Facebook paylaşımları, whatsapp gruplarında birbirine gönderenler,
¨okudun mu¨ diye arkadaş gruplarında birbirine gösterenler vs.
Ki,1 kişi bile okusa önemi yoktu, çünkü ben o yazıda içimi döktüm.
Bir köyü el birliği ile nasıl günden güne kocaman bir şehir haline
getirdiğimizi anlattım. O zaman bir köyde yaşamanın bir anlamı yoktu ki,
Bugün Cuma, Anayurt Türkiye, Yavru Vatan Kıbrıs ve ülkemize kıyısı olan (!) tüm Yunan Adaları’nda 10 günlük bayram tatili başlıyor.
O yüzden ben size şimdi ne yazsam boş.
Cinnet geçirip kocasını öldüren şiddet mağduru kadınları araştırıyorum bir haftadır ama gözünü tatil bürümüş bir halk için baya köşe yazarına kezzap atma sebebi şu an.
Ya da kedisinin gözünü oyan küçük psikopat kızı yazayım diyorum ama birbirine yolladığı ¨
Yıl 2007. Serin bir Haziran akşamı. Motosikletli bir oğlana aşığım. Motosiklet dediysem ikinci el dandik bir scooter. Ama bize sanki makam aracı. Çeşme dünyanın yazlık başkenti, annem babam hayatta, İstanbul’a taşınmamışım.
İzmir güzel, çocukluk arkadaşlarım yanımda, her şey hızla kirlenmeye başlamamış ve birinciliği henüz Alaçatı’ya vermemişler.
90’larda Alaçatı’ya yerleşip orada bir çiçekçi açarak kendine ait bir dünya kuran, dolayısıyla bu köyü keşfeden o naïf, sanatçı ruhlu kadın Leyla Figen bu hayata veda edeli henüz 5 sene olmuş.
Alaçatı’ya O’nun izinden ikinci hayatına başlamak için yerleşen Mimarlar, sanatçılar, emekli büyükelçiler, öğretim görevlileri, önlerindeki 10 yıl içinde başlarına ne geleceğini henüz bilmiyorlar.
Kimi koyları ile Ege kasabası, marinaları ile St Tropez, dev avm’leri, zincir kafeleri ve trafiği ile büyükşehir olma halleri arasında sıkışıp kalmış Bodrum’dan iyi günleeer.
Dünya üzerinde böylesine kimlik bunalımı yaşatılan kaç turizm beldesi vardır acaba? Bir de inadına güzel, inadına doyamıyor insan geldi mi. Bırakamadığın sevgili gibi. Sürekli bir şeylerine sinir oluyorsun ama sonra bir günbatımı romantikliği yapıyor sana, hop yumuşayıveriyorsun.
İçinde hala yerlisi yaşıyor neyse ki. Alaçatı gibi bırakıp gitmemişler.
Nereye gitsin Mazılı Ayşe, pembe domates tarlasını bırakıp. ¨Başka nerde yaşarım gıız¨ diyor gülerek, ¨evlere temizliğe mi gidip durum büyük şehirde?¨
Vapura yürürken kulağına taktığın fosforlu kulaklık, aklının kıvrımlarına yayılan o yumuşacık müzik, Cumhuriyet. Birazını yiyip birazını martılarla paylaşmak için aldığın simit, iskelenin önünde buluştuğun o bal rengi gözlü, o sevdalı kız cumhuriyet.
Yan masadaki mini etek - babetli iş arkadaşın Buse, takım elbiseli Berke, toplantıya girdiğin zehir gibi okumuş çocuklar, kadın yöneticin, cumhuriyet. İçtiğin kaynak suyu cumhuriyet. Elin Fransızı çoktan senin şaşalını şişelemiş Evian diye satıyor olurdu, işte bu yüzden cumhuriyet.
İnternetin, haber okuma hürriyetin, sosyal medyan, excel tablon, keynote sunumun, plazadan içeri süzülen gün ışığı, cumhuriyet. Öğle yemeğinde masa üzerinde çatal bıçakla yediğin yemek, cumhuriyet. Yemek dönüşü içtiğin kahve, karşı kaldırımda tık tık tık topukları üzerinde yürüyen uzun ince kız, hafta sonu programları yaptığın Whats app grubun, rezervasyon yaptırdığın kafe... İşte bunlar hep cumhuriyet.
Kadın başına kullandığın araba, ehliyetin, alıp başını gidebilme özgürlüğün cumhuriyet.
Oturduğun mahallede küçücük de olsa bir parkın, o parkın içinde dalları yere sarkan bir ağacın, o ağacın altında öpüşüp koklaşan insanların, çıplak ayak üzerinde yürüyecek çimlerin ve yine aynı parkın kaydırağında oynayan bir dolu veletle örülü hayatın yoksa, fakirsin, fakir kalacaksın.
Sabah uyandığında, pencereden başını çıkarıp günaydın dediğin yer, gökyüzü değil, karşıdaki rezidansın 26. katıysa, fakirsin, fakir kalacaksın.
Dünyanın en güzel ormanlarına ve bitki örtüsüne sahip bir ülkede, AVM dışında gidecek hiç bir yerin yoksa, sosyalleşmekten anladığın hamburger kemirip vitrin bakmaktan ibaretse, üzgünüm yine fakirsin. Ve hep fakir kalacaksın.
Türkiye’nin en eski botanik bahçesi olan İstanbul Üniversitesi Botanik Bahçesini Müftülüğe devrediyorsan ve bunu yapma sebebine dair en ufak bir mantıklı açıklaman yoksa fakirsin ve fakir kalacaksın.
Siz bu satırları okurken ben Bozcaada’dan Küçükkuyu’ya, oradan da Foça’ya geçmiş olacağım. Yolculuğun hem şöförü, hem dj’i, hem muavini, hem fotoğrafçısı, hem de kameramanı olarak, araç sürerken video çekip video çekerken görüntüye uygun müzik ayarlayıp bir yandan harita da açıyorum ki kaybolmayayım.
Yolculuğumun sebebi, Ege kıyılarının az bilinen rotalarının, koylarının, kampinglerinin, köylerinin, kasabalarının, dağ yollarını, şelaleri, 2-3 masalı lokantalarının kendimce bir haritasını çıkarmak. Kendimce bir nev’i, ¨naif duraklar atlası¨ yazmak.
Hazırsanız, ilk durağım olan, deli gönlümin baş köşelerinden birine postu sermiş nadide adamız Bozcaada’dan kısa kısa notlarla başlayalım.
Madde 1: İstanbul’dan Bozcaada’ya giderken yolunuzu Evreşe’den geçirin
Her İstanbul bileti aldığımda, heyecandan uyuyamadığım zamanları hatırlıyorum. Çok değil, 3 yıl önce. Bir Avrupa ülkesine gidermiş gibi sevinç duyduğum, önüme haritayı açıp karış karış semtlerini, saraylarını, müzelerini ezberlediğim zamanları.
Datça’da, Bodrum’da, Marmaris’te elin İngilizleri, Amerikalıları, Almanları tatil yapacak diye pansiyonlarda yer bulamayıp sövdüğüm zamanları.
Bir keresinde, bir bahar vakti, toplantı için gittiğim İstanbul’dan öğle uçağı ile İzmir’e dönerken, aprondan alana giden otobüste tek Türk olduğumu.
Galata’ya çıktığımda acaba bunlar hangi memleketten diye sarışınların, çekiklerin, zencilerin, melezlerin lakırdılarına (sanki anlayabilecekmişim gibi) kulak kabarttığımı.