Dilara Sayar

Kadına şiddet… Bu kez son olsun!

7 Temmuz 2020
Her yeni güne bir şiddet haberiyle uyanıyoruz. Özellikle kadınların maruz kaldığı şiddet ne yazık ki son yıllarda sıkça ülke gündeminde yer alıyor. Yaşanan son üzücü olay ise Ozan Güven’in kız arkadaşına uyguladığı şiddet oldu. Medyatik bir ismin süreç içinde taraf olması konuyu daha ses getirir kılıyor. Ancak ne yazık ki en az haberi yapılanlar kadar, adını bilmediğimiz de birçok şiddet mağduru kadınımız var. Sayıları azımsanmayacak kadar çok...

Kadına yönelik şiddet konusu, toplumun sadece bir kesimini ilgilendirmiyor, tersine bireylerin şiddet eğilimleri bütün toplumla ilgili önemli bir mesele. Özellikle yaşanan pandemi süreci ‘kadına şiddet’ konusuna dair yeni üzücü yaşantılar doğurdu. Koronavirüs salgını nedeniyle tüm dünyada yapılan ilk çağrı insanların evlerinden çıkmamaları oldu. Ancak bu çağrı ev içi şiddet gören kadınlar için şiddeti uygulayan kişiyle normalden çok daha uzun süre aynı evde bulunmak anlamına geldi. Bu nedenle hem ülkemizde hem de dünyada ev içi şiddetin arttığına dair veriler oluştu. Oluşan veriler yeni kararları gerekli kıldı elbette. Örneğin; Fransa’da ev içi şiddetin artışı üzerine, şiddet mağdurunun karakola gitmeden kendisine en yakın eczaneden bildirim yapabilmesi sağlandı. İspanya’da ise kadınların eczane çalışanından "Maske 19" isteyişinin bir iletişim şifresi olacağı ve çalışanın polise şiddet vakası bildiriminde bulunacağı açıklandı. Ülkemizde ise edinilen bilgiler 2019 Mart'ta 1804 aile içi şiddet olayı yaşanırken, ilk resmi vakaların açıklandığı Mart 2020’de olay sayısının 2493'e yükseldiğini gösteriyor.

Şiddet, akla önce fiziki güç kullanımını getiriyor ve kadının bedensel bütünlüğüne yönelik kaba kuvvet eylemleri olarak tanımlanıyor ancak şiddeti sadece fiziki boyuta indirgemek mümkün değil. Konuya dair yapılan araştırmalar kadına yönelik şiddetin sadece fiziksel olarak değil, farklı boyutlarda da var olduğunu net olarak gösteriyor.

Psikolojik şiddet: Küçük görme, aşağılama, beceriksiz olarak itham etme, düşüncelerini önemsememe, küfür, hakaret, bağırma, lakap takma, eleştirme, emir vererek konuşma, gerek iş gerekse sosyal hayatında kadının karşısına çıkan fırsatlara engel olma vb. pek çok davranış bu kategoriye giriyor.

Cinsel şiddet: Cinsel şiddeti, kadının istemediği bir şekilde cinsel ilişkiye zorlanması ve cinselliğin kadına yönelik tehdit ya da yaptırım aracı olarak kullanılması olarak tanımlanıyor. Tecavüz, başkalarıyla cinsel birlikteliğe ya da evlenmeye zorlama, çocuk yaşta evlendirilme, iletişim araçları ya da sosyal medya aracılığıyla cinsel içerikli davranışlara maruz kalma ve taciz cinsel şiddet örnekleri…

Ekonomik şiddet: Maddiyatın ve var olan imkânların kadın için bir tehdit, bir güç olarak kullanılması ya da zorla çalıştırılma, iş hayatında yer almasını engelleme durumlarını içeriyor.
Sosyal şiddet: Toplumsal baskı ile kadını olumsuz bir sürece sokma durumu olarak tanımlanıyor. Birey olarak kadını ikinci sınıf görme, ötekileştirme, kısıtlama ya da toplumsal varoluşunu engelleme sosyal şiddet örnekleri.

Maalesef kadınlar; aynı anda birden fazla şiddete maruz kalabiliyorlar. Ve çoğu zaman süreci nasıl doğru yöneteceği, ne yapması gerektiğine dair net bilgilere sahip olmuyorlar. Kadına yönelik şiddetin ilk izleri çok eski tarihlere dayanıyor. Dolayısıyla aslında beklenen ve olması gereken konunun bugüne değin net olarak çözüme kavuşmuş olması. Ancak ülkemizde hala oldukça ağır örnekler yaşanıyor, hemen her gün yeni bir şiddet haberiyle karşılaşıyoruz.  

Kadına şiddet konusunda, güçlü ve kararlı bir toplumsal bilinç oluşturulmasının en temel gereklilik olduğu düşüncesindeyim. Oluşan bilinç, toplumda kadına yönelik bakış açısını değiştirecek, her şeyden önce kadının bir birey olduğunun kabulünü sağlayacaktır.  Şiddeti doğuran ya da devamlı hale getiren tüm olumsuzlukları yok etmek amaçlanmalı ve toplumsal düzeyde bir farkındalık oluşturulmalıdır. Aynı zamanda devletin bu sorunu çok yönlü olarak ele alması, verilecek cezaların caydırıcı nitelik taşıması ve çözüm olacak gerekli politikalar üretmesi şüphesiz bir gerekliliktir. Kadınların eğitim, meslek edinme, ekonomik özgürlük kazanma ve iş hayatında var olma süreçlerine dair destekleyici çalışmalar yapılmalıdır. Bu çalışmalar hem ekonomik hem de sosyal şiddet yaraları için iyileştirici olacak ve kadını psikolojik olarak güçlendirecektir. Yaşananların izlerini silmek, yaraları sarmak için gerekli müdahale ve destek programları planlanmalı, kadının kendini toplumdan izole etmesinin önüne geçilmelidir. Güvenli yaşam standartları mutlaka sağlanmalıdır.

Yazının Devamını Oku

Sağlıklı baba ve çocuk iletişimi için 20 tavsiye

19 Haziran 2020
Anne ve çocuk ilişkisine dair paylaşımları, eğitimleri, uzman görüşlerini düşününce buna kıyasla babalar ve çocuklarıyla iletişimleri konusunda daha az konuşuyoruz diyebiliriz. Ancak yapılan birçok araştırma babanın çocuğun hayatındaki etkisine dair oldukça net ve önemli veriler sunuyor. Babalar Günü’ne sayılı günler kalmışken; baba ile çocuk arasındaki bağın kalitesinin çocuğun dil gelişiminden, sosyal gelişimine; analitik zekâdan ruh sağlığına kadar pek çok noktada önemli rol oynadığını hatırlayalım.

Annelik serüveninin henüz başında kadınların hormonal ve biyolojik olarak anneliğe hazır olduğunu biliyoruz. Bebeğin anne rahmine düşmesiyle birlikte erkeklerde de hormonal değişimlerin görülmesi, aslında baba çocuk iletişim ağının anne kadar erken zamanlarda örülmeye başladığını gösteriyor. Yeni çalışmalar babanın doğum sonrasındaki ilgisinin, doğum öncesindeki ilgisiyle bağlantılı olduğunu açıklıyor. Doğumun gerçekleşmesiyle birlikte çocuğun öz bakımı konusunda anneye yardımcı olmak, fiziksel teması ihmal etmemek, zaman ayırmak ve iletişim kurmak erkeklerde baba rolünün gelişimini kolaylaştırıyor. Erken dönemde gelişen bu rol, geleceğe dönük olarak babanın çocuğun hayatındaki etkinliğini artırıyor.

Peki babalar neler yapabilirler? Baba ve çocuk ilişkisini neler güçlendirir, babalar çocuklarına iyi bir model olmak için neler yapmalıdır? Birlikte bakalım...

• Çocuğun doğumundan itibaren beslenme, uyku ve öz bakım süreçlerinde anneye yardımcı olmak ve bu konuda sorumluluk almak sağlıklı baba çocuk ilişkisinin başlamasını sağlar. Bu sebeple babalar çocuğa dair süreçlerde aktif rol almalıdır. Öğrenmeye ve yeniliğe açık olmalıdır.

• Baba sevgisini hem sözel hem de davranışsal olarak çocuğa hissettirmelidir. "Seni seviyorum", "Benim için değerlisin" demek, sarılmak, ilgi ve yakınlık göstermek çocuğa kabul gördüğünü anlatır ve öz güvenini destekler.

Yazının Devamını Oku

Çocuklara nefretle mücadeleyi öğretmek için yaşa göre öneriler

10 Haziran 2020
Koronavirüs salgınıyla mücadele tüm dünyada ve ülkemizde devam ederken, Amerika iç karışıklıklar yaşadığı bir döneme girdi. George Floyd’un ölümünün ardından nefret söylemleriyle, ırkçı yaklaşımlarla mücadelenin önemi tekrar hatırlandı. Bizler, haberler ve sosyal medya aracılığıyla sürece uzaktan dâhil oluyoruz. Her ne kadar ülkeler arası mesafeler olsa da, kaygılar ve endişeler ortak. Özellikle ebeveynler, en kıymetlileri çocuklarını ön yargılı, nefret dolu, ayrımcı düşünce ve kişilerden nasıl koruyabileceklerine dair endişe taşıyorlar. 

Küçük yaştan itibaren verilen doğru eğitim ile her türlü ayrımcılığın çocuğunuza etki etmesini önleyebilir, şahit olduğu ayrımcı tavırlara karşı doğru yaklaşımlar sergilemeyi öğretebilirsiniz.  Kötü niyetli olay ve inançları doğru değerlendirmelerine ve iyilik için güç olmalarına rehberlik edebilirsiniz. Peki nasıl?

0-6 yaş dönemi: Yaşamın ilk yıllarında amaç, şefkat ve hoşgörü temelli pozitif bir düşünce zemini oluşturmak olmalıdır. Çocuklar ırk, cinsiyet ya da etnik kökenlerini seçerek doğmuyorlar. Doğal olarak ayrımcılık bilinciyle yaşamaya başlamıyorlar. Bu dönemde verilen eğitimle, çocuğun gelecekte nasıl düşüneceği ve farklılıklara nasıl yaklaşacağına dair kontrol ebeveynlerin elindedir. Yapılan tüm araştırma ve çalışmalar, küçük yaşta farklılıklara saygı duyma bilinciyle yetiştirilen çocukların gelecekte bu düşünce yapılarını doğru davranışlar olarak sergileyebildiğini göstermekte. 

• Çocuğunuz ona benzemeyen ya da alışık olduğu çevredekilerden farklı bireylerle hiç karşılaşmayabilir. Bu durumda ebeveynler farklılıkları evlerine getirebilirler. Kitaplar ve filmler farklı kültürleri tanıtabilecekleri en kıymetli kaynaklar. Ailecek planlanan bir film gecesinde, farklı kültüre ait bir film izlenebilir ve üzerine sohbet edilerek çocuğun merak ettiği sorular cevaplanabilir. 

• Çocuğunuza bu konuya dair eğitim vermeye başladığınızı, çocuğun hayatına dâhil olan ve paylaşımlarına güvendiğiniz yakın çevrenizle de paylaşabilir, destek isteyebilirsiniz. Öğretmeniyle sürece dair iş birliği yapabilirsiniz.   

• Eğer çok dilli ebeveynler iseniz, çocuğun ana dilini öğreniminin ardından başka bir dil öğrenmeye de teşvik etmelisiniz. 2014’te Chicago Üniversitesi'nde yapılan bir araştırma sonuçları; günlük hayatta birden fazla dil duyan çocukların, dili kendilerinden farklı olan insanları daha fazla kabul ettiklerini göstermektedir.  

• Bu yaş grubu çocuklar için kelimeler oldukça önemlidir. Merakla sorulan sorulara karşı ebeveyn sessiz kalmamalı, sorusunu önemsediğini hissettirmeli ve konuyu geçiştirmemelidir. 

6-8 yaş dönemi: Ayrımcılık ve nefret tutumlarına karşı açıkça konuşmak bu çağda daha kolay hale gelir. Özellikle ilkokul sürecindeki akran ilişkilerinde, okul öncesi döneme göre yaşanan değişimler, çocuklar için adalet kavramını daha önemli hale getirir. Çocuklar bu dönemde, ayrımcılığa dair hassasiyet geliştirebilir ve sorgulamaları fazlaca olabilir.

• Çocuğunuz rehberiniz olsun. Onun dile getirdiği duygu ve düşünceler sizin paylaşımlarınızı yönlendirecektir. Size düşen ona doğru soruları sormaktır. Ne duyduğunu, nasıl anladığını, akranlarının neler konuştuğunu, televizyonda neler gördüğünü öğrenmek konuşmanızı yönlendirecektir.

Yazının Devamını Oku

Sınav kaygısını kontrol edebilmek için 10 öneri

14 Mayıs 2020
Tüm dünyanın salgınla halen mücadele içinde olduğu bugünlerde, toplum sağlığını korumak için yeni kararlar alınıyor. Alınan son kararlardan biri de yeni belirlenen LGS ve YKS tarihleri. Gençlerin alınan son kararlarla birlikte kaygıları artış gösterdi. “Kalan zaman yetecek mi?”, “Eksik kaldığım konuları nasıl hallederim?”, “Ya istediğim okul olmazsa?”, “Ya sınav salonunda virüs kaparsam?” gibi türlü sorular genç zihinlerin içinde dolaşıp duruyor.

Kaygı; kişinin henüz gerçekleşmemiş bir sonuç hakkında duyduğu endişe ve üzüntü, kaynağı belirsiz bir korkudur. Kişide fiziksel, zihinsel ve davranışsal değişimler yaratır. Genellikle istediğimizin ya da düşündüğümüzün tersine bir durumla karşılaşma korkusu yoğun kaygı yaratır. Diğer tüm duygular gibi kaygının da hissedilmesi gayet normal ancak kaygının düzeyi önemli bir nokta. Gerekli olan kaygıyı tamamen ortadan kaldırmak değil, belli bir düzeyde tutmaya çalışmaktır. Unutmamak gerekir ki, endişeleri düşünen başarısız, zaferi düşünen başarılı olur. Gençler hayatlarında büyük yer kaplayan, geleceklerini şekillendiren sınavların kaygısını normal düzeyde tutabilmek için neler yapabilirler?

Büyük düşün ve kendine güven

Kendinin, yeteneklerinin ve yapabileceklerinin farkına varmalısın. Cesaretli olmalısın. Unutma! Dünyada birçok yetenekli insan var ancak gerekli olan küçük bir cesarete sahip olamadığı için sıradan bir insan olarak yaşıyor, kalabalıklar arasında kaybolup gidiyor. Bir sayfayı ortadan bir çizgiyle ikiye böl. Bir tarafına kendini başarılı gördüğün alanları, küçük ya da büyük başarabildiğin şeyleri, yeteneklerini yaz. Diğer tarafa ise kendini çok yeterli görmediğin, başaramadığın alanları yaz. Yazıya döktüğün her ayrıntı farkındalığını artıracak ve sana yol gösterecektir.

Olumlu düşün, olumlu yaşa

Hayatta her şey istediğimiz ya da planladığımız gibi gitmeyebilir. Çeşitli olumsuzluklar ve problemler yaşanabilir. Önemli olan bu yaşantıların moral bozmasına izin vermeden, gerekli dersleri çıkararak yola devam edebilmektir. Bardağın boş değil de dolu tarafını görmeye çalış. Bakış açısı birçok şeyi değiştirebilir. Olumlu düşündükçe kaygının yavaşça hayatından çıktığını fark edeceksin. Olumlu düşünce, körü körüne bir iyimserlik değildir. Olayları yeniden değerlendirme yoludur. Zihnini olumlu düşünmeye alıştırırsan, bunun için sabreder ve çabalarsan olumlu yaşantılar art arda gelecektir. Herkesin kendini motive etme cümleleri farklıdır. Bu cümlelerini yazıya döküp çalışma odana yapıştırabilirsin. Örneğin; kendime ve yapabileceklerime güveniyorum, hedeflerime tümüyle odaklıyım, hiçbir zorluk aşamayacağım kadar zorlayıcı olamaz, zamanımı iyi yönetebiliyorum, başarısız deneyimler beni yıldıramaz gibi olumlu cümleler kaygıdan uzaklaştırıp seni motivasyona yaklaştıracaktır.

Ümitsizlik çukuruna düşme

Her yolda küçük ya da büyük engebeler vardır. Sınava hazırlık sürecinde de elbet karşılaşılan engeller olacak ancak bunları yenebilirsin. Yeter ki inancını yitirme! Problemlerin ümidini kırmasına izin verme. Salgınla mücadele ettiğimiz bugünlerde en değerli şeyin sağlığın olduğunu fark et, bu zorlayıcı sürecin mutlaka sona ereceğini hatırla ve hedeflerine ulaşmak için motivasyonunu kaybetme. Kendi iç sesin ya da çevrenin dış sesleri olumsuz ve ümit kırıcı olsa bile, hepsine kulaklarını tıkamalısın. Ümitsizliğe kapılmak, o güne kadar sarf ettiğin tüm çabanın yerle bir olmasına neden olabilir.

 

Yazının Devamını Oku

Çocuğunuzun hayali arkadaşını tanıyın

26 Şubat 2020
Hayali arkadaş; özellikle 2-6 yaş okul öncesi dönemde sıklıkla görülen, henüz fantezi ile gerçek arasındaki fark çok net olmadığı için çocuklar tarafından masalsı bir biçimde yaratılan oyun arkadaşı veya arkadaşlarıdır. Hayali arkadaşlar kimi zaman bir başka çocuk olabilirken, kimi zaman masalsı bir varlık ya da bir hayvan olabilirler.

Hayali arkadaş normal gelişimin bir parçasıdır. Ancak her çocuğun hayali arkadaşı mutlaka olmalıdır, diyemeyiz. Hayali arkadaşı olan ve olmayan çocuklar için keskin farklar yoktur ama hayali arkadaşı olan çocukların, olmayan çocuklara göre yaratıcılık, ilişki kurma ve problem çözme becerilerinin daha erken gelişmeye başladığını söyleyebiliriz. Hayali arkadaşı olan çocukların izole edilmiş evlerde yaşayan, çoğunlukla tek çocuk ya da çalışan anne-baba çocuğu oldukları bilinmektedir. 

Yetişkinler için kimi zaman endişe verici bir durummuş gibi görünse de hayali arkadaş çocuk için 2-6 yaş arasında normal ve hatta sağlıklı bir sürece hizmet eder. Birçok çocuk için gerçek hayata dair ‘prova’ görevi görür. Oyuncakları onlara yetmediğinde, çocuklar hayali arkadaşları sayesinde sosyal rollere dair pratik yaparlar. En yakından tanıdıkları anne, baba, öğretmen gibi yetişkinlerde gözlemlediklerini taklit ederler ve bu sayede birçok beceri kazanırlar.

Hayali arkadaşların bir diğer etkisi ise iyileştirme. Kimi zaman çocuğun yaşadığı olumsuzlukları azaltarak kimi zaman da olumsuz etkilere karşı kollayıcı olarak görev üstleniyor hayali arkadaşlar. Aile içi iletişim problemleri, yaşamsal krizler, boşanma, ölüm, yeni kardeş gibi nedenler dolayısıyla çocuklar; yetişkinlere karşı dile getiremedikleri stres, endişe, korku, panik, yalnızlık gibi duygulanımlar yaşayabilirler. Hayali dostları sayesinde, ona kızarak, onunla dertleşerek ya da sadece onunla zaman geçirerek bir şekilde kendilerini rahatlatmaya, hissettikleri olumsuz duygulardan uzaklaşmaya çalışırlar.

• Çocukların hayali arkadaşları ile oynamalarına izin vermeliyiz ve onların varlıklarına dair olumsuz görüş bildirmemeliyiz. Bu duruma dair endişe duymamalıyız.

• Eğer çocuk hayali arkadaşını tanıtmak, ondan söz etmek isterse mutlaka dinlemeliyiz. Fakat anlatımına çok fazla dâhil olmadan, kendi düşüncelerimizi eklemeden sadece dinleyici olmalıyız.

• Eğer çocuk hayali arkadaşını da dâhil ederek bir oyun ortamı oluşturuyorsa, anne-baba ya da biz yetişkinler çocuğun sunduğu senaryo içerisinde oynamalıyız. Liderliği çocuğa bırakmalı, oyunu onun yönlendirmesine izin vermeliyiz. Önemli olan sınırları muhafaza etmek. Diğer bir deyişle; çocuğun yaptığı bir hata ya da olumsuz davranış için hayali arkadaşını suçlamasına izin vermemeliyiz. Hemen o an, durumu konuşmalı ve gerekli uyarıları çocuğa karşı mutlaka yapmalıyız.

• Çocukların hayali arkadaş ya da arkadaşlarıyla olan ilişkileri onların iç dünyalarını ve kendi duygu-düşünce-davranışlarını yansıtacağı için oyunlarda gözlemci olunmalıdır.

• 2-6 yaş döneminde hayali arkadaş ve onunla birlikte yapılan etkinlikler normal kabul ediyoruz ancak, eğer hayali arkadaşla ilişki 6 yaştan sonra devam ediyor, çocuk her yere onunla gidiyor ve bu durum gerçek arkadaşlıklar kurmasını engelliyor ise bir uzman desteği alınmalıdır.

Yazının Devamını Oku

Çocukluk çağında ölüm kavramı

27 Ocak 2020
Ölüm; ebeveynlerin çocuklarına anlatmakta en çok zorlandığı konulardan biridir. Bu kavramın hayatın tam da içinden, doğal bir yaşantı olduğunu bilseler de, söz konusu çocuklarına bunu açıklamak olduğunda her anne-baba bir duraksar, kendini endişeli ve güvensiz hisseder. Ancak ‘ölüm’ karşı konulamaz bir gerçek ve biz yetişkinler çocuklara konunun anlatımı noktasında yükümlüleriz.

Birçoğumuz bize acı veren, üzgün hissettiren şeyler hakkında konuşmak istemeyiz. Duygularımızı bastırır ve dile getirmekten kaçınırız. Fakat bir konu hakkında konuşmuyor olmak konuya dair hiçbir duygu ve düşünceyi yansıtmadığımız anlamına gelmez. Hal, tavır, yaşantı hatta kararlar noktasında değişimler yaratabilir. Ebeveynlerin en iyi gözlemcileri olan çocuklar ise bu farklılıkları asla gözden kaçırmazlar. Anne-babalarının ve etraflarındaki yetişkinlerin yüzlerindeki mesajları kusursuz şekilde okuyabilirler. Konuşmaktan ve duyguları dile getirmekten kaçınmak çocuğa yanlış mesajlar verebilir. En güvendiği kişilerin konuşmadığı, gizlemeye çalıştığı bir konu onu ürkütebilir. Bu konuyla ilgili çocuğun soru sormasını, doğru ya da yanlış bildiklerini dile getirmesini engelleyebilir. Böyle bir endişe yaratmadan açık iletişim kurmak gereklidir.

Bizler keşfetmeden oldukça önce çocuklar aslında ölüme dair farkındalık edinmiş oluyorlar. Yaşamın akışı içerisinde ölü kuşlar, böcekler, cansız hayvan bedenlerine tanıklık ediyorlar. Birebir böyle bir görüntüyle karşılaşmamış olan çocuk bile gün içinde ekranlar aracılığıyla girdiği dijital dünyada benzer sahneleri izliyor. Ölüm kavramını içinde barındıran masallar ve hikaye kitapları da elbetteki bir düşünce yaratıyor zihinlerinde. Dış dünya ve uyaranlar sayesinde edindikleri bu fikirlerle oyunlarında ölüm kavramına yer vermeye başlayarak farkındalıklarını geliştiriyorlar. Ancak zihinlerinin netleşmesi, sorularının cevap bulması için bir yetişkinin yardımına ihtiyaç duyuyorlar.

1. Çocuklara bu konuya dair yapılabilecek yardımın ilk basamağı bu konunun konuşulmasının normal olduğunu hissettirmek olacaktır. Ölümü gizlemek, yok saymak ya da konuyu kapatmak yanlış hamlelerdir. Çocukla ölüm hakkında konuşmak ebeveynlerin; çocuğun konuyla ilgili bir bilgisi olup olmadığını öğrenmesine, bildiklerinin içindeki yanlışları tespit etmesine, korkuları hakkında fikir sahibi olmasına yardımcıdır. Bu konuşma çocuklara ihtiyacı olan bilgiyi verir hem de yaşanabilecek bir kriz anına onları hazırlamış olur.

2. Çocuklara ölüm kavramını anlatırken çocuğun yaşı ve konuşmanın içeriği oldukça önemlidir. Yaptığınız açıklamalar yaşına ve gelişimine uygun olmalı, zihnini karıştırmamalı, onu korkutmamalı. Her ne kadar ölüm kavramının konuşulması biz yetişkinler için kişisel yaşantılar ve inançlara göre değişebilse de, söz konusu çocuklar olduğunda yaklaşımsal olarak doğrular tek bir yolda birleşiyor diyebiliriz.

Araştırmalara baktığımızda; çocukların ölümü anlamlandırmalarının gelişim basamaklarına göre değiştiğini görüyoruz. Bu farklılıkları bilmek önemli ve yol göstericidir.

0-2 yaş: Bebeklik döneminde ölümle ilgili kavramları anlayamazlar. Ancak ölen kişinin duyusal olarak algılayabildiği koku ve ses gibi özelliklerini arayabilirler.

3-5 yaş: Okul öncesi dönem çocukları için ölüm, geçici ve geri dönüşü olabilir bir olaydır. Kalıcı olduğunu düşünemezler çünkü oyunları da sıklıkla sihirli fikirlerle doludur.

Yazının Devamını Oku

Yeni nesil ebeveynlik stillerini biliyor musunuz?

14 Ekim 2019
Otoriter, aşırı hoşgörülü, kararsız, aşırı koruyucu, reddedici, ihmalkâr ya da demokratik. Anne-baba tutumlarını başlıklar altında incelediğimizde genel olarak karşılaşacağımız kelimeler bunlar. Her tutumun aile ve çocuk üzerine yansımaları farklıdır. Değişen hayat koşulları, ilgi alanları, bulunulan yeni sosyal çevreler vb. faktörlerin etkisi ile ebeveynlik rolleri de değişim içerisine girdi ve farklı ebeveynlik stilleri ortaya çıktı. Yeni nesil ebeveynlik stillerini; helikopter ebeveynlik, yavaş ebeveynlik ve minimalist ebeveynlik olarak tanımlayabiliriz.

1-HELİKOPTER EBEVEYNLİK

‘Helikopter ebeveynlik’, bir çocuğun annesi hakkında “helikopter gibi başımda dönüyor” ifadesi ile oluşmuş bir terimdir. Kast edilen; çocuğunun her şeyine yetişmeye çalışan, çocuğunun yapabileceği sorumlulukları üstlenen ve bu davranışları yaparken de oldukça kaygılı olan anne ve babalar. Çocukları için tam zamanlı bir kişisel asistan gibi yorulmadan çalışırlar. Bu yaklaşım anne-babaların davranışlarına olduğu kadar sözlerine de oldukça yansır. ‘Ödevlerimiz bitti, haftaya sınavlarımız başlıyor, Matematikten 90 aldık’ gibi cümleler çocuk ve ebeveyn arasındaki ayrışamamayı açıkça gösterir.

Helikopter ebeveynler; çocuklarına aşırı odaklı, aşırı koruyucu ve kontrolcüdürler. Anne-babalar; çocukların mutsuz ya da başarısız oluşlarına kabul gösteremez hatta çoğu zaman var olan durumu değiştirmek için okulla, öğretmenle görüşme ya da gizli kararlar alma çabasında olurlar. Çocuk cephesinde bir hata olabilme ihtimalini kabul edemezler, aksine karşı tarafı sorgularlar. Bu yaklaşım kısa vadede çocuklar için hayat kurtarıcı olabilirken, uzun vadede çocuğun kişiliği üzerinde silinmesi zor olumsuz izler bırakır. Çocuğa aşırı odaklı oluş, ailenin sosyalliğini engeller, ev içi stres düzeyini artırır, gelecek kaygısı yaratır.

Helikopter ebeveynlik; özgürce karar vermekte zorlanan, yetersizlik duygusu hisseden, sorun çözme becerisi gelişmemiş, empati gücünden yoksun, sık sağlık problemleri yaşayan, bugün ve gelecekte mutlaka bir başka bireye ihtiyaç duyan bağımlı bireyler yetiştirmek demektir.

2- YAVAŞ EBEVEYNLİK

New York’lu köşe yazarı Lenore Skenanzy 2008 yılında ‘’9 yaşındaki Oğlumun Kendi Başına Metro ile Seyahat Etmesine Neden İzin Verdim’’ başlıklı bir makale yayınladı ve bu başlık oldukça ses getirdi. ‘Yavaş Ebeveynlik’ kavramı da o makale sonrası gündeme gelerek büyük tartışmalara neden oldu. Bu tür ebeveynlik birçok kişi tarafından ihmalkârlık olarak yorumlanıyor. Yazar’a göre ise bu yaklaışım çocuklara özgürlük fırsatı sunup ‘’çocuk olmalarına’’ izin vermeyi sağlıyor.

Nedir peki ‘Yavaş Ebeveynlik’? Spontanlıktan yana bir anlayıştır. Çocukların hayatlarında plansız etkinliklerin yer alması gerektiğini savunur. Örneğin; çocuğun okul sonrası yüzme dersine gitmesi, oradan çıkıp koşturarak keman kursuna yetişmeye çalışması, keman kursu bitince evde özel ders hocasının bekliyor olması yerine yaşadığı çevredeki akranlarıyla bolca oyun oynamasına öncelik verilmesini savunur.

Kuralları dayatmalar ile değil de doğal ortamdaki yaşantılarla ve zaman içinde öğrenmeleri gerektiğini kabul eder. Hayatı kurs ve etkinliklerle dolu olan günümüz ‘proje çocuklar’ yerine doğayla iç içe olan çocukları sağlıklı bulur. Çocukların doğayla iç içe olmaları oldukça önemlidir. Çünkü çocukların evde saatlerce ekran başında olması değil, temiz havada fiziksel aktivitede bulunması gerekir.

Yavaş ebeveynlik; başka ifadeyle çocuğun bağımsız bir birey oluşuna saygı duymak ve özgürlüklerini kısıtlamamak demektir. Kuralsızlık ya da ilgisizlik demek değildir. Çocuğun yenilikleri denemesine izin vermek, herhangi bir sorunla karşılaştığında çözebilmesine fırsat tanımak, seçenekler sunma ve kararı ona bırakmak sağlıklı olan yaklaşımdır. 

3-MİNİMALİST EBEVEYNLİK

Minimalist ebeveynlik, ebeveynlerin sağlıklı bir aile hayatını yaşayabilmek için ihtiyaç duydukları ne varsa hepsine hali hazırda sahip olduklarını savunan bir terimdir. Bu anlayışı taşıyan anne-babalar rutin hayat meşguliyetlerini, iş koşturmalarını sürdürürken ebeveynlik görevlerini de ihmal etmezler. Çünkü hayatlarında çok fazla seçenek, çok fazla eşya/oyuncak, çok fazla sorumluluk yoktur. Minimalist ebeveynler; çocuğa mükemmel anne-babayı, okulu, yemeği ve oyuncağı sunmak için kendilerini paralamazlar. Onlara göre bir şeyin yeterince iyi olması yeterlidir, mükemmel olanı aramak ise yıpratıcıdır.

Minimalist ebeveynler önce kendilerini tanır, kişisel değerlerini bilir sonrasında kendi ailelerini tanımaya ve anlamaya çalışırlar. Bu farkındalık; aldıkları kararlara güven duymalarını sağlar. Verdikleri kararlarda ise sadelikten yanadırlar. Birkaç seçenek arasından, kendi aileleri için doğru olana karar verirler. Önemli olan az olanla çok şey başarmak ve en yüksek verimliliği almaktır. 

‘Helikopter ebeveynlik’, bir çocuğun annesi hakkında “helikopter gibi başımda dönüyor” ifadesi ile oluşmuş bir terimdir. Kast edilen; çocuğunun her şeyine yetişmeye çalışan, çocuğunun yapabileceği sorumlulukları üstlenen ve bu davranışları yaparken de oldukça kaygılı olan anne ve babalar. Çocukları için tam zamanlı bir kişisel asistan gibi yorulmadan çalışırlar. Bu yaklaşım anne-babaların davranışlarına olduğu kadar sözlerine de oldukça yansır. ‘Ödevlerimiz bitti, haftaya sınavlarımız başlıyor, Matematikten 90 aldık’ gibi cümleler çocuk ve ebeveyn arasındaki ayrışamamayı açıkça gösterir.

Helikopter ebeveynler; çocuklarına aşırı odaklı, aşırı koruyucu ve kontrolcüdürler. Anne-babalar; çocukların mutsuz ya da başarısız oluşlarına kabul gösteremez hatta çoğu zaman var olan durumu değiştirmek için okulla, öğretmenle görüşme ya da gizli kararlar alma çabasında olurlar. Çocuk cephesinde bir hata olabilme ihtimalini kabul edemezler, aksine karşı tarafı sorgularlar. Bu yaklaşım kısa vadede çocuklar için hayat kurtarıcı olabilirken, uzun vadede çocuğun kişiliği üzerinde silinmesi zor olumsuz izler bırakır. Çocuğa aşırı odaklı oluş, ailenin sosyalliğini engeller, ev içi stres düzeyini artırır, gelecek kaygısı yaratır.

Helikopter ebeveynlik; özgürce karar vermekte zorlanan, yetersizlik duygusu hisseden, sorun çözme becerisi gelişmemiş, empati gücünden yoksun, sık sağlık problemleri yaşayan, bugün ve gelecekte mutlaka bir başka bireye ihtiyaç duyan bağımlı bireyler yetiştirmek demektir.

New York’lu köşe yazarı Lenore Skenanzy 2008 yılında ‘’9 yaşındaki Oğlumun Kendi Başına Metro ile Seyahat Etmesine Neden İzin Verdim’’ başlıklı bir makale yayınladı ve bu başlık oldukça ses getirdi. ‘Yavaş Ebeveynlik’ kavramı da o makale sonrası gündeme gelerek büyük tartışmalara neden oldu. Bu tür ebeveynlik birçok kişi tarafından ihmalkârlık olarak yorumlanıyor. Yazar’a göre ise bu yaklaışım çocuklara özgürlük fırsatı sunup ‘’çocuk olmalarına’’ izin vermeyi sağlıyor.

Nedir peki ‘Yavaş Ebeveynlik’? Spontanlıktan yana bir anlayıştır. Çocukların hayatlarında plansız etkinliklerin yer alması gerektiğini savunur. Örneğin; çocuğun okul sonrası yüzme dersine gitmesi, oradan çıkıp koşturarak keman kursuna yetişmeye çalışması, keman kursu bitince evde özel ders hocasının bekliyor olması yerine yaşadığı çevredeki akranlarıyla bolca oyun oynamasına öncelik verilmesini savunur.

Yazının Devamını Oku

Emzirmek ve kutsallık ilişkisi

7 Ekim 2019
1-7 Ekim tüm dünyada ‘Emzirme Haftası’ olarak kutlanıyor. Anne sütünün ve emzirme eyleminin önemini hatırlatarak bu konudaki farkındalığı artırmak her yıl öncelikli amaç oluyor. Özellikle bizim toplumumuz için emzirmenin değeri ve anlamı oldukça büyük. "Sütün geliyor mu?, Acaba sütün yetmiyor mu çocuğa?, Ne kadar emzirebiliyorsun?, Tatlı ye, sütün artar., Sütün yaramıyor çocuğa galiba, hiç kilo almıyor." gibi cümleler annelerin ne yazık ki sıkça maruz kaldığı söylemler. Emzirme, tartışmasız hem çocuk hem de anne için faydaları olan bir eylem elbette ki.

EMZİRMENİN ANNEYE FAYDALARI

• Emzirme, annenin sağlıklı kilo vermesine yardımcı olur.

• Anne vücudunda oluşabilecek demir eksikliği sorununu ortadan kaldırır.

• Annenin meme, rahim ve yumurtalık kanseri gibi hastalıklara yakalanma riskini düşürür.

• Annenin kemiklerini güçlendirir ve kemik erimesi riskini azaltır.

EMZİRMENİN BEBEĞE FAYDALARI

• Anneyle tensel temas bebeğe güven duygusu verir, sakinleştirir.

• Doğum sonrası ilk 6 ayda bebeğin ihtiyacı olan tüm besini sağlar.

• Anne sütü bebeğin bağışıklık sistemini destekleyen besleyici ve koruyucu maddeleri içerir. Enfeksiyon hastalıkları, ishal, soğuk algınlığı, diyabet ve kalp rahatsızlıklarına karşı önleyicidir.

• Alerjik hastalıklara ve sindirim sistemi problemlerine karşı bariyer oluşturur.

• Sinir sistemi ve zihinsel algı gelişimini destekler.

• Anne sütü yapay büyüme hormonları içermez ve daha kolay hazmedilir.

Evet, emzirme anne-bebek arasında kurulan çok özel bir bağ. Kurulan bağ, eşsiz bir deneyim olarak tarif ediliyor birçok anne tarafından. Ancak bu bağa kutsal bir ilişki demek oldukça yanlış olur. ‘Kutsal’ anlamı ağır bir kelime. Hangi kavrama kutsal derseniz deyin o kavram erişilmez olur, vazgeçilmez ve olmazsa olmaz anlamına gelir. Kutsallaştırılan kavram büyük bir sorumluluk oluşturur. Hele ki emzirmek eylemine kutsal dediğimizde annelerin omzuna kocaman bir yük koymuş oluruz.

Emzirmek konusu annelerin hem psikolojik hem de duygusal olarak farklı düşüncelere büründüğü bir eylem. Örneğin; bebeğine memesinden gelen sütle besleme fikrini rahatsız edici bulan, emzirme eylemini kabullenemeyen ve sütünü sağarak biberonla veren anneler var. Ya da sadece görev tamamlamak duygusuyla emzirmeyi sadece kendisi istediğinde yapan, bir an önce emzirme sürecinin tamamlanmasını bekleyen, emziremediği için mama vermek zorunda kalan, her biberon/mama hazırlayışında suçluluk duyan annelerimiz de var. Bu örneklerin hiçbiri bir kadını daha az anne yapmıyor, yapamaz.

Emzirmek, anneliğin bileşenlerinden sadece biri. Ancak olmazsa olmazı değil! Emziremediğinde, kadının anneliğinden hiçbir şey eksilmiyor. Tıpkı doğurmadığı halde çocuk evlat edinen ve ona kusursuz annelik yapan bir kadının sadece doğurmadığı için daha az anne olmadığı gibi. Her annenin önceliği ‘yeterince iyi anne’ olma çabası olursa, anneliğin bileşenlerinden sadece biri olan emzirmeyi çocuk büyütmenin olmazsa olmazı kabul etmez ise oldukça sağlıklı bir anne-çocuk ilişkisi sağlanmış olur.

Dünya Emzirme Haftası kutlu olsun. Ve tabiki emziren/emzirmeyen tüm annelerin tek önceliği ‘yeterince iyi anne’ olmak olsun :) 

• Emzirme, annenin sağlıklı kilo vermesine yardımcı olur.

• Anne vücudunda oluşabilecek demir eksikliği sorununu ortadan kaldırır.

• Annenin meme, rahim ve yumurtalık kanseri gibi hastalıklara yakalanma riskini düşürür.

• Annenin kemiklerini güçlendirir ve kemik erimesi riskini azaltır.

• Anneyle tensel temas bebeğe güven duygusu verir, sakinleştirir.

• Doğum sonrası ilk 6 ayda bebeğin ihtiyacı olan tüm besini sağlar.

• Anne sütü bebeğin bağışıklık sistemini destekleyen besleyici ve koruyucu maddeleri içerir. Enfeksiyon hastalıkları, ishal, soğuk algınlığı, diyabet ve kalp rahatsızlıklarına karşı önleyicidir.

Yazının Devamını Oku