Gazetecilikte muhabirlikten yöneticiliğe geçtiğim yıllarda ekonomi sayfaları bana emanetti.
O günlerde sağlık editörü görevinden ayrılınca o sayfalar da bana kaldı.
Geçici olarak bakılan süre, kalıcı hale geldi ve yıllarca sağlık haberlerini de yönetmek zorunda kaldım.
Bu sayede, o kadar çok doktor arkadaşım, dostum oldu ki...
Onlarla sohbet ettikçe tıbba, yeni gelişmelere hep ilgi duydum.
“Yüz gram doktorluğum” da oradan geliyor.
Dönüşte yaşadığı bazı olayları benimle paylaştı.
Aslında yurtdışına çıkan birçok kişi de benzer örneklerle beni aramışlardı.
Yücel Okutur’dan başından geçen olayları yazmasını istedim.
Özet halinde aktarıyorum...
“ABD’nin Florida Bölgesi’ne gittim. Amerika, 26 Ocak itibariyle ülkeye girişlerde, 90 gün içerisinde Kovid-19 testi pozitif çıkıp, tedavisi biten ziyaretçileri, sonuçları ve tarihini gösterir belgenin sunulması halinde ülkeye girişlerde yeni bir PCR testi yaptırılmasına gerek kalmaksızın kabul ediyor. Ülkemize dönüşte Sağlık Bakanlığımızın son 3 günde yapılmış negatif sonuç içeren PCR testi istemesi bizi çok zor durumda bıraktı. Sadece bizi değil, ülkemize gelecek turist ve ziyaretçileri düşünerek karşılaştığımız zorlukları paylaşarak bu uyarıyı yapma gereğini hissettim. Öncelikle 90 günde Kovid-19 geçirip, tedavi olmuş biri olarak, kendi ülkeme girerken daha az zahmetli ve ucuz olan antijen testinin bile kabul edilmeyip PCR istenmesi yüzünden; hem zaman kaybı, hem de ekstra masraf yapmak zorunda kaldık. Örneğin bulunduğumuz eyalette ücretsiz PCR testi yapılmasına rağmen, sonuçların 5-7 günde verilebilmesi nedeniyle fiyatları 150-279 dolar arasında değişen ve hızlı PCR sonucu veren yerleri bulmak zorunda kaldık. Pazar günü her yerin kapalı olması sebebiyle testi yaptırabileceğimiz iki günümüz vardı. Uçuşumuzun 10 Şubat’ta olduğu düşünüldüğünde 7’si pazar olduğu için 8 veya 9 haricinde alternatifimiz yoktu. 8 Şubat’ta randevuların tamamı dolu olduğu için test 9 Şubat’a kaldı. Kişibaşı 150 dolardan testleri yaptırdık. Daha 16 Aralık’ta ailece tedavimiz bittiği halde benim test sonucum pozitif ve diğer aile bireylerinin negatif gelmesi bizi çok şaşırttı. Hiçbir belirti vermediğim için eşim testin tekrarlanmasını istedi. Sağlık kuruluşu bir 150 dolar daha ödememiz halinde kabul etti, ancak randevuların dolu olduğunu söyledi. Ertesi gün uçağımız olduğunu da söylememiz işe yaramadı. Sonunda 16.30’da bir randevunun iptal olma ihtimaliyle saatlerce bekleyip testi yaptırdık ve negatif çıkmasıyla yurdumuza dönebildik. Test sonucunu kabul etmiş ve tekrarlamamış olsaydık, 14 gün de ABD’de karantinada kalacaktık. PCR testlerinin çok güvenilir olmadığını bir kez de kendimiz test etmiş olduk. Ülkemize gelecek turistler, son 90 günde koronavirüs geçirip tedavi olmuşlarsa PCR testi yerine hızlı test ya da antigen testi ya da belki de hiçbir şey istemeden ülkemize giriş yapabilmeleri tekrar değerlendirilmeye sunulabilir. Ülkemizde satılan paket tur fiyatlarını düşündüğünüzde, 4 kişilik bir ailenin PCR testi için yapacağı masraf ve 3 gün sınırlaması ile yasayacağı telaş caydırıcı olacaktır. Daha kolay seyahat edecekleri destinasyonları tercih edecektir. Sık seyahat eden iş insanlarının 3 gün için iş gezisine gitmiş kişiler için de test laboratuvarlarına gitmek, virüsün daha yoğun olabileceği bu alanlarda daha büyük risk oluşturacaktır.”
Bu konuda benzer yorumlar çok geldiği için Yücel Okutur’un bu mesajını önemli görüyorum.
“Ben Binbaşı Faik Bey” kitabını büyük bir keyifle okudum.
Bir dönemi en iyi özetleyen eserlerden biri, okumanızı tavsiye ederim.
Erdal Kabatepe şöyle diyordu:
“Esas amacım, Şehit Binbaşı Ali Faik Bey’in alay komutanlığı yaptığı 1. Balkan Savaşı ve tabur komutanlığı yaptığı Çanakkale Savaşı sırasında tuttuğu günlükleri gün ışığına çıkarmaktı. Büyük Atatürk ‘Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir hâl alır’ demiş. Amacım tarih yazmak değildi. Bu kitabı yazarken incelediğim nice tarih yazan eserlerin gerçeklerden ne kadar kopmuş, sapmış, uzaklaşmış olduğunu gördüm. Ben sadece ve sadece gerçekleri dillendirmeye çalıştım. Bu yapıttan yararlanacak tarihçiler yanıltılmadıklarından emin olabilirler.”
Kabatepe, Gelibolu’da hem kitabını imzaladı, hem de bir sergi açtı.
Şimdi de bir ricası var.
23 Şubat tablosu şöyleydi...
“Son 24 saatte 123 bin 734 Kovid-19 testi yapıldı, 9 bin 107 kişi pozitif, 75 kişi hayatını kaybetti. Ağır hasta bin 185 oldu, 5 bin 546 kişinin Kovid-19 tedavisi, karantinasının sona ermesiyle iyileşen sayısı 2 milyon 534 bin 996’ya yükseldi.”
Bir ara 5 - 6 binlere kadar gerileyen pozitif sayısı yine 9 binlerin üzerine çıktı.
Bütün uyarılara, tedbirlere, önlemlere rağmen böyle...
Şimdi Bilim Kurulu diyecek ki...
“Restoranları, lokantaları, kafeleri açamazsınız. Bunları açmanız için binli rakamlara düşmesi gerekir...”
Erdoğan’ın İzmir’e olan ilgisini biliyorum.
Kentle ilgili gelişmelerden zaman zaman bilgi aldığını, projeleri takip ettiğini de çok iyi biliyorum.
Örneğin Körfez Geçiş Projesi onlardan biri…
İzmir milletvekili, eski Başbakan Binali Yıldırım’ın özellikle üzerinde durduğu projelerin başında geliyordu.
O günlerde bu yatırıma destek verdim, aynı görüşümü koruyorum.
İzmir giderek büyüyor ve alternatif yolları şimdiden düşünmek zorundayız.
25-27 Şubat 2021 tarihlerinde ttidigital.izfas.com.tr adresinde düzenlenecek olan fuarı takip etmenizi tavsiye ediyorum.
Hürriyet olarak ilk günden bu yana bu fuara hep destek verdik.
Türkiye’nin ve İzmir’in geleceğinde turizmin önemli bir yer tuttuğuna hep inandım.
O yüzden Travel günlerini hep önemsedim.
Geçen yılın açılış konuşmalarından birini de ben yapmıştım.
Bu sektörün ilk sanal fuarı olacak.
Yarattıkları markalarla katma değer yarattılar. Çoğunu takip ediyorum ve çok da başarılı buluyorum.
Pandemi süreci aslında bazı gerçeklerin yeniden masaya gelmesini sağladı. Tarımsal yatırımlarını yapmayan hiçbir ülkenin güçlü olması mümkün değil.
İyi ki yerel girişimler, iyi fikirler var da tarım gündemden düşmüyor.
Bugün size çok başarılı bulduğum bir girişimden bahsedeceğim.
Döngü Kooperatifi...
Farklı mesleklerden 9 kadının girişimiyle, bir AR-GE Kooperatifi olarak 20 Aralık 2018 tarihinde İzmir’de kuruldu. Aralarına sonradan bir kişi daha katıldı, 10 oldular.
Birincisi Antalya’da doktor Kaan Bozkurt, tartıştığı eşi diyetisyen Gamze Kaçar Bozkurt’u tabancayla vurarak öldürdükten sonra aynı silahla intihar etti.
İkincisi de Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde asistan doktor olarak görev yapan Mustafa Yalçın ardında mobbing gördüğüne dair bir mektup bırakarak yaşamına son verdi.
Bu arada kadın cinayetleri de devam ediyor.
Bitmeyeceğini de çok iyi biliyoruz.
Dünyanın her yerinde benzer olaylar elbette oluyor.
Gönül ister ki; ayrılıklar bu kadar acı olmasın.
Pandemi süreci bazı alışkanlıkları değiştiriyor. Örneğin eylül, ekimde terk edilen yazlıklarda bu yıl kalınmaya devam edildi.
Birçok kişi Çeşme’deki, Bodrum’daki, Marmaris’teki, Kuşadası’ndaki evlerinden geri dönmediler.
Aslında son rakamlar da bunu doğruluyor.
Türkiye genelinde gayrimenkul yani konut, iş yeri, arsa, tarla başına beyan edilen ortalama tapu değerinin en yüksek olduğu il 413 bin lirayla İstanbul olmuş.
Şaşırtıcı değil.
Bin kişiye sorsanız cevapları İstanbul olurdu.
Doğan Cüceloğlu hayatımıza dokunan insanlardan biriydi.
Arada yazarım.
Bazı insanlar iz, bazıları da is bırakır.
Cüceloğlu iz bırakanlardandı.
Olayları, yaşadıklarımızı, yaşayabileceklerimizi örnekleriyle anlatır ve farkındalık yaratmaya çalışırdı.
Birçok kitabını okudum, defalarca kendisini dinledim ve kendime göre notlar çıkardım hep...
“İzmir için çok güzel projeler hazırlıyoruz. Ama kimin fikri varsa dinlemeye hazırız...”
Gerçekten de İzmir’i kucaklayan, kent kimliğini öne çıkaran birçok konu gündeme geldi.
Bazıları konuşulurken tanıklık ettim, gazeteci olarak bunların bir kısmı haberlerimize, yazılarımıza yansıdı.
Benim de üzerinde çalıştığım bir konu vardı.
İzmir’e bir Kent Müzesi kazandırmak...
İzmir’deki son deprem de böyle bir etki yarattı.
Çok güzel insanlar öldü, yuvalar yıkıldı, hayaller paramparça oldu.
O günleri hatırlayın.
Bütün Türkiye İzmir’deydi.
Devlet, yerel yönetimler, sivil toplum örgütleri elbirliğiyle bu enkazı kaldırdılar.
Çocukluk arkadaşım Tevfik Sakıpağa, yüksek lisans için Amerika’ya gittiğinde Cris’le tanıştı.
Tabii, bizler de o günden itibaren arkadaş olduk.
Tevfik, Türkiye’ye döndü, ama aklı Brezilyalı Cris’te kaldı.
Biz de hep ona takıldık, “Brezilyalı bir gelinimiz olsun” diye...
Cris’i ikna etmek zor olsa da sonunda oldu.
Çeşme gibi, Bodrum gibi, Marmaris gibi, Alanya gibi, Kuşadası gibi, Fethiye gibi yerleri bu bütçelerle yönetmek gerçekten zor.
Turizmin kalbi olan bu yerlerin yaz nüfusları bazen 1 milyonu geçiyor.
Bodrum’da geçen yaz Turgutreis’ten havalimanına bir buçuk saatte zor gittim.
İstanbul trafiğinden beterdi.
Bence Bodrum’a bir çevre yolu şart oldu.
Aynı şekilde Çeşme de öyle...
Bu Meclis’ten yeni bir anayasa çıkar mı, bilemiyorum.
Geçmişte de metinler üzerinde çalışıldı ama her seferinde dosyalar rafa kaldırıldı.
O yüzden ihtiyatlı iyimserliğimi korumak istiyorum.
Ama gazeteci olarak şunu görüyorum.
Toplum ihtiyaçlarını, beklentilerini karşılamayan, gelecek hayali de kurdurmayan bir anayasaya sahibiz.
Ama şunu biliyoruz.
Aşılar pandeminin süresini azaltacak.
Asıl müjde tedaviyle ilgili ilaçların bulunmasıyla olacak.
Pandeminin ilk aylarında ekonomilerde sert frenler oldu.
Bunun etkilerinin rakamlara yansıdığını görüyoruz.
Bazı sektörlerde toparlanma hızlı oldu.
Beklediğimizden çok daha uzun bir pandemi dönemi yaşıyoruz.
Hafta içleri 21.00’den sonra dışarıda olamıyoruz; hafta sonları ise evlerde kalmak zorundayız.
Ve bu dönemde bütün belediyeler şöyle haberler geçtiler; “Sokaktaki dostlarımızı unutmadık. Şu kadar ton mamayı sokak hayvanları için harcadık...”
Gerçekten de tonlarca mama sokaklara, caddelere bırakıldı.
Bazılarına şahit oldum, bazılarının haberlerini sayfalarımıza verdik.
Peki dünya medyasında böyle ve benzer haberlere rastladınız mı?
Ama tarımı unutmamalıyız. Güzelim topraklarımızı kentleşme adına gökdelenlerle doldurmalıyız. Bugün görüyoruz ki; geleceğin stratejilerinde tarım, su, çevre gibi konular çok daha öne çıkacak.
Ve yine bir süredir tarım teknolojilerini okuyorum. Yeni dünyanın sunduğu imkanları ve buna ilgi duyanları...
Takip ettiğim şirketlerden biri de Plant Factory...
İstanbul Dragos’taki tesislerinde topraktan ve güneşten bağımsız yüksek besin değerine sahip üretim yapıyorlar.
Plant Factory’nin genç kurucu ortakları; Halil Beşkardeşler, Ahmet Güney, Anıl Sönmez ve Emre Kaynar Türkiye’de dikey tarımın geleceğini şekillendirmeyi ve kendi geliştirdikleri teknolojilerle bütün dünyaya ihracat yapmayı hedefliyorlar.
Azalan ekilebilir araziler, mevsimsel sınırlı üretim ve yüksek su tüketimi gibi problemler yok bu işletmede...
Ajlan Haskök’ü iyi tanıyorum.
Kimya mühendisidir. 43 yıllık aile şirketini iki kuzen birlikte yönetiyor. Türkiye’de sektöründe liderdir. Teknik Balans “Messmatic” markasıyla otomotiv ve endüstriyel balans makineleri üretimi yapıyor. Yurtiçinden daha çok yurtdışı piyasalarda tanınıyorlar; 35 ülkeye ihracat yapıyorlar.
Türkiye’de Teknik Balans gibi başarılı çok şirket tanıyorum.
İhracat yapan, araştırma geliştirmeye önem veren ve sektörüne yenilikler getiren başarılı şirketlerimizi öne çıkarmalıyız.
Ajlan da; 27 yıldır şirketin başında yöneticilik yapıyor.
Ve ikinci kuşağın şirkete değer kattığını görüyorum.
200 milyar dolarlık kişisel serveti var, şirketlerinin değeri trilyon doları çoktan geçti.
Jeff Bezos’tan bahsediyorum. 1.3 milyon çalışanı var ama daha önemlisi dünyadaki herkese dokunabiliyor.
Bezos Amazon’u 1994’te garajında kurmuştu. O zaman yalnızca internet üzerinden kitaplar satan bir şirketti. Bugün paket teslimatından dizi, film platformuna kadar sayısız alanda hizmet veriyor.
Müthiş bir organizasyon, insan hayranlıkla izliyor.
Henüz 57 yaşında...
Çok genç, belki de bir insanın en verimli döneminde olmasına rağmen geçenlerde çalışanlarına bir mektup yolladı.
Bilkent'in Diagnovir'i 10 saniyede çözüm yüzde 99 başarı
ÖYLE anlaşılıyor ki; bu salgın kolay bitmeyecek. Altı ayda bir aşı olmak zorundayız, toplumsal bağışıklığın kazanılabilmesi için uzun yıllara ihtiyaç olacak. Virüs her mutasyona uğradığında nasıl davranmamız gerektiğini bilim insanları söyleyecek.
Bu arada umut veren gelişmeler de oluyor.
Örneğin Bilkent Üniversitesi’nde geliştirilen yüksek teknoloji ürünü “Diagnovir” beni çok heyecanlandırdı.
Diagnovir’in PCR testlerinin yerini alması hedefleniyor.
Ve bilinen testlerden çok daha pratik; 10 saniyede yüzde 99’luk bir sonuç alıyorsunuz.
Bilkent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Abdullah Atalar ile konuştum. “Koronavirüs 150 nanometre boyutunda bir parçacık. Araştırmacılarımız yıllarca nano boyuttaki parçacıklarla uğraştılar. Sadece ağızdan alınan sürüntü için hızlı bir kit ve optik düzenekle hızlı tanı yapabiliyor. Pozitif olması halinde 5-10 saniye içinde sonuç veriyor, negatiflik olması halinde ise 20-30 saniye içinde sonuçlanıyor. Yapılan kontrollerde bu yöntemle pozitif bulduklarımızın PCR’ı negatif çıksa bile birkaç gün sonra PCR’larının pozitife döndüğünü gördük” dedi.
Harika bir çözüm ve geliştirilebilir özellikleri çok fazla...
Bence devlet bu konuda Bilkent’in yanında olmalı.
Ve hatta üretim bandı geniş olan Türk üreticiler de projeye ortak olabilir.
Çünkü bu ürünün yaygın kullanabilmesi için maliyetlerin düşürülmesi gerekir.
Hayatı yeniden açmalıyız.
Yoksa inanın bazı sektörler bitecek.
Bilkent’i, başta Rektör Atalar olmak üzere, projede emeği geçen herkesi tebrik ediyorum.
Böyle olmuyor okulları açalım
ISRARLA yazıyorum.
Okulları açmalıyız.
Belki hibrit, belki tam zamanlı ama açmalıyız.
Online eğitimle olmuyor.
Hele ilköğretim çağındaki çocuklar için bilgisayara bakarak ders çalışmak, çalıştırmak gerçekten zor.
Ben oğlum Atlas’tan biliyorum.
Odaklanmaya çalışıyor, öğretmenleri her çocuk için olağanüstü çaba gösteriyor ama bir yere kadar...
Ben kendimden biliyorum.
Geçenlerde bir Zoom toplantısına katıldım.
İki saat için buluştuk, 3.5 saate uzadı.
Ve gerçekten bu süre insan oturamıyor, dinleyemiyor.
Şimdi o küçücük çocuklardan bunu bekliyoruz.
Pandeminin ilk gününden bu yana yazıyorum.
Okullar açık olmalı. Her gün yapamıyorsak birkaç gün, birkaç saat çocuklarımızı okullarıyla buluşturmalıyız.
Bana göre aşılanma sağlık personeli ve eğitim kadrosundan başlatılmalı.
Öğretmenlerimiz ve okulların idari personeline de öncelik verilmeli.
Okulları açalım...
İdeal çözüm değil belki ama
HES’le restoranlara girelim
HES koduyla restoranları açalım; diye yazdım.
Türkiye’nin her yerinden o kadar çok mesaj geldi ki...
Belli ki sıkıntı büyük...
Farkındayım zaten; destek gelmezse sektörün büyükleri dahil hepsi kapıya kilit vuracak.
Kim ne kadar dayanabilir ki...
Kimse bir pandemi yaşayacağını bilemezdi.
İnsanlar yatırım yaptı.
Kime güvenerek yaptı?
Önce devletine, sonra kendilerine, sektöre...
Bunu istemiyor muyduk zaten...
Ekonominin büyümesini, insanların iş bulmasını hep teşvik ettik.
Ve sonra Kovid 19 diye bir virüs çıktı.
Kapanmalar oldu, kısıtlamalar, ek tedbirler...
İnsanlar bekledi, çözümler biraz zamana yayıldı.
Ama şimdi her yer açık; hizmet sektörü kapalı...
Yiyecek içecek sektörü düşündüğümüzden çok daha büyük bir sektör; milyarların döndüğü bir alan...
Ve biz bir turizm ülkesiyiz.
Pandemi bitecek ve bu işletmelere ihtiyacımız olacak.
AVM’ler açık, pasajlar açık, mağazalar açık...
21.00’e kadar ama açıklar.
Restoranlar kapalı...
Paket servisiyle hepsi batar söyleyeyim.
Herkes tedbirlerini alsın, maskelerini taksın.
HES kodlarıyla şu restoranları açalım önce...
Sonra kamu bankaları mutlaka kredi yapılandırmalarını yapmalı. En azından 2021’i tedavi yılı ilan etsinler, işletmelerin üzerine gelmesinler.
Bilkent’in Diagnovir gibi projelere destek verelim. Arçelik, Vestel gibi büyük şirketlerimiz işin içine girsinler. Restoranların dahil alabileceği bir maliyete indirelim.
Belli ki hayatımız testlerle geçecek.
Ve içimizin rahat etmesi için bu tür çözümlere ihtiyacımız olacak.
İşletmeleri açalım.
Hayat siyasetten ibaret değil
SİYASETİN dili yine gergin...
Ve giderek de yükseleceğe benziyor.
Ama konular hep aynı; çözdüğümüzü, geride bıraktığımızı zannettiğimiz birçok konu yine gündeme geliyor.
İnsan üzülüyor.
Ben vatandaşın siyasetin önünde yürüdüğünü düşünüyorum.
Politika yapanlar siyaset dışında bir hayatın olmadığını düşünüyor.
Ben hayatın siyasetten ibaret olmadığını düşünüyorum.
O yüzden siyasete hep uzak durdum.
Siyasetin imkanlar sanatı olduğunu düşüyorum.
Toplumun gelişmesi, değişmesi için siyaset elbette öncü olacaktır.
Yasaları koyacak, insanlarımızın refahı, mutluluğu için çözümler üretecektir.
Buna itirazım yok.
İtirazım hayatın renklerini siyasette bulamamak.
Hayat bir gökkuşağı gibidir, rengarenk...
Siyasetin, siyasetçilerimizin de bu renklerin farkında olmasını bekliyorum.
O zaman bu gerginler azalacak, siyaset daha fazla çözüm üretecektir.
Ocakta bahar olunca
OCAK ayının ilk haftası hafif bir montla dolaşabiliyoruz. Bu normal değil tabii... Allahtan yağmurlu bir haftayı geride bıraktık. Ve galiba ayın ortasından itibaren soğuklar geliyor. Kış kışlığını, yaz yazlığını yapmalı. Baharlar zaten bizim, çok seviyoruz.