Paylaş
İzmir’de doğdu.
Çocukluğunda geçirdiği bir rahatsızlık sonucunda ortopedik engelli oldu.
İletişim Fakültesi’ni bitirdi; çalışmaya başladı.
Ülkemizdeki ilk ve tek valilik engelliler merkezini kurdu ve 15 yıl boyunca koordinatörlüğünü yaptı.
Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi gölge rapor komisyonunda çalıştı.
İzmir Kent Konseyi Engelli Meclisi başkanlığı, Balçova Belediyesi Engelliler Merkezi müdürlüğü ve Balçova Engelli Hakları Derneği başkanlığı gibi çeşitli görevler üstlendi.
Engelli hakları alanında eğitimler verdi; yine bir ilk olan aylık Engelsiz Dergisi’ni çıkardı.
Rıza Mutkilioğlu, hayatına şimdi de yeni bir pencere açtı.
Ve bir gösteri hazırlayıp sahneye çıktı.
Tek başına oynadığı bu oyun inanılmaz ilgi gördü.
Gösterinin ismi. “Sakata Gelme...”
Engelliliği yeniden yorumluyor.
Rıza Mutkilioğlu
HAYATLA KURDUĞU KİŞİSEL İNADI
Rıza Mutkilioğlu, sahneye çıktığında aslında sadece bir gösteri sunmuyordu. Yılların birikimini, engellilikle ilgili toplumun ezberlerini ve hayatla kurduğu kişisel inadı, kahkaha ve gözyaşını yan yana koyarak seyirciyle paylaşıyordu.
Çünkü o iyi biliyor; engelliliği anlatmanın yolu merhamet dilinden, acıma bakışından geçmiyor. Hayatı paylaşmanın, birlikte yaşamanın ve farklılıkları göğüslemenin dili mizah.
“Sit Down” adını verdiği gösterisinde izleyiciye şunu söylüyor. “Engellilik, bir eksiklik değil. Başka bir yaşam biçimi. Başka bir deneyim alanı. Üstelik gülebildiğimiz sürece hiçbirimiz eksik değiliz.”

ŞİMDİ DE YENİ BİR YOL AÇTI
Gösteride işitme engellilerin stadyumda çıt çıkarmadan nasıl gol coşkusu yaşadığını, görme engellilerin müzelerde elleriyle tarihi eserleri nasıl okuduklarını, ortopedik engellilerin dragon bot yarışlarında kürek çekerken nasıl hızla ilerlediklerini anlattığında seyirci kahkahayla gülüyor. Ama o kahkahaların arkasında çok daha derin bir şey var. Hayatın güzelliğini, engelleri aşan inadını görmek.
Rıza Mutkilioğlu yıllardır engelli hakları için çalışan, kurumlar kuran, dernekler yöneten, raporlar hazırlayan bir isimdi. Şimdi ise tüm bunların üstüne yeni bir yol açıyor. Mizah ile farkındalık yaratmak.
Onun sahnedeki varlığı bize şunu hatırlatıyor.
Engellilik acınacak bir hal değil, kutlanacak bir çeşitlilik.
Engelliler toplumun kıyısında değil, tam merkezinde; hayatın içindeler.
MESELE OLAYLARA NASIL BAKTIĞIMIZ
Ve belki de asıl mesele şu.
Hepimiz kendi hayatımızda bir şekilde engellerle karşılaşıyoruz. Kimi zaman bedensel, kimi zaman ruhsal, kimi zaman ekonomik ya da sosyal... Ama mesele engelin ne olduğu değil, o engeli hangi bakış açısıyla karşıladığımız.
Rıza Mutkilioğlu sahneden göz kırparak sesleniyor.
“Sakata gelme... Hayat güzel. Yeter ki sen yaşamaya devam et.”
BİR GÜLÜŞÜN YERİNİ HİÇBİR KOD TUTAMAZ
BİR arkadaşım aradı, yeni reklam filmini nasıl bulduğumu sordu.
Seyrettim, sonra da not yazdım.
“Harika, çok beğendim. Görüntü, sahne, ışık şahane olmuş. Elinize sağlık.”
O da cevap verdi.
“İnfluencer yok, oyuncu yok... Bu tamamen bir yapay zekâ filmi.”
Gerçek gibiydi.
Bir dönem markalar mikro influencer’larla işbirliği yapmaya başlamıştı.
“Gerçek hikâyeler anlatan” insanlara yöneldiler.
Şimdi sıra, hikâyesi insan eliyle değil, insan aklıyla yazılanlara gelmiş görünüyor.
Sonra bir link daha yolladı arkadaşım:
“ai.serenay; Türkiye’nin ilk yapay zekâ influencer’ı. Bir bak istersen.”

Ben de son dönemde bu yapay zekâ işine epey kafa yorduğum için hemen takip ettim.
Serenay sadece bir yüz değil; aynı zamanda bir algı laboratuvarı.
Hiç yorulmuyor, asla kötü ışıkta poz vermiyor, kriz yönetiminde soğukkanlı.
Ve en önemlisi; “Bugün paylaşım yapmasam mı?” diye ikilemde kalmıyor.
İletişimciler için rüya gibi, insanlık içinse düşündürücü bir tablo.
Çünkü iletişim artık değişiyor.
Eskiden “doğallık” üzerine kuruluydu.
Şimdi ise izlediğimiz şey, mükemmel kurgulanmış bir doğallık.
Yapay zekâ influencer’lar tam da bu gri alanda var oluyor.
Serenay’ın yüzünde piksel yok, ama arkasında bir algı mühendisi var.
Ne söylerse ölçülüyor, hangi rengi giyerse analiz ediliyor.
Artık iletişimde sezgi değil, veri konuşuyor.
Ve ironik biçimde, bir yapay zekâ çoğu zaman bizden daha “samimi” görünüyor.
Peki ya mizah? Onu da öğreniyorlar.
Şimdilik esprileri biraz fazla düzgün.
Ama bir gün daha insanca, daha doğal cümleler de kuracaklar.
İşte o gün geldiğinde, sosyal medya değil, gerçek hayatımız Black Mirror’a dönüşecek.
Ufukta ne var?
İletişim artık sadece “insandan insana” değil.
“İnsandan zekâya” ve hatta “zekâdan topluma” doğru evriliyor.
Bu da yeni bir alan yaratıyor: dijital kimlik ekonomisi.
Belki yarın markaları insan yüzleri değil, algoritmik karakterler temsil edecek.
Belki de bir gün herkesin yanında bir AI asistan influencer olacak.
Kahvemizi içerken kulağımıza fısıldayacak; “Bugün story atmayı unuttun.”
Ama ben yine de biliyorum.
Bir gülüşün yerini hiçbir kod tutamaz.
Evet, dünya değişiyor.
Ama güzel haber şu; mizah hâlâ bizde.
BAZEN ARA VERMEK İYİ GELİYOR
BENİM için sosyal medya detoksu tam da böyle bir şey. Gerçekten nefes aldırıyor. Çünkü hayatın içinde sakin, dingin gördüğüm insanlar, ekran başına geçince birden sosyal medya canavarına dönüşüyor.
Önce şunu söyleyeyim. Ben sosyal medyanın hayatımıza kattığı pek çok şeyi seviyorum. Bilgilendiriyor, eğlendiriyor, bazen de motive ediyor. Her an içinde değilim ama günün sonunda bir “Z raporu” almak için mutlaka bakıyorum.
Ama işin bir de tuhaf tarafı var.
Tanıdığım insanların sosyal medyadaki hallerini anlamakta zorlanıyorum.
Mesela Instagram... Eğlenceli, renkli, hayatımıza keyif katıyor. Buna şüphe yok. Ama o renk bazen fazla sürülüyor. İnsanlar sabah uyanır uyanmaz paylaşmaya başlıyor, gece yatana kadar hayatlarını sergiliyor. Ve çoğu zaman da ne kadar mutlu olduklarını göstermek için. Anlıyorum, sorun değil. Ama iş gerçeklikten kopma noktasına geldiğinde, birilerinin usulca hatırlatması gerekiyor. Hayat, paylaştıklarımızdan daha fazlası.

SOSYAL MEDYA DETOKSU
Bir de X var...
Twitter’dan evrilen bu mecra, bence en çok ruh değiştiren yer oldu. Başta haber alma ve fikir paylaşma için değerliydi. Ama şimdi daha çok linç kültürünün adresine dönüştü.
İşte o bahsettiğim sakin ruhlar, burada birden gözü dönmüş savaşçılara dönüşüyor. Dinlemiyor, anlamıyor, kabul etmiyor. Hoşgörü kalmıyor, empati kayboluyor. Fikirlerin tartışıldığı bir arena olması gerekirken, idam sehpası kurulmuş bir meydana dönüyor.
Ben ise sosyal medyaya biraz “fikir sörfü” yapmak için giriyorum. Eğlenmek, öğrenmek, yeni şeyler keşfetmek için... Ama ortam giderek çekilmez bir hâl alıyor.
O yüzden arada bir detoks yapıyorum. Çekiliyorum, uzaklaşıyorum.
Ve itiraf etmeliyim; çok iyi geliyor.
Paylaş