadık tetkik kalmamış. Hatta bu arada birkaç ufak operasyon da geçirmiş.

Bu yüzden oğlu ve kızı o hastanelere yüklü miktarda para ödemek zorunda kalmışlar. Çocuklarını sıkıntıya soktuğu için de çok üzülüyordu Fehime Hanım.

NE OLDUYSA 1 YIL ÖNCE

Sonunda gittiği doktorlardan biri, bir kere de psikiyatristle konuşmasını önerince, bana gelmiş. “Anlatın, sizi dinliyorum” dedim, “Anlatacak bir şey yok ki” dedi.

Yalnız yaşıyormuş. Biri erkek, biri kız iki çocuğu varmış. Onlar da evlenip gidince evde yalnız kalmış. Eşini zaten on beş yıl önce kaybetmiş.

Ama hastalık bir yıl önce başlamış. Demek ki ne olduysa bir yıl önce olmuş. Ne oldu acaba? Sürekli soru soruyorum. Oradan buradan, hemen her konuda soru soruyorum ama aradığım cevap bir türlü gelmiyor. Eşiyle iyi bir evlilikleri olmuş. Biraz titiz biriymiş eşi ama zamanla ona alışmış. Eşi hastalanınca ona çok iyi bakmış. Ölürse ben ne yaparım diye çok korkmuş ama zamanla yalnızlığa da alışmış. Çocuklarıyla da hiçbir sorunu yokmuş. İkisi de çok düşkünmüş annelerine.

Sahipsiz hastalar

BİR ŞEYE GEREK KALMADI

Yok... Arıyorum ama onu hasta eden nedeni bir türlü bulamıyorum. Pes etmek yok, aramaya devam.

“Bana bir 24 saatinizi anlatır mısınız?” diyorum. Acaba nasıl yaşıyor, evde ne yapıyor bu kadın.

“Hiç” diyor. “Eskiden bütün evin işini ben yapardım. Yalnız da olsanız ev işleri hiç bitmiyor. Eşim çok titiz olduğundan eskiden beri bir program dahilinde yapardım bu işleri. Sabah yataktan kalktığım anda ne yapacağım belliydi. Ama şimdi sağ olsun çocuklarım bir yardımcı tuttular bana. Bende yatılı kalıyor. Artık benim hiçbir şey yapmama gerek kalmadı. Her şeyi o yapıyor sağ olsun” demez mi?

EVİM ARTIK ONUN

Derin bir oh çekiyorum ama o ne yaptığımı, nasıl rahatladığımı fark etmiyor. Bazen bilmece çözmek gibidir bizim işimiz. Ya da dedektif gibi iz süreriz. Ta ki o izi bulana kadar. Korkarak soruyorum Fehime Hanım’a “Yardımcınız ne zamandan beri sizinle?” diye.

“Bir buçuk yıl kadar oldu” diyor. Oh... demek öyle!

Sessiz, sakin bir kız. Ne desem yapıyor ama ben zaten ondan bir şey istemiyorum. Ne de olsa yıllardır kendi işimi kendim yaptım. Kimseden bir şey istemedim. Aslında yardımcı da istemedim ben ama çocuklar çok ısrar edince onları kıramadım. Ev artık benim değil, onun. Ben de misafirim o evde.

ENERJİ HASTALIK OLDU

Bilmece bir anda çözüldü. Demek kadıncağızın alışkın olduğu hayat tarzı bir anda değişti. Ona köşede oturmak kalınca, hastalık da hemen damladı. Yıllardır o işlere akan enerji, bu sefer de hastalık olarak ona geri döndü.

İnsanın artık bir işe yaramadığını hissetmesi, adeta ölümü çağırmak gibidir. Az ya da çok, önemli ya da önemsiz, hepimiz bir işe yaramak isteriz. Sabah yataktan kalktığımızda, o gün yaşadığımızı, hâlâ hayatta olduğumuzu bize hatırlatacak bir şeyler olsun isteriz. Hareket etmek isteriz.

ARTIK PEK ÇOK NEDENİ VAR

Fehime Hanım şimdi nasıl diye soracak olursanız, yardımcı gideli beri canlandı. Artık sabahları yataktan kalkmak için pek çok nedeni var. Evin bütün işleri, hatta çarşı-pazar onu bekliyor. Kolay mı çarşıya pazara gitmek... Giyinecek, kuşanacak, belki çıkmadan duşunu alacak, saçını başını tarayacak, sonra da yıllardır onu çok iyi tanıyan esnafla ayaküstü muhabbet ederek alışverişini bitirip eve gelecek.

‘BEN HÂLÂ VARIM’ DİYECEK

Sahipsiz hastalar

Evde aç oturacak hali yok ya... Canı ne isterse mutfağa girip pişirecek, ortalığı toplayacak, yorulacak.

Hele misafiri olduğu günler yorgunluktan karnı değil ama beli ağrıyacak. Akşam çocuklar aradığında onlara tek tek anlatacak ne yaptığını, ne kadar yorulduğunu, şimdi de belinin nasıl ağrıdığını... Pazar günleri çocuklarına kendi elleriyle yemekler yapıp yedirecek...

Ben hâlâ varım diyecek.

ONCA İLAÇ BOŞUNAYMIŞ

Meğer ne kolaymış değil mi Fehime Hanım’ı tedavi etmek? Doktor onu biraz dinlese, anlayacak neden hastalandığını. Meğer onca ameliyatı boşuna olmuş, onca ilacı boşuna yutmuş, çocukları onca parayı boşuna harcamış.

Bir dahiliyeci, bir cerrah ne bilsin Fehime Hanım’ın yardımcısını? Onun odağında Fehime Hanım’ın karnındaki ağrı var. Tıpkı benim safra kesesindeki taştan anlamadığım gibi...

Bakalım gelecek, bize daha neler gösterecek.

Haftaya görüşmek üzere,

Hoşça kalın,

Sevgiyle kalın.

Yazarın Tüm Yazıları