Paylaş
“Ne acı ki zeytinyağında hala dünya ölçeğinde marka(ları)mız yok.
Sadece üretmek yetmiyor, onu pazarlayabilmemiz de gerekiyor” demiştim.
Benzer görüşü paylaşanlar kadar biraz acımasız bulanlar da oldu.
Kimileri de uluslararası yarışmalardan örnekler verip haksızlık yaptığımı yazdı.
Dünyanın en iyileri listesinde yer bulmak tabii ki büyük başarı ama tek başına uluslararası çapta marka olmaya yetmiyor.
Rafta da olabilmek önemli.
Peki, var mıyız?
Yokuz.
İspanyollar var, İtalyanlar var, Yunanlar var.
Ama biz yokuz.
Dünya zeytinyağı üretiminde önemli bir potansiyelimiz olmasına rağmen küresel pazarda güçlü ve yüksek değerli bir marka konumuna hala tam olarak neden ulaşamadık?
TAĞŞİŞ ARTIK ÇÖZÜLMELİ
Bunun arkasında birden çok neden yatıyor.
Öncelikle…
Zeytinyağı, talebi yüksek, üretimi sınırlı ve maliyeti yüksek bir ürün olduğu için tağşiş (hile) ve taklide çok açık.
Ve ne yazık ki bizim bu konudaki sicilimiz kötü.
Bu durum ülkemiz zeytinyağı markalarının uluslararası algısını olumsuz etkileyen en büyük sorunların başında geliyor.
Bu da hem yerel hem de uluslararası tüketicinin Türk zeytinyağı firmalarına olan güvenini zedeliyor ve ürünün genel marka değerini düşürüyor.
Dolayısıyla bu süreçte atılacak ilk ve en önemli adım tağşişle mücadele ederek bu olumsuz algıyı yıkmak olmalı.
KATMA DEĞER YARATALIM
Türkiye, kaliteli zeytinyağını genellikle dökme (ham yağ) olarak ihraç etmeyi tercih ediyor.
Bu durum da nihai ürüne ve markaya yatırım yapmak yerine, düşük katma değerli hammadde satışına odaklanılması anlamına geliyor.
Başka ülkelerin Türk zeytinyağını kendilerininmiş gibi ambalajlayıp yüksek fiyatlarla satması markalaşma potansiyelini bizden alıp götürüyor.
HALA ÇOOOK AMATÖRÜZ
Kabul edelim ki bir İspanya, bir İtalya, bir Yunanistan kadar güçlü ve bilinir küresel imajımız yok.
Pazarlama ve tanıtım faaliyetlerinde zayıfız.
Ambalajlarımız ve tasarımlarımız (birkaç marka hariç) amatörce.
O nedenle uluslararası standartlarda göze çarpıcı, kaliteli ve premium algısı yaratmıyor.
Tüketiciye ürün hakkında fikir vermiyor, raf çekiciliği de yok.
Sertifikasyon ve kalite belgelerimiz yetersiz, tescilli markalarımız az.
KENDİ ÖYKÜLERİMİZİ YAZALIM
Marka kimliği oluşturma konusunda büyük eksikliklerimiz var.
Her şeyden önemlisi hikayemiz yok.
Oysa marka hikayesi demek ürünün arkasındaki emek, tutku, dürüstlük, şeffaflık demek!
Tüketiciye sadece bir yağ değil, bir deneyim ve bir kültürü satın aldığını hissettirmek demek!
Ve bu konuda alacak çok yolumuz var.
Kimilerine göre dünya artık dijitalde dönüyor olsa da tüketici (hangi sektör olursa olsun) marka öykülerini, girişimcilik öykülerini, başarı öykülerini okumayı çok seviyor.
Buna ulaşabildiği en doğru kaynak ise hala kâğıt.
Üzülerek söylemeliyim ki ülkemizdeki birçok üreticinin ne dijitalde ne de kâğıtta kendisini dört başı mağrur anlatabildiği dokuman yok.
Görseller amatörce, yazılar kötü, kendini ifade etmekten uzak.
BİR AN ÖNCE KARAR VERELİM
Hedef pazar analizi konusunda da gerideyiz.
İspanya ve İtalya’nın başarısı bizim için iki yolun mümkün olduğunu gösteriyor.
Ya İspanya modelini seçeceğiz.
Yani üretim teknolojilerine büyük yatırım yaparak maliyetleri düşüreceğiz.
Verimliliği artırıp küresel bir ham yağ tedarikçisi olarak pozisyonumuzu güçlendirerek hacimden kazanacağız.
Ya de İtalya modelini benimseyeceğiz.
Coğrafi işaretleri güçlendirerek, butik, kaliteli ve yüksek katma değerli ürünlere odaklanacağız.
Etkili pazarlama ve ambalajla küresel pazarda premium bir fiyat yakalayacağız.
HER ŞEY VAR, HELVA YOK
Gördüğüm kadarıyla biz şu an bu iki modelin ortasında bir üretim ve pazarlama yolu izliyoruz.
Başarılı olmak için hangi yola odaklanacağımıza artık net bir şekilde karar vermemiz gerekiyor.
Sözün özü:
Un var, yağ var, şeker var.
Artık şu helvayı kavuralım.
Gerekirse de yerli ve milli bir yol bulalım.
Paylaş