Armağan Çağlayan

Bu bir Sevgililer Günü yazısı mı

14 Şubat 2005
Benim yazılarımı iyi kötü okuyanlar bilirler. Ben biraz sarsağım. Bu yazı ne gün yayınlanacak, yayınlanacağı gün herhangi bir anlam ve önem ifade ediyor mu diye düşünmeden, öyle takvimlere, ilköğretim okulu ikinci sınıf hayat bilgisi kitabının önemli günler ve haftalar ünitesine bakmadan yazarım yazılarımı. Bodoslamadan yani!

Ama bu yazının yayınlanacağı günün anlam ve önemini biliyorum tabii ki! 14 Şubat Sevgililer Günü! Unutmak ne mümkün bu en önemli günü. Şu sıralar nereye gitsen, ne yöne baksan, her yer kıpkırmızı. Bir de en yapış yapışından kalpli şekerler, üzerinde kalp olan CD’ler, ya da ‘Dünyanın En Güzel Aşk Sözcükleri’, ‘Seni seviyorum... Çünkü’ falan gibi kitaplarla dolu ortalık. Gün ve haftalardan sadece iki tanesini unutmak mümkün değil. Birisi Anneler Günü, diğeri de Sevgililer Günü. İlla gözümüze gözümüze sokuyorlar bu ikisini, alışverişi canlandırmak için!

Merak etmeyin öyle en yapış yapışından bir Sevgililer Günü yazısı yazmayacağım. Geçen sene HÜLYA dergisi için yazdığım yazıyı ‘chain letter’ (zincir mektup) yapıp internette yeteri kadar dolaştırıp okutturdunuz zaten. Hatta o kadar dolaştırdınız ki benim yazdığım yazı döndü dolaştı bana bile geldi...

O yazının durmadan dinlenmeden dolaştırıldığı günlerde, birkaç arkadaşım telefonla beni arayıp ‘Bu yazıyı hakikaten sen mi yazdın?’ diye sordu hatta. Ama o yazıdan sonra bu köşede yayınlanmış herhangi başka bir yazımı sormadılar mesela!

Ama gelin görün ki o yapışşş yapışşşş Sevgililer Günü yazımdan başka, yazdığım başka bir-iki ‘yapış’ yazı daha ‘chain letter’ oldu ama onların ömrü fazla sürmedi, çok fazla kişiye de ulaş(a)madı. Belli ki benim, ‘köşe yazmama’ gıcık olan bir-iki kişi tarafından yazıların ‘serbest dolaşımı’ engellendi! Ya da ‘yapış aşk yazıları’ ‘serbest dolaşıma’ daha uygun!

Ama şimdi Türk halkının bir yazıyı ‘chain letter’ yapma sebebini anlamış bulunuyorum. Yazı en az ‘tavuk suyuna sade tirit’ kitapları kadar anlamlı, Kayahan şarkıları kadar hisli ve ‘Dünyanın Tüm Sabahları’ filmi kadar ağlayışlı değilse, olmuyor, olamıyor zatiii!

Ne yazayım ben her sene her sene aynı konuda. Yazdık işte yazacağımızı geçen sene en bir meşhurken!

Hem şimdi bu önemli günler ve haftalar mevzusunda yazı yazmaya başlarsak, okuyucu alışmış olur ve sonra Kabotaj Bayramı (1 Temmuz), Birinci Cemrenin Havaya Düşmesi (20 Şubat), İpek Böceğinin Yumurtadan Çıkması (24 Nisan), Dünya Sigara İçmeme Günü (31 Mayıs), Kırlangıç Fırtınası (18 Ekim), Hiçbir Şey Satın Almama Günü (29 Kasım), Uluslararası Mektup Atma Haftası (4 Aralık), Kocakarı Fırtınası (14 Mart), Yeşilay Haftası (1 Şubat) gibi önemli günlerde de yazılar şıftırtmak gerekir ki, bu hem benim için hem de eminim ki sizler için yeteri kadar sıkıcı olur!

Ha, bu önemli ve anlamlı günleri manyak mısın nereden buldun diyorsanız. Buğday Ekoloji Ajandası’ndan buldum. Ama şaşırmayın Sevgililer Günü ekolojik bir gün olmadığı için bu ajandada yok!

Aslında bir ‘köşe kapan’ hırsıyla, yeni bir ‘chain letter’ım olsun, ne kadar trendy ve okunan bir yazar olduğumu dosta düşmana göstereyim diye şöyle en içlisinden ‘hangi kapıyı çalsam karşımda buruk acı’ yazısı yazmak’ ya da alnımda öpücüklerden kalma rujlarla hafif erotik resimler çektirmek vardı ama...

Valla beceremedim, olmadı kusura bakmayın! Hem ben yazamadım diye neyiniz eksilir? Hiç! Zaten yapanlar yaptı!

Ama en ‘vıcıkından’ bir Sevgililer Günü kutlama mesajı yazabilirim sizler için...

Kalbinizi hiç sevgisiz bırakmayın, her Sevgililer Günü bir öncekinden daha sevgili, daha aşık, daha mutlu olun!

(Olmadı ama idare edin!!!)
Yazının Devamını Oku

Psikolojik olarak rahatsızmışım

9 Şubat 2005
Yok, artık psikiyatra gitmiyorum. Gittiğim zamanlarda, o söylemişti fazla takıntılı falan olduğumu ama, önemli değil de demişti. <br><br>Bana teşhisi Sayın Recep Tayyip Erdoğan koydu! Hani şu, her sene kış geldiğinde başımıza bela olup, bize ‘esir hayatı’ yaşatan kar var ya. İşte bu kar sebebiyle evden çıkamayınca, elde uzaktan kumanda o kanaldan bu kanala gezerken gördüm Recep Tayyip Erdoğan’ı.

Bana ‘psikolojik olarak rahatsız’ diyordu.

Yok, öyle açık açık, ismimi falan zikrederek, ‘Armağan Çağlayan bir ruh hastasıdır’ demedi... Allah’tan! Ama basın toplantısında aynen şöyle dedi:

‘Benim işadamlarından Asya depremi için para toplamamı hazmedemeyen kişiler, psikolojik olarak rahatsız kişilerdir!’

* * *

Ben bu iş adamlarından para toplama durumunu saçma bulup, rahatsız oldum mu? Evet oldum. Bu durumda, ben de ‘psikolojik olarak rahatsız kişiler’ sınıfına giriyor muyum Sayın Başbakan’ın gözünde? Evet giriyorum. Peki sırf bu konu özelinde ‘psikolojik olarak rahatsız olduğumu’ düşünüyor muyum? Hayır...

Bir kere bu yemekli toplantıya Başbakan’ın ricası(!) ile lacileri çekip katılan işadamları, madem bu kadar insancıllarmış da, Asya depreminde zarar görenleri görüp, yufka yürekleri dayanamamış ve pamuk ellerini ceplerine götürüp, yardım edeceklermiş de, niye Başbakan’ın bu yemekli toplantısını beklemişler?

Niye birbirleriyle onun önünde yardım yarışına girmişler?

Ve niye toplanan yardımı beğenmeyen Başbakan’dan fırça yemişler?

Geçen hafta içinde Sayın Ertuğrul Özkök yazmıştı, bir yazısında.

Şiddetli bir depremde yıkılması neredeyse 100’de 100 olan, 84’ü yatılı 123 okul binası öylece duruyor. Üstelik bu okulların ihale kanununa göre sadece 36 tanesi tadilat ve güçlendirme için ihaleye çıkartılabiliyor. Geri kalanları yapılmalarının üzerinden henüz 10 yıl geçmediği için, tadilat sebebi ile tekrar ihaleye çıkartılamıyorlar.

Yani bu beklenen deprem, okulların açık olduğu sırada olursa, bu okullarda okuyan öğrenciler ölebilirler! Öteki 35 okul için ihale tarihi alınmış ama bunların inşaatı için de altı ay süre gerekiyormuş. Çünkü 2005 bütçesini beklemişler tadilat için!

Ve daha depreme karşı sağlamlaştırılmayı bekleyen onlarca okul ve kamu binası var. Sayın Recep Tayyip Erdoğan niye bu konuyla ilgili yemekli bir toplantı düzenleyip, bağış toplamayı denemiyor işadamlarından acaba?

Bunun cevabını da kendisi verdi uçakta bir gazeteciye. ‘Hayırseverlik benim genlerimde var. Ben zaten bu fikirle doğdum. Nerede bir felaket, nerede bir mağdur var, ben orada olmak isterim.’

Sahi ben unuttum siz hatırlıyor musunuz?

Yazlık çadırların yollandığı, halkın bu sebeple ayaklandığı Hakkari’yi ziyaret edip, işadamlarından topladığı paraları dağıtmaya gitmiş miydi Sayın Başbakan?

* * *

Ben bir tek şeyi anlamadım. Hani kar sebebiyle esiriz ya evlerde! İşte bu bağlantılarda insanın gözünün içine içine sokulan bir broşür var!

Tam canlı yayında konuşan kişilerin arkasına konulmuş bir broşür. Aynen şöyle: Üstte bir Türk bayrağı, bayrağın önünde Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Erdoğan’ın üzerinde de onun Banda Aceh halkına yardıma gittiği ile ilgili bir yazı. Bir propaganda broşürü... Hem de iki adet yan yana!

Oradaki ihtiyacı olan insanlara tabii ki yardım yapılacak. Niye gözümüze bu kadar sokuluyor? Sayın Erdoğan da çok iyi bilir; ‘İyilik yap denize at, balık bilmezse halik bilir’ derler.

Ama gen ‘her şeyi’ bilemiyor demek ki!
Yazının Devamını Oku

Bahse var mısın

7 Şubat 2005
Şu magazin denilen şey, aynı şeylerin ısıtılıp ısıtılıp önümüze konmasından başka bir şey değil galiba! Evet ben bir geri zekalıyım demek ki. Çünkü bu işlerin bu kadar göbeğinde olup, bu kadar ‘popüler kültür mantarı’ olmama rağmen bunu ancak anlayabildim!

Geçtiğimiz hafta perşembe günü Türkiye’de yayınlanan üç büyük gazetenin ‘baş sayfa’ fotoğrafı neredeyse aynı idi. Şişmanlayıp şişmanlayıp, zayıflamalara doyamayan, artık zayıflamaktan yorgun düşmüş haliyle, yeni bir kaset ve dizi promosyonundaki Sibel Can!

Belli ki basın danışmanı iyi çalışmış. Her gazeteye aynı resimleri göndermiş. Kimbilir belki gönderirken de ‘Bir tek size gönderiyorum bu resimleri, ona göre baş sayfadan girin’ demiştir.

Eee.... Peki biz Sibel Can’ın her yeni kaseti çıktığında artık zayıflamaktan yorgun düşmüş, sarkmaya yüz tutmuş bedeninin fotoğraflarını görmeye mecbur muyuz? Daha kaç kez, yepyeni bir kaseti çıkana kadar, ‘Ohhhh, artık yeni kasetim çıktı, ince bir bedene ihtiyacım kalmadı’ deyip homini gırtlak tombi yatak yemek yiyecek? Kaç yeni kasette daha objektiflere ‘zayıflamayı başarmış kadın edasıyla gülümseyecek?’ ve kaç kere daha beden eğitimi öğretmeni ama diyetisyen(!!!) Haluk Saçaklı’nın canı gönülden reklamını yapıp, onun hazırladığını söylediği diyet listesini gözümüzün içine içine sokacak? Ve daha ne kadar Haluk Saçaklı’nın müşterilerine müşteri katacak?

* * *

Sanırım bu şişmanlama meselesi bir ‘Promosyon ve halkla ilişkiler aracı’ olarak Sibel Can’ın elinin altında hep bulundurduğu bir yöntem. Belki de ev kadınları ile ancak böyle iletişime geçebilirim diye düşünüyordur. Hani onlara ‘Bakın ben de sizin gibiyim, bir kilo alıyoruuuuum, bir kilo veriyoruuum, kasetimin promosyonunu bile böyle yapıyorummm’ diyordur!

Hani son günlerde herkesin elinde kağıt kalem oynadığı bir ‘bahis’ var ya. Bunun ‘magazin içerikli’ olarak da kullanılmasını istiyorum ben! Mesela ilk bahis mevzusu şu olsun: Yeni kasetine kadar Sibel Can kaç kilo alacak ve yeni kasetiyle birlikte kaç kilo verip, kaç gazetede manşet olacak?

Son günlerde diğer bir moda ‘gündeme gelme’ yöntemi de, serilip serpilip, açılıp saçılıp, kameraların içine göğüslerini soka soka, ‘Ben playboylara karşıyım kardeşşşşim!’ demek. Son üç haftadır, hayatından en az bir ‘playboy’ geçmiş, ve ‘playboysuz’ yaşayamayacak bazı ünlülerimiz ‘playboylara’ karşı olduklarını açıkladılar. Şimdi bu manken fotomodel ve oyuncuların, ne sebeplerle ‘playboylara’ karşı olduklarını siz anladınız mı? Ne sebeple bunlar playboyları aşağılıyorlar? Bu kadar playboylardan ‘hınç’ alma çabası neden? İnsan ıslak dudaklarla, buğulu gözlerle, 3.333.333 deyip büzdüğü ıslak dudakları ve henüz duştan çıkmış imajı veren ıslak saçlarıyla, objektiflere bakıp resim çektirdikten sonra bunu mu der yani? ‘Eeee ben zaten yıllardır playboylara karşıyım!’

Oldu, gözlerim doldu hakikaten!

* * *

Buyrun ikinci bahis sorusuna: Bu playboylara laf edenlerden en az birisi önümüzdeki bir yıl, haydi fazla uzatmayalım altı ay içinde herhangi bir playboyla ‘aşk’ yaşayacak mı, yaşamayacak mı?

Her yeni sahnelenen tiyatro oyununda da aynı terane gelip dikiliyor işte önümüze: ‘Tiyatroda müstehcenlik’ çığlıkları ve de başlıkları altında! Bu da cinsellik üzerinden promosyon! ‘Gidin cinsel açlığınızı dindirin promosyonu... ’ Ki son olarak Tiyatro Kare’nin yeni oyunu için yapılmaktadır. Bıkmadınız mı? Hayır!

Buyrun üçüncü bahis sorusuna: Bitmek tükenmek bilmez ‘tiyatroda müstehcenlik tartışmaları’ önümüzdeki sezon kaç oyunun galasından hemen önce yapılacak ve provadan çekilmiş anlık müstehcen görüntüler yapımcısı tarafından magazin basınına sızdırılacaktır?

Bu bahis soruları çoğaltılabilir... Hatta modası artık geçmiş ‘lades’ oyunu yerine evlerde oynanabilir. Cevaplar ‘magazin programlarından’ takip edilebilir.

Haydi yazıyı bitirmeden son bir hizmet daha benden size:

Hülya Avşar kaç kez daha ‘Aldatılmayan kadın var mıdır?’ demeci verecek?

‘Türk filmlerine gitmeyin’ kampanyalarına rağmen, Türk filmleri bu sezonu toplam kaç seyirci ile kapatacaklar?

Seda Sayan, Gökhan Şükür’den boşanacak mı? Boşanırsa bu kaç ay içinde olacak?

Sabah Yıldızı Kuşum Aydın, kaç yıl içinde estetikten tanınamaz hale gelip, Türkiye’nin Micheal Jackson’ı ünvanını alacak?

Bahisler açılmıştır...
Yazının Devamını Oku

Bu programın yeni bölümü sahi ne zaman

2 Şubat 2005
Cumartesi günleri, aylaklık, can sıkılıncaya kadar tembellik yapılacak olan pazar gününün hazırlık aşamasıdır, iş yerine gitseniz bile, çok da ‘formal’ olun(a)mayan günlerdendir. Çalışırken, çalışmıyormuşsunuz gibi yaptığınız bir gündür işte! Geçtiğimiz cumartesi de aynen bu duygularla işyerime gelip televizyonu açtığımda, neredeyse bütün kanallarda aynı görüntüler vardı: 13’üncü Olağanüstü CHP Kurultayı. Söz konusu görüntüler, bu cumartesi gününün, diğerlerinden farklı olduğunu müjdeleyen, cumartesi günümü sıradanlıktan kurtaran görüntülerdi üstelik!

Sakın ‘Kustuk zaten haftalardır CHP ve Türk sineması yazıları okumaktan, bir de sen yazma, hiç tahammülüm yok!’ demeyin. Biliyorum Kelebek gazetesini biraz rahatlamak, gülümsemek, vaktinizi hoşça geçirmek için okuyorsunuz, CHP gibi hem sıkıcı(!), hem de iç bayıcı(!) bir yazı çok gereksiz şimdi!

‘Bu işin ağa babasını yapanlar yazmış, senin neyine’ de demeyin.

Bu yazı, CHP’nin 13’üncü Olağanüstü Kurultayı’na, ‘magazinel’ bir bakış açısı çabasıdır. (Zaten onlara da bu yakışır diyorsanız, o ayrı mevzu!)

n Genel başkan adayları, Pazar Keyfi’nin ‘Şıklar rüküşler’ köşesinde yer alsalardı, kim daha şık olurdu? Sarıgül mü, yoksa Baykal mı? Bana sorarsanız Baykal. Sarıgül’ün ceketinin kollarındaki düğmeler ile, önündeki düğmeler çok uyumsuzdu. Üstelik Baykal kürsüye her gelişinde farklı renklerde kravatlar takarak, ekran karşısındaki bütün seyircilerin en azından bu konuda haklı takdirini kazandı!

n
Baykal’ın eşi ‘görünmezlik iksiri’ içmesi sebebiyle kurultaya katıl(a)madı. Bu sebeple kendisini maalesef Aylin Sarıgül ile kıyaslayamıyoruz, fakat Aylin Sarıgül her zamanki gibi, kırmızı beyaz renkleri tercih etmişti. Kendisinin giydiği ve çıkardığının sürekli aynı renkler olmasındaki sebebin, danıştığı ‘iletişimciler’ ya da ‘davranış bilimciler’ olduğunu düşünüyorum. Eeee ne de olsa kadın ‘milliyetçi’, bunu başka türlü sürekli olarak nasıl vurgulasın!

n Mustafa Sarıgül’ün saç boyasını hiç beğenmedim. ‘Ben boyayım, ben boyayım’ diye bağırıyordu. Üstelik o boya teee İngiltere’lerden getirtiliyormuş, yazık o kadar paraya! Favorilerini kır bırakmış olması da, saçının boya olduğunu gizleyemiyordu ne yazık ki!!!

n
Bu kurultayda anladım ki sadece bizler değil Deniz Baykal da fena halde Semra Hanım’a takılmış! Hani Ata, Sinem ile ‘pastane sözü’ yaptığında, Semra Hanım Ata’ya ’Haddini bil, haddini bil, otur oraya, konuşma’ diye nasıl bağırdıysa, aynı ‘Haddini bil’ cümlesiyle Deniz Baykal da Mustafa Sarıgül’ü azarladı. Popüler kültür etkisi işte!

n Kurultay görüntüleri yeni yönetim tarafından, mutlaka ünlü yönetmen Quentin Tarantino’ya acele tarafından seyrettirilmelidir. Çünkü ünlü yönetmenin ‘Kill Bill’ ve dünya sinemalarında gösterime çıkmasına ‘kefil olduğu’, ‘Kahraman’ filmlerindeki Uzakdoğu dövüş sanatı sahnelerini aratmayacak görüntüler ve Uzakdoğu dövüş ustası delegelerle doluydu kurultay salonu. Bu yeteneklerin Ankara’nın daracık ve küçücük Ahmet Taner Kışlalı Spor Salonu’nda kurultaydan kurultaya heba olmasını istemiyor insanın gönlü!

n
Aylin Sarıgül her ne şartta olursa olsun kadınların ne kadar romantik olduklarını, o arbedenin içinde bile kocasının kulağına ’Seni seviyorum’ diye fısıldayarak, yanaklarını okşayıp, öpücükler kondurarak, bu vesile ile bizlere bir kez daha göstermiş bulunmaktadır. (Yok sadece kameralar çekiyor diye yapmamıştır!)

n Aylin Sarıgül’ün bu ‘romantik atağına’, Deniz Baykal da Mustafa Sarıgül konuşurken eline aldığı beyaz sümbülleri koklayıp, kameralara sümbüllerin arkasından romantik bakışlar fırlatarak ve sümbüllerle ‘Kazanacağım, kazanamayacağım’ falı bakarak, ani bir atakla karşılık verdi.

n
Kemal Derviş, Zülfü Livaneli ikilisi, Muppet Show’da her daim locada oturup, gösteriyi sürekli aşağılayan Statler ve Waldorf ikilisine benziyorlardı.

n Kurultay o kadar heyecanlıydı ki, canlı yayınlar bittiğinde etrafımdakilere dönüp, ‘Bu programın yeni bölümü ne zaman’ diye sordum. Sahi ne zaman?
Yazının Devamını Oku

Aklım mı duygularım mı

31 Ocak 2005
Aslında hepimizin başına gelen bir şeydir, benim şu günlerde kaldığım durum. Duygularımla mantığımın arasında sıkıştım kaldım, birkaç gündür! Bu durumda kaldığımızda ne kadar çok ‘acı çeker’, ‘doğrusu hangisini yapmak’ diye, ne kadar çok kıvranır dururuz ortalıkta, değil mi?

İşte ben de, son bir haftadır tam bu durumdayım. SEKA İzmit Fabrikası’nın kapatılma kararı beni bu duruma getirdi. Aklım, ‘Son yıllardaki Türkiye ekonomisinin liberalleşme ve devletin sırtında yük olup zarar eden kurumların özelleştirilmesi ya da kapatılması çabalarının doğru olduğunu’ söylüyor. Resmi açıklamalara göre SEKA’nın 161 trilyon lira olan 2003 yılı zararının 48.5 trilyon lirası, İzmit SEKA tesisleri yüzündenmiş. Hani her özelleştirmede önümüze ısıtılıp ısıtılıp sürülen ‘devletin sırtında kambur bunlar kardeşim’ teranelerinden etkilenmişim belli ki ben de! Ama duygularım, ‘Kapatılmamalı SEKA’ diyor.

* * *

Hereke’de doğup büyüyen ve çalışma hayatına İzmit’te başlayan birisi olarak çok önemli bir yeri var SEKA’nın benim hayatımda. Ben çocukken SEKA’da çalışıyor olmak, bir ‘statü’ sembolüydü. Hatırlıyorum, kuzenlerimden birisini istemeye gelen bir çocuk için, kuzenimin annesi şöyle demişti ‘SEKA’da işçi çocuk, daha ne olsun!’ Yani sırf SEKA’da çalışıyor diye vermişlerdi kuzenimi o çocuğa!

Sonra ben SEKA’nın çok tulumba tatlısını yedim. Kuzenimi verdikleri çocuk, ben tulumba tatlısını çok seviyorum diye, öğlen tabldot yemeklerinde çıkan tulumba tatlılarını kağıt peçetelere sarıp bana getirirdi. Ben de afiyetle yerdim o tulumba tatlılarını. En azından bu tatlılar için kapanmasın istiyorum SEKA!

İzmit’in hayatında çok önemli bir yeri vardı SEKA’nın. Otobüs ve minibüs duraklarına, bir camiye, bir sinema salonuna, bir spor kulübüne adını vermişti.: Kağıtspor. Galiba dayım da profesyonel futbol hayatına Kağıtspor’da başlamıştı, bir sürü Kocaelili genç gibi...

* * *

Marlon Brando ile ilk tanışmam da SEKA sayesinde oldu benim. ‘Baba’ filmini ilk SEKA’nın sinema salonunda seyrettiğimi hatırlıyorum. Ve daha birçok yerli ve yabancı filmi...

Lise yıllarımda, o zamanki kültür oburluğumla SEKA salonuna gelen her tiyatro oyununa giderdim. Hiçbirisini kaçırmadan... Sanki gitmesem yok yazacaklarmış beni gibi! Ya da kapıdaki bilet kesen kır saçlı, pos bıyıklı amca, çok kızacakmış bana gibi.

İlk sahne tozunu yutmama sebep de SEKA’dır. Lise yıllarımda bir halk oyunları yarışmasında ilk kez SEKA’nın salonunda boy göstermiştim sahnede. İzmit’te avukatlık yaptığım yıllarda, ilk kez yine o sahnede ‘şarkı’ söyledim. Sonra SEKA’nın o salonunda çok arkadaşımın, eşimin dostumun belki de hayatlarında çok mutlu oldukları anlardan birisi olan nikah törenlerine tanıklık ettim. Çok insan evlendi, yeni bir hayata ‘Merhaba’ dedi o salonda.

Her İzmitli gibi benim de kültürel ve sosyal gelişimimde çok önemli bir yeri var SEKA’nın. İşte bu yüzden kapanmasın istiyorum SEKA. Çünkü o fabrikanın kapanmasıyla bir kültür de yok olacak!

* * *

O yıllarda ülkeye gerekli olan ilk yerli kağıdı üreterek dışarıya bağımlılığı ortadan kaldıran ve Türk ekonomisinde çok önemli bir yeri olan SEKA fabrikaları, aynı zamanda kurulduğu şehirlere kültürü ve sosyal hayatı da beraberinde getiriyordu. Ne oldu da, ülkeye ve insanlarına çığır açan bir kurum bunca yılın sonunda kapanma noktasına geldi. Kimler bu durumun sorumlusu? Beceriksiz, uzağı görmekten yoksun, ‘salla başı al maaşı’ düsturundaki yöneticiler mi? Diyeti neden bir kentin kültürüne, sosyal hayatına ödettiriliyor? SEKA’nın bu kadar zarar etmesinin bedelini, niye SEKA’yı ayakta tutan işçiler ve aileleri ödüyor?

Bundan 15 gün önce bir cumartesi günü, bir nedenle gittiğim İzmit’te, Demiryolu Caddesi’nde, mavi SEKA bayraklarını ellerine almış, işçiler, eşleri, çocukları, anneleri, babaları ve emekli SEKA’lılar ‘Seka Marşı’nı söyleyerek yürüyorlar, SEKA’nın kapatılma kararını protesto ediyorlardı. O gün, çok da ciddiyetini kavrayamayıp, önemsememiştim. Aklım almamıştı SEKA’nın kapatılma ihtimalini... Ta ki, pazartesi akşamı bir TV kanalında seyrettiğim direniş görüntülerine kadar!

Ama, Ankara İdare Mahkemesi, ‘yürütmeyi durdurma’ kararı verince çok sevindim. Hemen İzmit’teki arkadaşlarımı aradım. Sevincimi onlarla paylaştım. Benim duygularım ‘Kapatılmasın SEKA’ diyor. ‘Yok edilmesin bir kültür!’

Ya aklım? Bunca yıldır ‘liberal ekonomi’ diye bize öğretilenler... Ama her zaman akıl galip gelmemeli değil mi?
Yazının Devamını Oku

Demode bir yazı

26 Ocak 2005
Gazetede bir ‘köşe sahibi’ olup o köşede yazmanın en kötü yanlarından bir tanesi de, sürekli kendinizi <B>‘gündem canavarı’ </B>gibi hissetmeniz. Antenleriniz hep açık, orada ne olmuş, şurada ne bitmiş, bilmem kim ne demiş? Onun dediğine karşılık beriki ne demiş diye, sürekli olanı biteni takip edip, zaman zaman ‘zehirlenme’ durumuyla karşı karşıya kalmanız.

Hem televizyon işi hem de gazetede ‘yazı yazmacılık’ işi yapınca, gündemi ve olanı biteni takip etme katsayınız giderek sinir bozan sınırlara dayanıp, popüler kültür mantarlığının yabani alanlarında yetişmiş zehirli mantarları sizi zehirlemeye başladığında, bayramları fırsat bilip kendinizi uzak diyarlara tatile atıveriyorsunuz.

Ama sanmayın ki, tatile gittiğinizde de rahat ediyorsunuz. Edemiyorsunuz! O ‘mantarlık’ girmiş bir kez kanınıza. İflah olmazsınız artık! Aklınızda hep aynı soru, ‘E ben dönünce ne yazacağım şimdi?’

Hele gündeme hakim olamamak korkusu iyice yiyip bitiriyor sizi. Ne tatilden bir şey anlıyorsunuz, ne de dinlenebiliyorsunuz.
Mesleki deformasyon dedikleri şey bu olsa gerek.

***

İşte bu iç huzursuzluklarıyla daha önce de birçok tatil yaşadığım için, bu kez tatile gitmeden önce bir arkadaşıma ricacı oldum ve benim için gündemi takip etmesini söyledim. Yani gazetelerdeki tartışılan mevzuları, önemli başlıkları falan kesmesini istedim benim için. Ben de böylece oralardan internete girip, gündem takip etmekten kurtulacağım. Ohhh şöyle rahat bir tatil yapacağım diye, sevine sevine bindim uçağa.

Ama uçağa binerken çıkmış ne kadar haftalık ve aylık dergi varsa aldım. Hani olur aaaaa dönüş için bana malzeme çıkar diye. Mısır’daki, son yılların medya cilalı şehri (ne kadar şehir denebilirse) Sharm El Sheik’e doğru uçakta yol alırken, Türkiye’nin bayram öncesi gündemini hafızamda tutmaya çalıştım:

SİYAD’ın en iyi film ödülünü ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ filminin almasına Yılmaz Erdoğan feci içerlemişti, ‘Sinema yazarları seyircisi olmayan filme ödül verirler’ diyordu.
E seyircisi olan filmin, iyi film olduğunu kim söylüyordu? Şu medya ile cilalama devrinde, cilalanma numaralarına kanarak koşşştura koşştura gittiğimiz filmlerin iyi film olduğunu kim söylüyordu? Onlar iyi filmler miydi, yoksa iyi cilalanmış filmler miydi? ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ filminin de kendisini cilalama bütçesi olsaydı, seyircisi bundan daha fazla olur muydu, olmaz mıydı?

***

Uçakta çölün ortasındaki tatil şehrine giderken okuduğumda beni en çok irkilten haber, Mesut Yar’dan geldi. Tayland’daki bir hapishanede ölüm cezasına mahkum 15 hükümlünün idam sehpasına gitmeden önceki son bir ayı, internetten canlı olarak yayınlanacaktı. Ve bu yayının rekor kırması bekleniyordu! (Bu Reality Show’ların gidişi gidiş değil! Hepimizin ‘şiddet isteriz, şiddet isterizzzz’ bağırışları da hayra alamet değil!)

CHP içindeki bitmek tükenmek bilmez, ‘Ayna ayna söyle bana, benden daha iyi CHP Başkanı var mı?’ yarışı da tüm hızıyla sürüyor, aday sayısı her gün artıyor, insanın içinden ‘Semra Hanım da aday olsun’ diyesi geliyordu.

***

Eve döner dönmez hemen benim için gündemi takip edip gazete kupürleri kesen arkadaşımı, ‘Acele kupürleri bana yollar mısın?’ diye aradım. Hemen kupürler geldi. İşte, basınla gazete okumaktan daha fazla alakası olmayan sade vatandaş arkadaşımın benim için tuttuğu Türkiye’nin gündemindeki haberlerin başlıkları şunlar:

‘Kurban Rezaleti’, ‘66 yaşında doğuran en yaşlı anne’, ‘RTÜK’e şikayet edilen reklamlar’, ‘Recep Tayyip Erdoğan’ın asgari ücreti anlatırken yaptığı simit hesabı’, ‘CHP Genel Başkanlık yarışı’, ‘Çağla Şikel’in frikiği’, ‘Tsunami mağdurları için yapılan yardım konserine ilgi göstermeyen Türk halkı ile ilgili yazılar...’

Demek ki sıradan vatandaş biz ‘köşe kapanlardan’ bu konularda yazı bekliyormuşşşşşş!
Yazının Devamını Oku

Güzelliğin sırları

24 Ocak 2005
Sağlıklı yaşam, diyet, makyaj hileleri derken, toptan bozduk kafayı bu işlerle! Türk Pop Müziği’nin patladığı dönemlerde, ‘Artık kaseti olmayana kız vermiyorlar’ diye espri yapılırdı ya, şimdilerde de ‘Kitabı olmayana kız vermiyorlar!’

Neredeyse bütün mankenler, güzelliklerinin sırlarını açıklayan kitaplar yazıyorlar. Mesela Sivaslı Cindy, nam-ı diğer Tülin Şahin, ‘Sırlar’ isimli kitabıyla güzelleşmek isteyen tüm bayanlara bu konudaki sırlarını açıklıyor. (Meraklısı için not: Bu kitap yazarın ikinci kitabıdır. ‘Kral Prens ve Fakir’ isimli bir kitabı daha bulunmaktadır. Adına aldanarak, Uzakdoğu felsefelerini anlatan bir roman falan olduğunu sanmayın. Kitap tamamı ile yazarın kendi deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı bir diyet kitabıdır!)

Tabii sadece mankenler ifşa etmiyorlar güzelliklerinin sırlarını. Kanal D Ana Haber Bülteni spikeri Ayşenur Yazıcı da, ‘Makyaj Hileleri’ adlı kitabını, yakıcı ve dikkat çekici bir güzelliğe sahip olmak isteyen bayanlarımızın hizmetine sunmuş bulunmakta...

***

Geçenlerde evlilik programlarının vazgeçilmez sunucu Ebru Akel de, aynı hizmeti kitap yazmayıp, ropörtaj yaparak Türk halkının hizmetine sunmuştu... Ebru Hanım göz altı şişlikleri için, göz altlarına hemeroid kremi sürermiş meğerse! Şimdi Ebru Hanım’dan da vücudunun diğer yerlerine başka hangi ilaçları sürdüğünü esirgemeden ifşa eden bir kitabı heyecanla beklemekte bayanlarımız. Niye beklemekteler? Çünkü bu güzellik dünyası bir derya. Baksanıza neyin neye iyi geleceği hiç belli olmuyor!

Şimdi benim merakım şudur: Türkiye’de kaç kadın bu kitapları okuyup, orada yazılanları uygulayınca güzel olacağını sanmaktadır? Bu kitapları okuyup, yazılanları uygulayan bayanlar var mıdır? Mesela bir süre sonra televizyon ekranlarında sıradan bir ev hanımının ilk hali ile bu kitabı okuyup içindekileri uyguladıktan sonra geldiği hali gösteren kitap reklamları yayınlanacak mıdır? Ve ATV Haber’e çıkıp göz altlarına hemeroit kremi sürdüğünü şok bir açıklamayla Ana Haber Bülteni’nde ifşa eden Ebru Akel’in bu ifşaatından sonra, kadınlar eczanelere koşup, ‘Eczacı bey, gözaltı torbalarım için şuradan birkaç kutu hemeroid kremi sarar mısınız?’ demişler midir?

***


Güzellik sırlarını ifşaa edip, herkesin FAMFATEL bir kadın olmasını sağlayan kitapların yanı sıra, bir de çeşitli diyet uzmanları tarafından yazılmış, ardı arkası kesilmeyen özgün zayıflama kitaplarının yenileri her hafta piyasaya sürülmekte. Bu kitaplar genellikle, aynı şeyleri söylemelerine rağmen, hepsi özgün ve farklı olduklarını iddia etmekte!

Türkiye’de iyi ve başarılı bir diyetisyen olmanın yolu birkaç ünlüyü zayıflatıp, gazetelerin pazar eklerine birer hafta arayla, ünlünün zayıflamış yeni görüntüsü ile kol kola pozlar vermekten geçiyor biliyorsunuz. Türkiye’deki bütün meşhur diyetisyenleri ünlü yapan başka bir ünlü mutlaka vardır. Yani ‘Her başarılı diyetisyenin arkasında bir ünlü vardır.’ Akrep Nalan, Harika Avcı Muzaffer Kuşhan’ı, Sibel Can Haluk Saçaklı’yı, Semra Özal ve Zerrin Özer Ender Saraç’ı, Yıldırım Demirören de Taylan Kümeliyi meşhur edip, obezlerin hizmetine sundular.

Tekrar kilo alıp eski günlerine dönmüş olsalar bile, en çok ünlüyü zayıflatmayı başaran diyetisyen, ‘ennnnn bi popüler ve ennnnn bi başarılı diyetisyen’ olarak hayatlarımızdaki haklı(!) yerlerini aldılar.

***

Her kitap ve her diyetisyen ayrı bir yöntemle kilo verdirmeyi vaat etmesine rağmen, yok aslında birbirlerinden farkları. Tek fark, biri ‘kibrit kutusu büyüklüğünde beyaz peynir’ verirken, bir diğerinin çağın gereklerine uyarak ‘zippo çakmağı büyüklüğünde beyaz peynir’ vermesidir ki, taktir edersiniz ki, bu da az fark değil!

Her gün değişen doğrular ve yanlışlarla akıl karıştıran diyet kitaplarına ve diyetisyenlere güvenerek zayıflamaya uğraşan bir arkadaşımın gitmediği diyetisyen ve okumadığı diyet kitabı kalmamasına rağmen, sadece kulak memesinden iki yüz elli gram kadar verebilmiş olması da, bu işin tamamı ile kişinin kendisini hazır hissetmesi ile alakalı olduğunu kanıtladı!

Keramet diyetisyende değil, bizim irademizde, gerisi hem para, hem akıl ziyanlığı!
Yazının Devamını Oku

Reality show’lardaki gerçek

19 Ocak 2005
Gözlerimizi koskocaman pörtlete pörtlete, hatta çoğu zaman sinirimizden ağzımızdan tükürükler saça saça önümüze gelen gelmeyen herkese dert yandığımız, ama sonra bir ‘kabahat’ işliyormuşuz gibi herkesten gizleye gizleye, seyrettiğimizi sakım sakım saklaya saklaya seyrettiğimiz şu ‘reality show’lar birden fark ettim ki pek de boşşş şeyler değil! Boş şeyler değiller, çünkü bu şovlar bize birçok şeyi anlatıyorlar, hatta anlatmakla kalmayıp gözümüze gözümüze sokuyorlar: Bir kere bu reality show’lara ‘gönüllü’ olarak katılan ve ‘sıradan’ olduğunu iddia eden ‘kahramanlar’ sayesinde, Türk halkının bulunduğu durum hakkında ve o halkın bir bireyi olarak, yakın çevremiz ve kendimiz hakkında gözlem yapıyoruz.

Bir kere bu programlara katılan bütün sıradan insanlar tıpkı bizim gibi, annem, dayım, yengem, patronum, en yakın arkadaşım, komşularım gibi, hayatında yalan söylememiş, hatta yalandan nefret eden kişiler. Her cümleye, ‘Biliyorsunuz ben yalanı hiç sevmem’ diye başlıyorlar. Bu durum katılan kişileri seçen prodüksiyon ekibinin biz seyredenlere hediyesi sanırım. Yalansız İNSANLAR!

***

Bu programlara katılan kişilerin en alkışlanacak özellikleri, hayatlarında herhangi bir şey için hiç oyun oynamamış olmaları. İçlerinden birisi diğerini ‘kameralar karşısında oyun oynamakla’ suçladığı anda, diğerine ‘en ağır’ hakareti yapmış oluyor ve kıyamet işte o anda kopuyor. Çünkü bizler ‘oyun nedir’ bilmeyiz ki! (Uygulamalı örnekler için bkz. ‘Gelinim Olur Musun?’ yarışmacısı Sinem ve Şale.)

Üçüncü en taktir edilecek özellikleri, bu yarışmalara katılanlar için ‘maddiyatın ve paranın’ ne kadar önemsiz olduğu. Yarışmaların sonundaki altınmış, paraymış, arabaymış, evmiş çok önemsiz ayrıntılar(!) yarışmacılar için. Çünkü onlar oraya o ödüller ve yarışmanın sonunda gelecek ün sayesinde kazanacaklarını düşledikleri(!) para, pul için değil, engin duyarlılıklarını ve entelektüel birikimlerini Türk halkı ile paylaşmaya gelmişler.

Bir yarışmacı diğerinin canını acıtmak isteyince hemen aynı silah çekilir: ‘Her şeyi şu ufacık para ödülü için yapıyorsun.’

E doğru, biz Türkler para için hiçbir şey yapmayız zaten!

***

Bu programlara katılan her Türk, yaşı büyükse eğer küçüklerine saygılı, yaşı küçükse büyüklerine saygılı ve en önemlisi herkesin fikrine saygılı, olgun, olmuş, oturmuş tevekkül sahibi kişilerdir. Her tartışma ortamında iki lafın bir tanesi, ‘Ben herkesin fikrine saygılıyım’ cümlesidir... Hepimiz gibi.

Bu yarışmalardaki kişilerin diğer en gurur duyulacak özelliği, dedikodudan ve arkadan konuşmaktan nefret etmeleridir. Hepsi bir yalandan korkarlar, (bir yılandan!) bir de dedikodudan. Ama dedikodudan korkan kişiler, nedense bu yarışmalarda ağır bir dedikodu çarkının içinde kalıp, döner dururlar. Çoğumuz gibi! (Bkz. Semra, Belma, Adviye ve İnci Hanım.)

***

Bir diğer ‘en muhteşem’ özellikleri de, hepsinin çok gelişmiş bir ‘iç görüye’ sahip olmaları. Hepsi bulundukları durumun, yerin, konumun son derece farkındalar ve nedense en sevdikleri şey de şu: ‘Ben bu olacakları size daha bir hafta önce söylememiş miydim? Bennnn dememiş miydim? İnsanları da ne kadar yakından tanıyorummmmm.’

İddiacılar yani. Çoğumuz gibi! (Bkz. Semra Hanım, Semra Hanım, Semra Hanım, Günay Hanım.)

Şimdi onlara kendimizi niye hem bu kadar yakın, niye hem de bu kadar uzak hissettiğimizi anladım!
Yazının Devamını Oku