Son zamanlarda çevrenizde “Boğazım ağrıyor, halsizim, burnum tıkalı” gibi cümleleri sık sık duymaya başladıysanız, yalnız olmadığınızı söylemek isterim. Çünkü yaz gribi şu sıralar oldukça yaygın. Peki, neden etrafımızda hasta sayısı arttı? Bu sıcaklarda insan nasıl grip olur? Cevap aslında çok basit. Çünkü yaz griplerinin çoğunluğundan sorumlu olan şey, ani ısı değişimleridir. Çünkü dışarıda dolaştığımız süre boyunca ter içinde kalıyoruz ve sonrasında buz gibi klimalı bir ortama giriyoruz. Ya da gün içinde klimalı ortamdan dışarı çıkarak bir anda sıcağa geçiş yapıyoruz. Vücut da bu ani değişimlere kolay kolay adapte olamıyor. Hele ki klimayı gün boyu doğrudan yüze ya da enseye üfletecek şekilde kullanıyorsanız, işte o zaman yaz gribi kaçınılmaz oluyor.
ANİ ISI DEĞİŞİMLERİNDEN KAÇININ
Yaz gribi nedeniyle şu sıralar birçok kişinin yaşam kalitesi oldukça düşmüş durumda. Peki, neden bu kadar sıcak havalarda kış ayında yaşadığımız kadar ağır geçen bir grip yaşıyoruz. Biraz önce de belirttiğim gibi bu sorunun cevabı yaşadığımız ani ısı değişimlerinde gizli. Bu günlerde çok ciddi sıcaklarla mücadele ediyoruz. Dışarısı 35 derece, gölgede bile ter içinde kalıyoruz. Ama sonra ne yapıyoruz? Alışveriş merkezine giriyoruz, ofise geçiyoruz ya da arabaya atlayıp klimayı açıyoruz. Vücut, birdenbire bu sıcak-soğuk geçişlerine maruz kalıyor. İşte bu ani değişimler bağışıklık sistemimizi fazlaca zorluyor. Anlayacağınız klima, yaz gribinin en büyük tetikleyicilerinden biri. Evet, sıcaklarda hayat kurtarıyor ama doğru kullanılmazsa sağlığımızı tehdit eder hale geliyor. Üstelik klimaların filtreleri düzenli olarak temizlenmezse, havadaki toz, polen, bakteri ve virüsleri etrafa üfleyip hastalığa davetiye çıkarabiliyor.
KIŞ GRİBİ KADAR AĞIR GEÇEBİLİYOR
Yaz gribi bazen sadece bir boğaz ağrısı ve halsizlikle atlatılabiliyor. Ama bazı insanlarda yüksek ateş, kas ağrısı, baş ağrısı, öksürük gibi belirtiler de göstererek ağır geçebiliyor. Hatta yaz gribiyle başlayan bazı durumlar, sinüzit ya da bronşite kadar ilerleyebiliyor. Kısacası kışın sizi yatağa düşüren grip kadar ağır geçirme olasılığınız var. Bu nedenle tatilinizin zehir olmaması ya da sosyal yaşamınızın olumsuz etkilenmemesi için klima kullanımına dikkat etmeli ve yaz gribine karşı önlemlerinizi almayı ihmal etmemelisiniz. Çünkü bu virüs, her zaman olduğu gibi çok çabuk bulaşabiliyor ve bir ortama girdiği zaman herkesi hasta edebilme yeteneğine sahip.
KLİMA KULLANIRKEN NELERE DİKKAT ETMELİ
Hatta ne zaman yaşlı bir bireyin yürümekte zorlandığını ya da sürekli yorgun hissettiğini görse, “Yaşı gereği böyle” diyerek bu durumu normal bir olgu olarak kabul eder. Ama ya bu kabullenme bir yanılgıysa? Ya çok daha sağlıklı yaşlanmak mümkünse? Bunu hiç düşündünüz mü? Zira, bu konu oldukça önemli. Çünkü son yıllarda yapılan tıbbi araştırmalar, yaşla birlikte gelen “kırılganlık” halinin aslında yaşlanmanın kaçınılmaz bir parçası değil, önlenebilir ve yönetilebilir bir sağlık sorunu olduğunu ortaya koyuyor. Yani bilim, bize çok net bir şey söylüyor. O da kırılganlık, yaşın değil yaşam tarzının bir sonucu. Evet, yaşlanmak, hayatın kaçınılmaz bir gerçeği ama nasıl yaşlandığımız da büyük ölçüde bizim elimizde...
KIRILGANLIĞI KONTROL EDEBİLİRSİNİZ!
Kırılganlık, tıp literatüründe “frailty” olarak tanımlanır ve yaşlı bireylerde görülen azalmış fizyolojik rezervler ile karakterize, çok boyutlu bir sağlık sorunudur. Yani vücudun artık hastalık, ameliyat, düşme ve stres yönetimi gibi problemler karşısında eskisi kadar güçlü ve hızlı tepki verememesidir. Sağlık sisteminde kırılganlık bir hastalık olarak değerlendirilmese de önemli sonuçlar doğurduğu için “sendrom” olarak kabul edilmektedir. Genellikle kas gücünde belirgin azalma, yavaş yürüme hızı, genel yorgunluk, enerji düşüklüğü, düşmelere karşı artan hassasiyet, istemsiz kilo kaybı ve günlük aktivitelerde zorlanma gibi belirtilerle kendini gösterir. Ancak kırılganlığın oluşumunda sadece yaş değil; hareketsizlik, yetersiz beslenme, kronik hastalıklar, sosyal izolasyon ve depresyon gibi faktörler de etkilidir. Özetle; kırılganlık, pasif bir şekilde kabullenilmesi gereken bir durum değil, erken fark edildiğinde durdurulabilecek ve hatta tersine çevrilebilecek bir süreçtir.
YAŞLANABİLİRSİNİZ AMA GÜÇSÜZLEŞMEK ZORUNDA DEĞİLSİNİZ!
Yaş almak kaçınılmaz olabilir ama nasıl yaşlanacağımız kesinlikle bizim elimizde. Doğru alışkanlıklar ve erken müdahale ile “yaşlı” değil, “güçlü ve aktif yaş almış birey” olmak mümkündür. Günümüzde 70’li, hatta 80’li yaşlarında olup maraton koşan insanlar var. Bunun sebebi genetik şans mı? Kısmen evet. Ama asıl farkı yaratan başka şeyler de var. Onlar neler mi? İşte yanıtı...
DENGELİ VE SAĞLIKLI BESLENMEK ŞART
Sağlıklı yaşlanmanın temel taşlarından biri dengeli beslenmedir. Vücudun ihtiyaç duyduğu vitamin, mineral, protein ve antioksidanları almak kırılganlık riskini azaltır. Özellikle öğünlerde dengeli protein tüketimine dikkat edilmelidir. Bu nedenle beslenme listesine et, balık, yumurta, süt ürünleri gibi kaliteli protein kaynaklarının yanında kuru baklagiller ve kuruyemişleri eklemeyi unutmayın. Ayrıca kalsiyum ve D vitamini de kemik sağlığı için hayati önem taşıyan moleküllerdir. Bu nedenle süt, yoğurt, peynir gibi kalsiyum açısından zengin besinler tüketmeye ve güneş ışığı ile sağlanan D vitamini alımına dikkat edilmelidir. Çünkü yapılan çalışmalar, yeterli kalsiyum desteği alan ileri yaştaki bireylerde kalça kırığı riskinin, almayanlara kıyasla yüzde 30 oranında daha düşük olduğunu göstermektedir. İlerleyen yaşlarda kemik erimesi gibi bir hastalığın pençesine düşmemek için bu ikilinin eksikliğine çok dikkat etmek gerekir. Ayrıca sindirim sistemi de yaşla birlikte yavaşlar ve kabızlık sorunları sıklaşabilir. Bu nedenle bol lifli sebze, meyve ve tam tahıllarla sindirim sistemi desteklenmelidir. Ayrıca günlük yeterli miktarda su tüketmek, vücudun hidrasyonunu sağlar ve metabolizmanın düzenli çalışmasına yardımcı olur.
Çünkü artık sadece kalori saymak ya da vitamin içeriğini tartışmakla yetinmiyoruz, aynı zamanda besinlerin genlerimiz üzerinde ne gibi etkiler yarattığını da sorguluyoruz ve ortaya çıkan veriler, yediğimiz her lokmanın genetik kaderimizi değiştirebileceğini gösteriyor. Zira artık beslenme şeklimiz ile hangi genlerin aktif hale geleceğini büyük ölçüde kontrol edebiliyoruz. Kısacası tabağımızdaki seçimler, gelecekteki sağlığımızın haritasını çiziyor diyebiliriz.
EPİGENETİK BESLENME NEDİR?
Epigenetik beslenme, besin öğelerinin gen ekspresyonunu değiştirme potansiyelini göz önünde bulundurarak yapılan bilinçli beslenme biçimidir. Buradaki amaç, sağlığa zararlı gen ifadelerinin baskılanması ve sağlığı destekleyen genlerin aktif hale getirilmesidir. Örneğin, brokoli ve karnabahar gibi turpgiller ailesinden sebzeler, “sülforafan” adlı bir bileşik içerir. Sülforafan, DNA metilasyonunu etkileyerek tümör baskılayıcı genlerin aktif hale gelmesini destekler. Bu da kanser riskinin azalmasına katkı sağlayabilir. Benzer şekilde, yeşil çayda bulunan “epigallokateşin gallat (EGCG)” adlı antioksidanın da gen ekspresyonu üzerinde etkili olduğu gösterilmiştir. Birçok bilimsel çalışmada bazı besin bileşenlerinin epigenetik yollarla çeşitli kronik hastalıkların önlenmesine katkı sağladığı gösterilmiştir. Epigenetik beslenme yalnızca hastalıkların önlenmesiyle sınırlı da kalmıyor. Aynı zamanda sağlıklı yaşlanma ve yaşam süresinin uzatılması açısından da büyük potansiyel taşıyor.
SOFRALARINIZI EPİGENETİK BESİNLERLE DOLDURUN
Her gün tabağımıza ne koyacağımızı düşünürken aslında farkında olmadan sağlımızla ilgili büyük bir seçim yapıyoruz. Ama artık bu seçim sadece yemeğinizin doyurucu ya da lezzetli olup olmadığıyla ilgili değil. Çünkü yediğimiz her lokma, genlerimizle sessiz bir sohbet içinde. Bazı besinler genlerimizi hastalıklardan koruyacak şekilde çalıştırırken, bazıları da zararlı genleri harekete geçirebiliyor. İşte bu yüzden epigenetik besinler dediğimiz bu özel yiyeceklerin neler olduğun öğrenmek gerçekten hayati bir önem taşıyor. Peki bu besinler hangileri? Gen dostu bir sofra nasıl kurabiliriz? İşte yanıtı...
Güneş bir yandan yakıyor, nem bir yandan boğuyor. Durum böyle olunca da sadece kıyafetleri hafifletmekle kalmamalı ve sofraya otururken yiyeceklerimizi de ince eleyip sık dokumamız gerekiyor. Çünkü sıcaklar bastırınca vücudumuz da farklı bir moda giriyor. Bunun sonucunda sindirim sistemi yavaşlıyor, iştah azalıyor, terlemenin fazla olması nedeniyle su ihtiyacı artıyor. Ağır, yağlı ve yüksek kalorili yiyecekler tüketmek ise bedenimizi yormakla kalmıyor, fazla kilo, halsizlik, baş ağrısı ve tansiyon dengesizliklerini tetikliyor. Bu nedenle yaz menülerini gözden geçirmenin tam zamanı. Yaz menüsü denilince iş hemen gözünüzde büyümesin. Çünkü sıcak havalarda vücudun ihtiyacı, ne pahalı süper gıdalar ne de karmaşık diyetler. Sadece bol su, taze sebze ve meyveler, doğru pişirme yöntemleri ile biraz özen... Hepsi bu! Peki, kavurucu sıcaklarda ne yemeli, ne içmeliyiz? İşte ayrıntılar...
SAĞLIKSIZ BESLENMENİN FATURASI YAZIN AĞIR OLABİLİR
Yaz sofralarınızı şifalandıracak besinlere geçmeden önce sıcak havalarda yapılan beslenme hatalarının sonuçlarından biraz bahsetmekte fayda var. Zira, faturası ağır olabilir. Çünkü yağlı, ağır, baharatlı ve bol şekerli yiyecekler hem sindirim sistemini zorlar hem de vücut ısısını artırarak terlemeyi ve sıvı kaybını hızlandırır. Bu durum tansiyon düşmesi, mide bulantısı, baş dönmesi ve hatta bayılma gibi sorunlara yol açabilir. Üstelik sıcak havalarda dışarıda uzun süre beklemiş et ve süt ürünleri gibi bozulmaya yatkın besinler, gıda zehirlenmesi riskini artırır. Yazın yapılan bu sağlıksız beslenme alışkanlıkları; halsizlik, kilo artışı ve bağışıklık sisteminde zayıflama gibi daha uzun vadeli sorunlara da neden olabilir. Kısacası, bu mevsimde ne yediğimiz kadar, nasıl ve nerede yediğimiz de sağlığımız için hayati önem taşır. Evet, şimdi gelelim yaz sofralarınızı hem hafifletip hem de şifalandıracak temel beslenme önerilerine...
SUSAMADAN SU İÇMEYİ ALIŞKANLIK HALİNE GETİRİN
Yazın en büyük ihtiyacımız kesinlikle sudur. Evet, bu konuyu ilk sıraya aldım çünkü gün içinde fark etmeden vücudunuz 2 veya 3 litreye kadar su kaybedebiliyor. Bu nedenle ‘Ben susamıyorum ki’ demeyin; ve susamadan su içmeyi alışkanlık haline getirin. Çünkü su, yalnızca sıvı dengesini sağlamakla kalmaz; aynı zamanda sodyum, potasyum, fosfat, magnezyum ve kalsiyum gibi birçok önemli minerali de vücuda kazandırır. Yaz aylarında kaybedilen sıvıyı yerine koymamak ise baş ağrısı, halsizlik ve kabızlık gibi sağlık sorunlarına yol açabilir. Bu yüzden gün içinde bol bol su içmeyi ihmal etmeyin. Ayrıca susuzluğunuzu gidermek ve serinlemek için soğuk kola, buzlu çay veya limonata gibi içeceklere yönelmemeye de özen gösterin. Çünkü bu içecekler, ilk anda ferahlık hissi verse de aslında hepsi gizli birer şeker bombasıdır. Üstelik içtikten sonra daha çok susatır ve vücudu daha fazla yorar.
Çünkü artık net bir şekilde biliyoruz ki, bu sessiz oyuncu, bağışıklık sisteminden kalp sağlığına, diyabetten kanser riskine, ruh halinden kas gücüne kadar birçok sistemde kilit rol oynuyor. Kısacası sağlığımız açısından birçok hayati süreci doğrudan etkiliyor. Peki, güneşi bol bir ülkede yaşamamıza rağmen neden toplumumuzda D vitamin eksikliğine sıkça rastlanıyor? D vitamini neden bu kadar önemli? Neden vücudumuzun bu gizli kahramanına ihtiyacı var ve depolarımızı nasıl doldurabiliriz? Gelin, güneşin dost yüzüyle ortaya çıkan ve sağlığımızın vazgeçilmez dostunun faydalarını bugün birlikte keşfedelim.
D VİTAMİNİ NEDİR VE NEDEN BU KADAR ÖNEMLİ?
Güneş ışığı, D vitamini üretiminin ana kaynağıdır ve cildimiz güneş ışınlarıyla D vitamini sentezler. Özellikle çocukların kemik gelişimi ve diş sağlığı için D vitamini olmazsa olmazdır. Yeterince D vitamini alınmadığında çocuklarda raşitizm gibi kemik hastalıkları ortaya çıkabilir. Bu hastalık, kemiklerin yeterince sertleşememesi ve şekil bozukluklarının meydana gelmesiyle karakterizedir. İleri yaşlardaki kişilerde ise osteoporoz yani kemik erimesi riskini artırır. D vitamininin önemi sadece kemiklerle sınırlı değildir. Aynı zamanda kas ve sinir sisteminin sağlıklı çalışmasını destekler, bağışıklık sistemini güçlendirir. Bu sayede enfeksiyonlara karşı vücudu korur, hastalıklara karşı direnci artırır. Ayrıca kalp sağlığını korumada, diyabet yönetiminde ve hatta kanser gelişimini engellemede önemli roller üstlenir.
D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ NEDEN TEHLİKELİDİR?
Günümüzde modern yaşam tarzı, kapalı mekânlarda uzun süre kalma, güneş ışığından yeterince faydalanamama, koyu ten rengi, yaşlılık gibi faktörler, D vitamini eksikliğine yol açar. D vitamini, vücudumuzda birçok önemli fonksiyona sahip olduğu için eksikliği ciddi sağlık sorunlarını da beraberinde getirir. Mesela D vitamini, kalsiyumun bağırsaklardan emilimini artırarak kemiklerin güçlenmesine yardımcı olur. Eksikliği, osteoporoz gibi kemik hastalıklarına yol açar. Bağışıklık sisteminin düzgün çalışmasında önemli bir katkısı vardır. Bu nedenle eksikliği durumunda sık sık hastalanırsınız. D vitamini, beyin kimyasallarının düzenlenmesinde de kritik bir rol üstlenir. Eksikliği; depresyon, anksiyete ve ruh hali değişikliklerine neden olabilir. Ayrıca kas fonksiyonlarının düzgün çalışmasına yardımcı olan D vitamini, vücudunuzda yeteri kadar bulunmadığı zaman kas zayıflığı, yorgunluk ve düşme riskinin artması gibi problemleri de beraberinde getirir.
D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ BELİRTİLERİ
D vitamini eksikliği genellikle sinsi bir şekilde gelişir. Aşağıdaki belirtiler, eksikliğin önemli habercileridir.
Bayramda biraz kilo almak elbette ki dünyanın sonu değil. Önemli olan bu süreçten sonra kendinize karşı nazik olup, suçluluk duygusuna kapılmadan sağlıklı alışkanlıklarla toparlanmaya yönelmeniz. Peki, bayram sonrası normale dönüş nasıl olmalı? Vücudu yormadan dengeyi yeniden sağlamak için hangi sağlıklı alışkanlıklara yönelmeliyiz? Eğer siz de bayramdan sonra kendinizi toparlamak istiyorsanız, işte size küçük ama etkili bazı öneriler...
EN DOĞAL DETOKS SU İÇMEKTİR
Bayram tatilleri, sevdiklerimizle keyifli vakit geçirdiğimiz, bolca yemek yediğimiz özel günlerdir. Bu birkaç günlük sürede herkesin damak zevkine göre dilediğince yiyip içmesi ve zaman zaman ağır yemekleri biraz abartması, genellikle sağlığı ciddi şekilde etkilemez. Ancak bayram sonrası beslenme alışkanlıklarınızda yapacağınız bazı küçük değişiklikler ve detoks uygulamaları hem vücudunuzu rahatlatır hem de eski enerjinize kavuşmanıza yardımcı olur. Bu uygulamaların en basit ama en etkilisi bol su tüketmektir. Çünkü günde 2-2.5 litre su tüketmek, sindirim sisteminin daha iyi çalışmasını sağladığı gibi yağ metabolizmasını da destekler. Ayrıca yemeklerden yaklaşık yarım saat önce içilen bir bardak su, doygunluk hissi vererek fazla yemenin önüne geçer.
LİFLİ BESİNLERİ SOFRANIZDAN EKSİK ETMEYİN
Kurban Bayramı vesilesiyle sofraların yıldızı tabi ki et yemekleri. Bu nedenle bayram sonrası biraz daha lifli besinlere yönelmeniz oldukça faydalı olacaktır. Çünkü bağırsak sağlığı, kilo kontrolü ve tokluk hissi için lifli besinler olmazsa olmazdır. Meyve, sebze, tam tahıllar ve kuru baklagiller gibi lif yönünden zengin besinleri öğünlerinize mutlaka dahil edin. Lifli gıdalar sadece sindirimi düzenlemekle kalmaz, aynı zamanda kan şekerini dengeleyerek, ani açlık krizlerini de önler. Ayrıca öğünlerinizi dengeli planlamak hem göz hem mide sağlığınız için oldukça önemli. Tabağınızın yarısının sebzelerden, diğer yarısının ise dengeli oranlarda protein ve bulgur, tam buğday ekmeği gibi karbonhidratlardan oluşmasına özen gösterin. Bu denge hem tok kalmanızı sağlar hem de metabolizmanızın düzgün çalışmasına yardımcı olur.
Son zamanlarda bu şikâyetleri birçok kişiden sıkça duyuyorum. Etrafımızda tek kelimeyle bir yorgunluk salgını var gibi. İşin en ilginç yanı da bu yorgunluk halinin çoğu zaman yoğun tempodan, stresten, uykusuzluktan falan kaynaklanmıyor olması. Hatta çoğu zaman bu şikâyetlere neden olacak belirgin bir neden de bulunamıyor. Ancak emin olun ki, vücut öyle durup dururken alarm vermez. Sürekli yorgunluk hali ve halsizlik gibi belirtiler, vücudun size “Benimle ilgilen” deme biçimi olabilir. Herhangi bir hastalık olmadan da vücudunuzda meydana gelen bazı küçük eksiklikler ve düzensizlikler, sizi bu hale sokabilir. Hadi gelin bugün yaşam kalitenizi düşüren yorgunluk bulmacasının parçalarını birlikte inceleyelim. Belki sizinki de basit bir vitamin eksikliğinden kaynaklanıyor olabilir.
BU ÜÇLÜ EKSİKSE ENERJİ HAYAL OLUR
Vücudumuzda eksikliği ciddi sorunlara davetiye çıkan “Demir, B12 ve Folik Asit” üçlüsü, bu tip yorgunluk sorunlarında aslında ilk baktırılması gereken değerlerdir. Çünkü demir eksikliğinde en sık karşılaşılan belirtilerden biri yorgunluk ve halsizliktir. Bunun temel nedeni, vücudun oksijen taşıma görevini üstlenen hemoglobin adlı proteini üretmek için demire ihtiyaç duymasıdır. Yeterli hemoglobin üretilemediğinde dokulara taşınan oksijen miktarı azalır ve bu da enerji kaybına yol açarak kişide yorgunluk hissine neden olur. Bunu bir araba gibi düşünün. Depoda benzin yoksa, ne kadar gazlasanız da gidemezsiniz. B12 ise sinir sistemi ve enerji metabolizmasında çok önemli bir vitamindir. Eksikliği durumunda yorgunlukla birlikte unutkanlık, baş dönmesi, dikkat dağınıklığı gibi başka şikâyetler de baş gösterebiliyor. Folik asit eksikliği de benzer belirtiler yapabilir. Özellikle vejetaryenler ve bazı mide-bağırsak sorunları olan kişiler bu vitaminlerde daha fazla eksiklik yaşayabiliyor. Kan testleriyle bu üçlüyü kontrol ettirmek hem kolay hem de çok yol göstericidir. Eksikse, yerine konduğunda vücudunuzun nasıl canlandığına şaşırabilirsiniz.
D VİTAMİNİ REZERVLERİNİZ NE DURUMDA?
Maalesef ki güneşi bol bir ülkede yaşayıp, D vitamini eksikliği çeken bir toplumuz. Çünkü yeterince dışarıda vakit geçiremiyor ya da vücudumuzun D vitamini sentezini yapacağı saatlerde dışarıda olamıyoruz. Oysaki, D vitamini vücudumuz için sandığınızdan çok daha değerli bir vitamin ve enerji seviyemiz için de kritik bir öneme sahip. Özellikle bağışıklık sistemimizin düzgün çalışması ve kemiklerimizin güçlü kalması için D vitamini şart. Eksikliği durumunda ise sık karşılaşılan belirtiler arasında kas ağrıları, sürekli yorgunluk hali ve halsizlik yer alır. Özellikle gün boyu kapalı alanlarda çalışanlar ve vücudunu tamamen örten giysiler giyenlerde D vitamini eksikliği yaygın yaşanan sorunların başında gelir. Eksiklik yaşamamak için her gün, özellikle sabah saatlerinde 15-20 dakika güneşe çıkmak çok önemli. Tabi bu sırada koruyucu krem sürmeden güneşlenmek gerekiyor. Çünkü kremler, D vitamini sentezini engelleyebiliyor. Kısa bir süre bile olsa, güneşle temasta bulunmak vücudun ihtiyacını karşılamaya yardımcı olabiliyor. Eksikliği yorgunluk, halsizlik, hatta depresif ruh haliyle bile ilişkilendirildiği için bu vitamin değerinize baktırmanızda fayda var.
Ancak bilim dünyası son yıllarda bu inancı temelden sarsacak veriler ortaya koyuyor. Kısacası potansiyel olarak kötü genlerle dünyaya gelmiş olmanız o genleri durduramayacağımız ya da en azından etkilerini azaltamayacağınız anlamına gelmiyor. Evet, genetik altyapımız bize bir harita sunuyor. Ama o haritada hangi yollara sapacağımız, nerede durup nerede hızlanacağımız ve hatta bazı tehlikeli yolları tamamen pas geçip geçmeyeceğimiz büyük ölçüde bizim seçimlerimize bağlı. İşte bunu bize gösteren gelişme ise modern tıbbın en umut verici alanlarından biri olan Epigenetik. Bu her şeyi değiştiren alan, sahip olduğumuz genlerin aktivitelerinin kontrolüyle ilgileniyor ve bizlere sağlığın sadece bir kader meselesi olmadığını, büyük ölçüde yaşam tarzımızdaki seçimlerle de şekillendiğini gösteriyor. Kısacası genetik kaderiniz ne kadar güçlü olursa olsun, sağlıklı alışkanlıklarla bu kaderi değiştirebilir, hatta baştan yazabilirsiniz.
GENETİK KADERİ DEĞİŞTİREN SAĞLIKLI ALIŞKANLIKLAR
Son yıllarda yapılan araştırmalar bizlere gösteriyor ki; beslenme şeklimiz, ne kadar hareket ettiğimiz, nasıl uyuduğumuz, stresle başa çıkma yöntemlerimiz gibi yaşam tarzı tercihlerimiz, genetik mirasımızdan çok daha güçlü belirleyiciler. Özellikle söz konusu kronik hastalıklar olduğunda sağlıklı alışkanlıklar, genetik mirasımızın ötesine geçerek daha uzun, daha sağlıklı bir yaşam sürmemizi sağlayabiliyor. Yani, genetik yatkınlık bir başlangıçtır, sonuç değil. Peki, genetik kaderimizi değiştirebilmek için yaşam tarzımıza hangi sağlıklı alışkanlıkları dahil etmeliyiz? İşte sağlığınızın kaderini değiştiren ve uzun vadede iyileştiren 4 önemli alışkanlık...
GENLERİNİZE DOST SOFRALAR KURUN
Sağlıklı bir yaşamın temeli, doğru beslenmeden geçer. Mesela genetik olarak obeziteye yatkın olabilirsiniz ama bu sizin kaderiniz değil. İşlenmiş gıdalardan, fast food tarzı yemeklerden ve şekerli içeceklerden uzak durmak ve bunların yerine sebze, meyve, tam tahıllar, sağlıklı yağlar ile yeterli protein içeren dengeli bir beslenme düzenine geçmek vücudunuzu korur. Ayrıca brokoli, zerdeçal ve yeşil çay gibi daha birçok besin gen ekspresyonunu olumlu etkileyerek iyi genleri aktive edebilmektedir. Bu nedenle uzun ve kaliteli bir ömür geçirebilmek için öncelikli olarak yediklerimize çok dikkat etmeliyiz. Ayrıca bu tür beslenme tarzına geçerek sadece kronik hastalıklara karşı değil, aynı zamanda kanser gibi ölümcül hastalıklara karşı da kendinizi daha iyi koruyabilirsiniz.
HAREKET ET, YAŞLANMA