Kayınvalidesinin yanındayken oğlunun bir sebepten canı yanıyor, çocuk doğal olarak ağlıyor ve babaannesinin çocuğa verdiği cevap "Oğlum ağlama çünkü erkekler ağlamaz" oluyor. Akşam olup da bir araya geldiklerinde çocuk annesine bunu anlatıyor ve neden ağlayamayacağını soruyor.
"Erkekler ağlamaz" sadece yaşadığımız kültüre ait bir yargı değildir. Toplumların pek çoğunda ağlamak, duygularını gösterebilmek cinsiyetle eşleştirilir. Ne talihsiz bir tarihsel dönüşümdür ki, ağlamak bir güçsüzlük işareti ve kadınsı zayıflık olarak etiketlenmiştir.
Bu inancın tarihçesi çok da eski değildir. Eski literatürde, ortaçağa ait pek çok kaynakta, eski sanat eserlerinde ağlayan erkek tasvirleriyle karşılaşılır. Sanayi toplumuna geçişte cinsiyet rollerinin iyice ayrışmaya başlamasıyla erkeklerin elinden duygularını ifade etme hakkının alındığı ve rekabete zorlanmaya başladıklarını söylemek mümkün.
Erkeklik liginde, erkekliğin kanıtlanmasının fiziksel ve zihinsel güçle ilişkilendirilmesi duyguların ifade edilmesini saha dışına atmıştır ne yazık ki. Popüler kültürün de şişirmesiyle kadın ve erkek algısı fiziksel, duygusal ve zihinsel çizgilerle ayrıştırılmıştır. Gelinen noktada erkekler için, daha fazla suç işleme ve daha fazla intihar öyküsü var. Araştırmalara göre zorlayıcı duygunun dışa vurulamaması bu sonuçlarda en önemli etken.
Peki nedir bu ağlama?
Psikofizyolojik olarak bakıldığında, birey stres yaşadığında üretilen ACTH (Adrenokortikotropik hormon) yardımıyla fazla stresin gözyaşı kanallarından dışarı atılmasına yardımcı olan bir süreçtir.
Nöropsikolog Dr. Jodi DeLuca'ya göre gözyaşlarınız, bakmanız gereken bir şeyler olduğunun işaretidir. Özetle bir duygunun dışa vurumudur ve duygular sadece kadınlara değil erkeklere de aittir. Uzun yıllardır erkek danışanlarımının çoğunun yanımda ağladıkları için özür dilediklerine şahit olmuşluğum var.
Ben ne cevap veriyorum merak ediyorsanız?
Sözleri Ümit Yaşar Oğuzcan'ın şiirinden alınan, bestesi Timur Selçuk'a ait olan bu şarkıda ayrılıktan, unutmak zorunda olmaktan, kederin önünde sonunda teselli bulmasından ve derinde kalan sızıdan bahseder. Aylardan şubat olunca ve ortalıkta kalpler uçuşunca ben de bu yazımı kalbi kırıklara adamak istedim.
İlişkiler söz konusu olunca genelde pek çok insan bir peri masalı hayali kurma eğilimindedir (Daldan dala konanlara bakmayın, onlarda bağlanma korkusu var o ayrı bir yazı konusu). İlişki içinde karşısındakini idealize etmeyle başlayan süreç sağlıksız bağlanmaya ve hatta çoğunlukla karşısındakiyle özdeşleşmeye evrilir. Onun dediği gibi olma, onun istediklerini yapma, hatta onun sevdiklerini sevme... Kişi artık yaşamının merkezine kendini koymak yerine partnerini yerleştirmiş durumdadır veeee karşı taraftan gelen ayrılık talebi bir bomba gibi düştüğünde, işte o yaratılan hayali peri masalı artık bir karabasana dönmüştür.
Ayrılık acısı bu beklenmedik kayıptan gelir, bazen aylarca bazen yıllarca sürer. Aslında acının ana kaynağı giden kişinin yokluğundan ziyade, alışkanlıklar, partnere yüklenen anlamlar ve hayali bağın kopmasının yarattığı boşluktur. Bu noktada fiziksel ayrılık gerçekleşmesine rağmen birey psikolojik olarak ayrılamamıştır. Bu durumda, hayali bağı devam ettirme çabası genelde ayrılan partneri sosyal medyada takip etme, tekrar iletişim kurma çabası, aslında hala sevildiğine dair öyküler yaratma ya da sözde intikam alma şeklinde dışa vurur kendini. Burada asıl amaç baş edilemeyen acıyı bastırmaya çalışmaktır. Kişinin gerçek ve tek ihtiyacı psikolojik olarak da ayrılmayı yaşayabilmesidir.
Peki ne yapmalı?
Öncelikle eski ilişkideki roller gözden geçirilmeli, ilişkiye kimin hangi duygusal yatırımı yaptığının muhasebesi çıkarılmalıdır. Geçmişte tekrarlayan patternlerin ( desen ) ne olduğunu fark edebilmek de çok önemlidir. Tabii ki bu mahsuplaşma kolay değildir ama gereklidir. Kişinin karşısındakinin değişeceğini ve ilişkinin hayal ettiği masala dönüşeceğini düşünme yanılgısını bırakması da çok önemlidir zira kangren olan kol ancak kesilir.
Ayrılık sonrası bireyin, kendi yasını daha sağlıklı tutması için kendine alan yaratması, bunu sağlıklı yollardan ifade etmesi, kendi gücünü kazanmaya odaklanması çok önemlidir. Ayrılık süreci kişi eğer kendine sağlıklı bir şekilde ayna tutup ilişkideki rolünü anlamaya odaklanır, hangi ihtiyaçlarının onu bağlı ya da bağımlı hale getirdiğini fark eder, partner seçiminin altında yatan mekanizmaları çözmeye odaklanırsa, onun için ruhsal olarak güçlenip gelişmesine, farkındalık ve iç görü kazanmasına vesile olacaktır.
Bu videoyu seyrederken ilk aklımdan geçen düşünce şu, "Seni anlıyorum. Hangimiz incinmedik ki?" Hayat herkesi zaman zaman hallaç pamuğu misali atıyor. İncinmek için illa ki başınızdan büyük büyük olaylar geçmesine gerek yok. Bazen tamamen bilinç dışına itilmiş, 40 yıl düşünseniz aklınıza gelmeyecek minicik bir hayat olayı, yıllar boyu altta kaynayan kazan misali siz farkına bile varmadan yaşamınızı etkilemeye devam edebiliyor. İnsan zihni ve ruhu o kadar gizemli ve eşsiz ki, kendine has sebep sonuç ilişkileri kurmada üstüne yok doğrusu.
"Neden incindik? " konusuna dönecek olursak, travmasız bir insan olur mu diye sorsanız cevabım hayır olurdu. Travma tıp literatüründe bir darbe sonucu oluşan bedensel veya ruhsal yara olarak tanımlanıyor. Eski Yunanca'da yaralamak sözcüğünden türeyen bu sözcük günümüzde çokça duyduğumuz bir kelime haline geldi. Kelimenin kökeninden de anlaşılacağı üzere, kişiyi yaralayan aletin illa ki devasa bir bıçak olması gerekmez, minicik bir toplu iğne de gün gelir derin yaralar açabilir. Unutmamalı ki yara her zaman kendi haline bırakılmaz, her yara kendi kendine iyileşmez, bazı yaralar tedavi edilmelidir. Travmalar kişide pek çok olumsuz psikolojik, duygusal ya da davranışsal etki yaratır. Konsantrasyon güçlüğü, unutkanlık, anksiyete, korku, kendini suçlama, özgüven kaybı, umutsuzluğa düşme, depresyon, psikosomatik rahatsızlıklar, uyku problemleri bunlardan bazılarıdır. Bu nedenle bireyi inciten konunun büyüklüğü küçüklüğünden ziyade bireyde yarattığı olumsuz duygu, düşünceyi ve bunların yoğunluğunu anlamak ve yarayı iyileştirmeye odaklanmak çok önemlidir.
Son 10 yılda kadın cinayetlerinin üç kat arttığına dair araştırmalar mevcut. Elbette bu konu derin ve sosyoloji, psikoloji, halkbilim, hukuk, hatta antropoloji gibi pek çok farklı bilimin disiplinler arası araştırma konusu ama bu yazıda vurgulamak istediğim şu ki, mevcutta şiddet olgusunu hafife alan bir bakış açısı hakim.
VPA (Violence Prevention Alliance) "Dünya Şiddet ve Sağlık Raporu"n da şiddeti "Bir kişinin, kendisine veya bir başkasına, gruba, topluluğa karşı tehdit olarak ya da aksiyona geçmiş halde yaralanma, ölüm, psikolojik zarar, kötü gelişim veya yoksunluk ile sonuçlanan kasıtlı güç veya fiziksel güç kullanımı" olarak tanımlıyor.
Bu tanımın da ifade ettiği üzere şiddette kasıt vardır. Hiç bir duygusal açıklama, duygusal yoksunluk, töresel izinler bireydeki şiddet eğilimine sebep oluşturamaz. Bu noktada diğer yazılarımda bahsetmek üzere şiddet eğiliminin pek çok psikiyatrik durumun semptomlarından biri olduğu gerçeğini de kısaca belirtmek isterim.
Peki şiddeti önlemek için ne yapalım?
Başta belirttiğim gibi şiddet olgusunun tam olarak anlaşılması ve önlenmesi disiplinler arası bir konu ama net olan bir kaç durum var. Çocuğunda şiddet eğilimi gözlemleyen ebeveynlerin, bunu takdir aracı haline getirmek yerine sağaltmaya odaklanması, öfke kontrol ile ilgili sorun yaşayan bireylerin destek alma konusunda daha açık olması, kadınların partner seçimi konusunda tekrarlayan sorunları varsa, tekrara düşmek yerine bu yanlış seçimlere onları yönlendiren zihinsel süreçlerini anlamaya yoğunlaşması ve kendilerini korumak için gereken aksiyonları önceden alabilecek gücü kullanmalarıdır.
Tabii ki bu bir kurgu, tüm aldatma öyküleri bu şekilde yaşanacak diye bir durum yok ama şu da bir gerçek ki, sadakatsizlik neredeyse insanlık tarihi kadar eski. Yunan Mitolojisinde bile Zeus'un karısı Hera'yı defalarca aldattığına dair öyküler anlatılır. Tarih Josephine'nin Napoleon'u defalarca aldatmasından tutun da Elizabeth Taylor ve Richard Burton'un ilişkilerinin ikisinin de o dönemki eşlerini aldatarak başladığına dair öykülerle doludur.
İnsan neden aldatır?
Doğası gereği meraklı ve bilinmeze, yasağa ilgi duyan bir varlıktır. Sadakatsizlikse bu merakın bencilce ihanete geçiş yaptığı noktadır. 2017'de Florida Eyalet Üniversitesi'nde Frank D. Fincham ve Ross W. May tarafından yapılan araştırmada, araştırmaya katılan çiftlerin %2 ila 4'ü son 12 ay içinde bir başkasıyla beraberlik yaşadıklarını ifade etmişlerdir. Yetişkin birey için aldatma eğlenceli, heyecan verici, baştan çıkarıcı, yenileyici, gençleştirici olabilir. Aldatma bir ihanettir. Çünkü resmi bir sözleşme içersin içermesin, partnere verilen sözün tutulmamasıdır. Aldatma sadece aşk ya da sevgi bittiği için olmaz, mutlu devam ilişkilerde de aldatma olduğu araştırmalar tarafından kanıtlanmıştır.
Aldatan bireylerde görülen bazı ortak özelliklere bakacak olursak,
- Zayıf oto-kontrol veya ilişkiye adanmış hissetmeme, genellikle dürtüsel davranma eğilimi gösterme, aksiyonlarının sonuçlarını düşünmeden davranma, verdiği sözlerde duramama,
- Bencillik veya öfke, kendi ihtiyaç ve isteklerini partnerinin ihtiyaçlarının önünde görme veya partneri cezalandırma eğilimi,
- Dikkat çekme isteği, mevcut ilişkide tatmin olamama, fiziksel ya da duygusal ihtiyaçların karşılanmadığını düşünme,
- Sıkılma ve güvensiz hissetme, kendine güvenememe ve istenen olmanın teyidine ihtiyaç duyma.