Arzu Hoşgör Ülger

GEÇ, HİÇ'ten iyidir

9 Nisan 2019
İnsan çocukluğuna gidip yaralarını bulup, sardıkça, kendinle yüzleştikçe, duygularını serbest bıraktıkça, blokajlarını temizledikçe, kodlarını değiştirdikçe şifalanmaya başlarmış.

Kendime, "Hoş geldin" demeyi akıl ettiğim ilk doğum günümdeyim galiba. Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım bana “Hoş geldin sefalar getirdin canım Arzucuğum” dediğinde kendimi o kadar iyi hissettim ki, aniden ruh halim değişti, enerjim yükseldi. Sanki sihirli bir değnek değivermiş gibi hissettim.

O an, zaman zaman bunu kendime de söylesem nasıl olur diye düşünmeye başladım ve doğum günümün sabahında geçtim aynanın karşısına ve kendime “Hoş geldin sefalar getirdin canım Arzucuğum” dedim. İyi ki gelmişsin bu dünyaya.” Yine çok iyi hissettirdi bana kendimi. Gülümsedim.

Sanırım bundan böyle her gün kendime bunu söylüyor olacağım. İnsanın kendisini sevmesi kendisi ile barışık olması çok güzel bir duygu.

Belki içimdeki kadınla barışmayı biraz geç öğrenmeye başlamış olabilirim ama bilirim ki "Geç, hiç’den iyidir"

Peki, içimdeki kadına ne zaman küsmüştüm ki şimdi burada barışmaya başladığımı yazıyorum. Bunu hiç bilmiyorum.

Bildiğim şey hayatımda bir şeyler sürekli ters gitmeye başlayınca, üst üste verdiğim kararların yanlış olduğunu yaşayınca, olan he rşey için bir suçlu bulmaya çalışıp aslında yaşanan her şeyin verilen kararların sonucu olduğunu ve aslında suçlunun da insanın kendisi olduğunu anlayınca, kendi gücümü kaybettiğimi fark edince, kendimi keşif yolculuğum başladı.

Arzu’yu aramaya çıktım. Kaybetmiş miydim? Yoksa belki hiç mi tanımıyordum da farkında değildim? Kafamda bir dolu soru ve ben içime doğru yolcu.

Maneviyatımdan dolayı inanıyordum ki herbirimizin bu hayata gelişinin bir nedeni vardı. Neden buradaydım? Amacım neydi? Bunların cevabını bulursam Arzu’yu da bulmaya başlarım diye düşündüm. Ben bunu yürekten öğrenmek isteyince evrende bana bu yoldaki kapıları teker teker açmaya başladı. Hiç bilmediğim, tanımadığım o kapılardan içeri girmek cesaret istiyordu ama bu yolculuk zaten uzun solukluydu. Ve ben buna hazır olduğumu hissediyordum.

Yazının Devamını Oku

“DEM” ile Yüzleşme

1 Nisan 2019
Maskeni çıkart DEM ol. Anı yaşa AN ol.”

Lâl Batman, 14 Mayıs 2001 doğumlu. 18 yaşını kendisine ait harika bir sanat sergisi ile taçlandıracak olan çok yetenekli ve çok genç bir sanatçı.

Çocukluğundan beri hayal gücündeki kurguları resimle anlatmış. Zaman geçtikçe resmi çok sevdiğini ve duygularını bu yolla anlattığını fark etmiş ve kariyerini bunun üzerine inşa etme kararı alıp, iyi bir okulun güzel sanatlar akademesi ile profesyonel bir sanatçı olmak için adım atmış.

16 yaşında Bulgaristan’da bir kısa film yarışmasına katılıp birinci olmuş. İstanbul, Sakız Adası, Azerbeycan, Paris, Varna ve Atina’da karma sergilerde resimleri sergilenmiş. Hem de bunları kişisel olarak başvuruda bulunup, kabul alarak yapmış. 

Bütün bunlara ilave olarak şimdi büyük bir heyacan yaşıyor. Çünkü, nisan başında Beyoğlu’nda sadece kendi eserlerinin yer alacağı “DEM” isimli resim, heykel, video ve enstalasyon sergisi açıyor. Bu yaşta, bu resimleri ve bu yazıları yazabiliyor ve yapabiliyor olmasının ve sergi açıyor olmasının heyacanını paylaştık ve konuştuk Lâl ile.

Soruyorum. “Dem” ne demek? Neden serginin ismi “Dem”? diye.

“Annemin ismi Demran ve “Dem”, demlenmek ve “An” anlamına geliyor. Ben de insanlara mesaj vermek istedim. Maskeni çıkart DEM ol. Anı yaşa AN ol.”

Yazının Devamını Oku

Ölüm mü yoksa yeniden doğuş mu?

27 Mart 2019
Ölüm, ne soğuk bir kelime değil mi? İnsanın okurken de , yazarken de tüyleri diken diken oluyor ama...

Ölüm, ne soğuk bir kelime değil mi? İnsanın okurken de , yazarken de tüyleri diken diken oluyor ama hayatın belki de en büyük ve kimsenin kaçamayacağı tek gerçeği. Bütün direnişlerin, mücadelelerin, bekleyişlerin, uğraşıların, yarınların bitişi.

Sevdiklerine karşı her geçen gün artan büyük bir özlem duygusu, boğazında düğümlenen sözcükler, gözünde tutamadığın yaşlar, bir kalp ağrısı, burnunda bir sızı, bir yanın artık hep eksik.

Fiziksel olarak bir yok oluş ama belki de bir bebeğin daracık ve karanlık anne karnından, aydınlığa doğuşu gibi, ruhun da başka bir boyutta çok daha güzel bir ışığa yeniden doğuşudur, kim bilebilir ki..

Bütün bu gerçeğe rağmen ne kadar güzel bir şeydir ki sanki hiç birimiz, hiç yok olmayacakmış gibi çalışıyoruz. Hayat hiç bitmeyecekmiş gibi planlar yapıyoruz yaş 5 de olsa 95 de olsa...

Ne mutlu yarınlara umutla bakabiliyor, her gün bir şeyler üretebilmek için çabalıyorsak,

Ne mutlu hayatın birgün biteceğine olan inançla, üzüldüğümüz olaylara karşı bakış açımızı değiştirebiliyorsak,

Ne mutlu her gece yattığımızda başımızı yastığa rahatça koyabiliyor, kendimizi de sevdiklerimizi de kolaylıkla affedebiliyorsak,

Ne mutlu yardıma ihtiyacı olan canlıların yaralarını sarabiliyor, iyi insan olmak için çaba sarfedebiliyorsak,

Yazının Devamını Oku

Mucize güneşim

15 Mart 2019
Mucizemi keşfetmeye çalışırken, kendimi keşfetmeyi öğretti bana...

İlk günü dün gibi hatırlıyorum. Doktor, “3 kilo 160 gr.” dediğinde nasıl büyüyecek demiştim, kalbim ağzımda ilk kez tanıştığım bu duygu ile. Canım doktorum “nasıl geçti yıllar” diyeceksin bir gün dedi. İşte ben bugün böyle diyorum “ne çabuk büyüdü”.

Hastane odasındayım, babam aradı “Nasılsın kızım? Oraya geliyorum, canının çektiği bir şey var mı?” Sanki sorusunu hiç duymamışım gibi, büyük bir heyecanla, “Kızım kolumda uyuyor biliyor musun baba” dedim bir çırpıda. Kızım dediğimde ağzımdan çıkan o kelimenin bana verdiği duygu ile tanışmak ne muazzamdı. Yoktan var olan ne büyük bir mucizeydi aslında bu.

Bugün, 15 sene olmuş anne Arzu olalı. 15 sene olmuş mucizemle göz göze, kalp kalbe, el ele olalı; her gün varlığına şükürle uyanalı.
Ne çok şey sığdırdık aslında biz şu koca ömürdeki, kısacık senelere. Neler neler öğretti bana, benim mucizem. İnanırım ki tüm mucizeler, aslında bu dünyaya ebeveynlerine de bir şeyler öğretmek için gelirler. Mucizemin bana öğrettikleri ise yeniden doğuş gibi benim için.

Mucizemi keşfetmeye çalışırken, kendimi keşfetmeyi öğretti bana...

Mucizemin çocukluğunu yaşarken, çocuk Arzu’yu yerinden çıkartmak için çalışmalar yapmam gerektiğini öğretti bana,

Ben mutlu olursam çevremdeki herkesin mutlu olacağını, hayattaki en önemli şeyin mutluluk olduğunu öğretti bana,

Etrafımın çiçek gibi insanlarla dolu olmasını ama her çiçeğin güneşininde, suyununda biribirinden farklı olacağını, bu yüzden çiçeklerime buna dikkat ederek bakmam gerektiğini öğretti bana,

Yazının Devamını Oku

Güle Güle 2018, Hoş gel 2019

28 Aralık 2018
Beni büyüttüğü, olgunlaştırdığı ve bana kattığı her şey için ve güle güle git 2018.

Son bir kaç senedir her sene sonunda geçtiğimiz senenin muhasebesini yapıyorum ben kendimle. Neler yaşadım? Ne hatalar yaptım? Neler öğrendim? Ne dersler çıkardım? diye. Cevaplarımı verir, geçerdim. Hatta egomun kurbanı olup “süpersin Arzu; bence geçtin derslerini” derdim. Ama fark ettim ki bunları yaparken kendime torpil geçiyormuşum çünkü birden aynı sınavlara tekrar girerken buldum kendimi. “Dersimiz muhasebe ben bu sınavı vermemiş miydim? Şimdi tekrar niye giriyorum bu sınava?” dedim de nafile. Cevap net: “Geçememişsin” yani kendimle yüzleşememişim meğer.

Sonra birden bir aydınlanma oldu “Arzu sen okul yıllarında sınavlara hep yazarak çalışır ve çok başarılı olurdun, o zaman bu hayat sınavlarında da yazarak çalışmaya ne dersin?” Süper fikirmiş.

İki senedir her yıl sonunda o yıl olanları düşünüp ne dersler aldığımı bir deftere yazıyorum.Önce zihnimin oyununa geliyorum çünkü her şeye bir bahanem var aslında. O öyle dedi, bu böyle yaptı. E direnç desen demir gibi maşallah kır kolaysa ama yazınca sonunda zihin kaybediyor, kendimle yüzleşiyorum. Kendime karşı dürüst oluyorum. Kolay mı? Hiç değil. Ama o dersleri almadığım zaman yaşadığım duygulara geri gidiyorum, kalbimin nasıl acıdığını hissediyorum ya o an, olmaaazz tekrar edemezsin bu dersi diyorum kendime. Yaza, çize, kendimle konuşa, oradan oraya çarpa vura derken birden keşfettim ki aslında herşey ne kadar da basitmiş.

1- Olan her ne ise kabul et

2- Hatalarını bul ve kendinle dürüst bir şekilde yüzleş (zihninin yarattığı hiç bir bahaneye izin verme, her şey sadece senin seçimin; hatırla)

3-Olanı asla bir daha tekrar etme ( işte kilit nokta, dersini aldığının göstergesi)

4- Ve sınavını geç.

İşte hepsi bu kadar basit ama aslında hiç değil. Denerseniz nasıl zor olduğunu göreceksiniz. Eğer kendinize karşı açık olursanız sonuç müthişşş. Tecrübe ile sabit.

Yazının Devamını Oku

İçindeki çocuğun elinden tut!

3 Aralık 2018
O günlerden gelir benim kış sevdam, sevgi dolu kalabalık sevişlerim, büyülü coşkularım...

Geçtiğimiz günlerde Brezilyalı bir arkadaşım hazırladıkları yeni yıl kermesi için davetiye verdi bana. Aslında çok istiyordum gitmeyi ama kalabalık bir misafir grubum olacaktı ve hazırlık yapmam gerekiyordu. Bu sebeple aslında hiç zamanım yoktu. Gel gör ki bunu içimdeki kız çocuğuna anlatamadım bir türlü. Duyar duymaz içimden çıkıverdi. O çakmak çakmak iri siyah gözleri, kıpkırmızı elma yanaklarıyla nasıl da ısrar ediyordu gitmek için; belli ki çok heyecanlanmıştı. “Hadi Arzu hazırlan gidelim” diyordu. “Kim bilir nasıl süslenmiştir orası, hem en sevdiğimiz renklerle bezenmiştir hem de ışıl ışıldır. Kardan adamlar da vardır. Ne olur, ne olur gidelim Arzu” diye eteklerimi çekiştiriyordu.

Sonra bir baktım, hazırlanmış kapıda beni bekliyor. Baktım olacak gibi değil, tuttum küçük Arzu’nun elinden aldık soluğu kermeste.

Aman Allah’ım içeri girer girmez, çalan coşkulu yılbaşı müzikleri, o parlak ışıklar, kırmızının birbirinden farklı tonlarıyla süslenmiş masalar, kardan adamlar, kar küreleri, dönen atlı karıncalar, sırtında çuvalıyla beyaz sakallı ton ton noel babalar derken yeni yılın o muhteşem dünyasına giriverdik biz. Tabii bunları gören küçük Arzu bıraktı elimi, o masadan o masaya nasıl bir coşkuyla koşturuyor. Bir taraftan da gittiği masalardan bana sesleniyor. “Arzuuuu bak annemin bana ördüğü kırmızı şapka eldiven ve atkı var burda, hatırladın mı o eski sıcacık mahallemizde lapa lapa kar yağan geceyi? Hani o gece dışarı çıkarken takmıştık onları. Evden kar topu oynamak için hızla çıkan abime yetişmeye çalışıyorduk ya. Karların içinde düşe kalka yürümekten daha oyuna başlamadan sırıl sıklam olmuştuk.

Derken küçük Arzu bu defa başka bir masaya geçti ve yine seslendi bana, öylesine çoşkuluydu ki onu tutamıyor bir taraftan da diğer insanlara karşı mahçup olmayalım diye ”Arzu biraz daha sakin olur musun lütfen” diyordum ki kızdı bana. “ Biz seninle coşkumuzu, mutluluğumuzu özgürce yaşardık, büyüyünce yasak mı oluyor bunlar “dedi ve cevabımı dinlemeden gördüğü ilk kardan adamı eline aldı yine kendinden geçerek seslendi bana “Arzuuu hani o gece sonra Jale abla ve Hasan abi de gelmişti ve hatta anneleri babaları toplamıştı evlerden, hatırladın mı? Annemler, babamlar, amcamlar,mkuzenler, bütün mahalle lapa lapa yağan karın altında ne büyük bir coşkuyla kardan adamı yapmıştık. Ne kadar büyük ve güçlü bir kardan adamdı değil mi?

Bizim kırmızı şapka ve atkımızı takmıştık ona. Onları çok sevdiğimiz için kardan adamla paylaşmak istememiştik önce ama takınca o kadar güzel durmuştu ki “eriyince gelip alırız” diyerek bir kaç günlüğüne ona vermiştik. Ardından güle oynaya, düşe kalka, bağrış çağrış kartopu oynamıştık. Hatta ses yaptığımızda bize kızan Elmas teyzenin kapısının önünde özellikle avaz avaz bağırmıştık seninle o akşam, ne de olsa annemler yanımızdaydı ve bize ses yapıyoruz diye kızamazdı ya. Sonra da gülerek, hızla uzaklaşmıştık o kapıdan.

İşte o günlerden gelir benim kış sevdam, sevgi dolu kalabalık sevişlerim, büyülü coşkularım. Kışa denk gelir içimde durduramadığım, susturamadığım çok sevdiğim o küçük kızın çıkışı. Her çıktığında beni mutlu edişi, ayaklarımı yerden kesişi. O günlerden gelir düşünce cesurca ayağa kalkışlarım, birlik ve beraberliğin gücünü keşfedişlerim. O günlerden gelir sevdiğim şeyleri sevdiklerimle paylaşmayı öğrenişlerim.

Arzu ben, coşkusunu kaybetmeyen içindeki çocuğa minnettar....

Yazının Devamını Oku

“Rugby”ci kızın annesi

11 Eylül 2018
Ben takım sporlarını aslında bizlerin aile yaşantısına o kadar çok benzetiyorum ki.

Kızım Çağla, Şangay’daki okulunda “Rugby” sporuna başladı. Bu spor Amerikan futbolunun biraz daha hafifi olmasına rağmen oldukça sert bir spor. Üstelik kask, omuzluk gibi korumalar da yok. Ama benim kızım bu tarz sporları çok seviyor, kısacası adrenalini, enerjisi yüksek sporlara bayılıyoruz biz. 

Okul başladığından beri her gün uzun saatler antrenman yapıyorlar. Maçlara hazırlanıyorlar. Geçtiğimiz hafta ilk maçları vardı. Yüreğim ağzımda seyrederken birden diğer annelerle beraber bağır çağır tezahürat yaparken buldum kendimi o kadar kaptırmış, o kadar keyif almışım yani.

Çocukların maç esnasındaki halleri beni çok duygulandırdı. Hepsinin hedefi aynıydı.Birlik olup, karşı takımı yenmek. Sayı alıyorlar hepsi sarılıyor birbirine, sayı kaybediyorlar eller birleşiyor destek oluyorlar birbirlerine.

Aslında sadece sporu ya da spor yapmayı değil, farketmeden bambaşka duyguları da öğretiyor takım oyunları çocuklara. Öncelikle bir olmayı ve aynı hedefe yürümeyi öğretiyor. Hedefe giderken aynı yöne bakmaları gerektiğini ve çok çalışılması gerektiğini öğretiyor. Disiplinli ve dakik olmaları gerektiğini öğretiyor. Beraberce üzülmeyi, beraberce sevinmeyi öğretiyor. Birisi yanlış bir şey yaptığında takımın lehine hızlıca karar almasını öğretiyor mesela. Birisinin hatası, hepsini başarısızlığa sürüklediğinden tek başına en iyisi olmanın yeterli olmadığını, birbirlerinin gelişimi için, daha iyi olmaları için birbirlerine destek olmaları gerektiğini öğretiyor. Birbirlerine güvenmeyi, inanmayı, çalışılınca nelerin başarılacağını öğretiyor. Öyle değerli, öyle güzel öğretiler ki bunlar; tarifsiz.

Ben takım sporlarını aslında bizlerin aile yaşantısına o kadar çok benzetiyorum ki. Aile olmanın tüm gereklerini öğretiyor aslında takım sporları. Ailemizde de böyle değil mi? Bir olmak, aynı hedefe yürümek, aynı yöne bakmak, beraberce üzülüp, beraberce sevinebilmek. Birisi bir hata yaptığında ailenin lehine hızlıca karar alabilmek, suçlu aramadan, suçlamadan.

Yürürken, koşarken bazen düşeriz, birbirimizi kaldırırız. Bazen başarırız, alkışlarız. Bazen çok çalışırız kaybederiz. İşte tam da o zamanlarda umudumuzu, inancımızı, birbirimize olan sevgi ve saygımızı sağlam ve ayakta tutarsak, birbirimize sıkı sıkı sevgiyle sarılırsak, bir olduğumuzu biz olduğumuzu,ne güzel bir aile olduğumuzu unutmazsak kim alıkoyabilir ki bizleri en değerli hazineye sahip olmaktan, mucizeleri yaşamaktan?

Yazının Devamını Oku

Bir gurbetçinin ilk yaz tatili

15 Ağustos 2018
Bu nasıl bir duygu biliyor musunuz?

Daha önceki yazılarımda yazmıştım, 2017 Aralık’ta eşimin işi sebebi ile Çin’e taşındık diye. Kızımı da burada uluslararası, ingilizce eğitimi olan bir okula yazdırdık. Dolayısı ile kızımın okulu, yaz tatiline girene kadar gelemedik Türkiye’ye. Yaklaşık 6 ay kadar. 

Bu nasıl bir duygu biliyor musunuz? Hani hava çok sıcaktır, tepede güneş insanı yakar durur; öylesine susarsınız da, yanınızda suyunuz yoktur ve “ah bir su olsa da kana kana içsem” dersiniz ya. Tam da böyle bir şey işte. Bizde öylesine susadık ki sevdiklerimize, memleketimize, sebzemize, meyvemize, yediğimize, içtiğimize, kavuşunca kana kana su içmişiz gibi hissettik.

Tam dolu dolu da iki ay kaldık ama ne kadar hızlı geçti anlatayım. Bir kere sabit bir yeriniz olmadığı için görmek istediğiniz herkes için bir yerlere gitmeniz gerekiyor. Bizde seve seve, koşa koşa gittik her yerlere. Nerelere mi? İstanbul’a inince önce İstanbuldaki sevdiklerimizle hasret giderdik. Derken Bursa, Mustafakemalpaşa, Çeşme,Urla, Mudanya, Bodrum,İstanbul. Ne çok kişi, ne çok yer sığdırdık da yettiremedik ve yine de göremediğimiz bir sürü dostumuz oldu maalesef.

Fark ettim de insan uzaklarda yaşayınca, her şeyin kıymetini daha iyi anlıyor. Çünkü, her zaman size çok yakın olan herkes ve her şey, çok hızla ve kolayca ulaşabildiğiniz herkese ve her şeye aslında artık hiç de kolay değil ulaşmak, onlarla ve oralarda uzun uzun vakit geçirmek. (en azından bir süreliğine)

Mesela, İstanbul’da yaşarken semt pazarımız vardı her Perşembe kurulan. Ve ben mutlaka oraya giderdim. Taptaze meyve ve sebzelerimi alırdım. Hatta pazarlık ettiğim bile olurdu. Şimdi o hallerimi hatırlayınca, gülüyorum. Ne zaman ki Türkiye’den ayrıldık, artık oraya gitme şansım yok “ah benim taze güzel pazarım, buralarda seni bulmak ne mümkün, nerdesin sen” diyerek aslında neye sahip olduğumun farkında olmadan yaşadığımı fark ettim. Meğer ne değerliymiş, meğer ne kadar güzel bir duyguymuş ait olduğun yerde böylesi mevsimine uygun yaşamak…

Aslında her birimizin de hayatlarında böyle şeyler yok mu? Yanımızdayken, ulaşması çok kolayken, elimizin altındayken bir şeyler ya da birileri, hiç kıymet bilmeden, sahip olduğumuz şeyin ne kadar değerli olduğunu anlamadan, hiç bitmeyecekmiş, hiç gitmeyecekmiş gibi hatta bazen hoyratça, bazen umursamaz, bazen söylediklerini duymaz şekilde davranıveririz, değil mi?

Çünkü öylesine eminizdir ki, o nasılsa oradadır, nasılsa ulaşmak çok kolaydır; her durumda, her şartta da bize amadedir ya….Ve sonra keşkeler sarar bizi….

İşte bu yüzden insan sevdiklerine, beraber olmaktan keyif aldığı, onunla tamamlandığını hissetiği herkese ve her şeye sevgiyle, aşkla, sanki yarın yanında olamayacakmış gibi büyük bir ithimamla ve değerle yaklaşsa ne kadar güzel olur değil mi?

Yazının Devamını Oku