Paylaş
Milyonların havada uçuştuğu rakamlar, elbette kulüplerimizin bütçesel gücünü gösteriyor. Ama işin aslı, bu paraların sahaya nasıl yansıdığına bakmak lazım.
Üç büyüklerle Anadolu kulüpleri arasındaki fark o kadar açıldı ki… Nasıl kapanır, doğrusu kestiremiyorum. Dahası, son yıllarda yarış da iki takıma sıkıştı. Bu hem gerginliği artırıyor, hem de rekabeti öldürüyor.
Bana sorarsanız, istikrarlı başarı için bakmamız gereken başka modeller var. Hollanda kulüpleri mesela… Yetiştiriciliği, sürdürülebilirliği öne çıkarıyorlar. Uluslararası turnuvalarda da karşılığını alıyorlar.
Ben Türkiye için, 300 milyon euroluk kadrolar kurmaktan çok daha gerçekçi ve doğru buluyorum bunu. Birkaç yıl şampiyonluk gelmesin, ama herkes bilsin ki geleceğe yatırım yapılıyor.
İşte bu direnci kırabilecek kulüplerin başında Göztepe geliyor.
MEHMET SEPİL’İN STRATEJİSİ
Bunu, Fenerbahçe’den aldığı beraberlik ya da Beşiktaş galibiyeti için söylemiyorum. Söylediğim şey, kulübün içinde artık bir strateji, bir uzun vadeli planlama olduğudur. Daha düşük bütçelerle kurulmuş, ama başarıya aç, ekip ruhuna inanan bir Göztepe var karşımızda.
Ve bütün bu kurgunun arkasında bir isim; Mehmet Sepil.
Onun vizyonuyla başlayan bu dönüşümün arkasında artık futbolu bilen uluslararası bir grup da var. Taraftarın tutkusu ise işin en özel yanı… İzmir gibi bir şehrin takımı olmanın ayrı bir anlamı var çünkü.
ÖNEMLİ OLAN ŞAMPİYONLUK DEĞİL
Göztepe amatör kümeye kadar düşmüştü. O günleri çok iyi bilirim. Hatta “çorbada tuzu olanlardan” biriyim. Şimdi karşımızda profesyonellerin yönettiği, derslerini almış, bambaşka bir Göztepe var.
Şampiyonluklar gelir ya da gelmez…
Ama bence asıl önemli olan, bugün izlenen yol. Ve bu yol, Türk futbolu için çok iyi bir örnek.
“Yürüyen Kadın"ın İzmir’den
dünyaya giden yolculuğu
Gradiva…
Çok güçlü bir anlamı var.
“İlerleyen, yürüyen kadın.”
İlk kez Wilhelm Jensen’in 19. yüzyıl sonlarında yazdığı romanda sahneye çıktı. Bir arkeoloji öğrencisinin tutkuyla bağlandığı bir rölyefin, yani yürüyen Pompeili bir genç kızın hikayesiydi.

Freud’un dikkatini çekti; arkeolojiyi psikanalize bir metafor olarak kullandı. Geçmişin parçalarını kazıyarak zihnin karanlık odalarına inmek, düşlerle gerçeği birbirine karıştırmak… Gradiva, bu yüzden sadece bir edebiyat figürü değil; psikanalizin, sürrealistlerin, hatta modern sanatın ilham perisi oldu. André Breton’un Paris’te açtığı galerinin adı Gradiva’ydı. Salvador Dali’nin tuvallerinde, Duchamp’ın düşlerinde geziyordu.
Bir rölyeften doğan bu “yürüyen kadın” figürü, zamanla mitoloji ile edebiyatın, psikanaliz ile sanatın kesiştiği büyülü bir simgeye dönüştü.
İZMİRLİ ŞİRKETE İLHAM OLDU
Ama bu hikaye sadece Avrupa’nın entelektüel salonlarında kalmadı.
1969’da İzmir’de, bir aile şirketi mücevher atölyesi kuruldu. Onlar markalarına “Gradiva” adını verdiler. Çünkü bu isim, sadece yürüyen kadını değil, kendi yolunu çizen, değişimden korkmayan, ışığını attığı adımlarda bulan kadını simgeliyordu.
Gradiva mücevherin hikayesi de tıpkı Jensen’in romanındaki gibi kuşaktan kuşağa taşınan bir yolculuk…
İlk kuşak İzmir’de temeli attı.
İkinci kuşak Haluk Gezmez, bu temeli modernleşen Türkiye’nin dinamizmiyle buluşturdu.
GODİVA’NIN DA HİKAYESİ VAR
Üçüncü kuşak Enis Gezmez ise markayı uluslararası sahneye taşıdı. Onun kurduğu “Gilda by Gradiva”, minimal çizgileri ve zamansız estetiğiyle yeni bir dönemin kapısını araladı.
Bugün Gradiva, İzmir’den çıkıp İstanbul’un en prestijli noktalarında yer alıyor. Ve artık hedef Londra, Dubai, Avrupa’nın ve Arap dünyasının lüks merkezleri.
Aslında bir “isim” yolculuğu. Tıpkı İngiltere’deki Godiva gibi… Lady Godiva, Coventry sokaklarında adalet için atıyla gezen efsanevi bir kadındı. Bugün onun adı dünyanın en prestijli çikolata markalarından birine dönüşmüş durumda.
İzmir’in Gradiva’sı da benzer bir yolculuğa çıkıyor.
Bir mitolojik hikayeden doğan isim; yürüyen kadının adımları, bu kez Ege’den Londra’ya, Dubai’ye doğru ilerliyor.
Belki bizler de bir gün
Venedik’ten ders çıkarırız
Aşırı turizmin zararları üzerine en çok konuşulan şehirlerden biri Venedik.
Şehir artık bir açık hava müzesine dönüştü.
Dar sokaklar, tarihi köprüler, su otobüsleri; hepsi günübirlik turistlerin kalabalığıyla dolup taşıyor. Yerleşik halk ise bu yükün altında eziliyor.
Turizmin bir şehre canlılık getirdiği doğru. Ama fazlası, tıpkı fazla ilaç gibi fayda yerine zarar vermeye başlıyor. Venedik’te yaşanan tam da bu. Nüfus 50 binin altına düşmüş durumda. Turist yataklarının sayısı yerleşik halktan fazla. Sakinler anakaraya taşınmaya zorlanıyor.
Belediyenin uygulamaya koyduğu ziyaretçi vergisi, aslında bu baskıyı azaltmak için atılmış bir adım. “Turist akışını yönetmek, ziyaretçilerle şehir sakinleri arasında bir denge sağlamak için bir araç” diyor yetkililer. Haklılar da.
Ama rakamlar gösteriyor ki ücret, düşüşü sadece sınırlı ölçüde etkiledi. O kalabalığın bıraktığı ayak izi, şehrin kapasitesinin çok üzerinde.
Buradan çıkarılacak ders şu… Turizm, bir şehir için elbette değerli ama ayarında olursa.
Azı ekonomik kayıp, fazlası kültürel ve sosyal yıkım getiriyor.
O yüzden bugün dünyanın pek çok turizm merkezinde aynı tartışma yaşanıyor.
Nasıl olur da turist çekmeye devam ederken şehrin kimliği korunur?
Nasıl olur da yerel halk yaşam alanını terk etmek zorunda kalmaz?
İşte belki de önümüzdeki yılların asıl turizm modeli, “daha fazla” değil, “daha dengeli” turizm olacak.
Belki de biz Alaçatı için, Bodrum için bu örneklerden faydalanarak önlemler almalıyız.
Paylaş