Yasemin'ce

Yasemin BORAN
Haberin Devamı

Yemek için yaşamıyoruz

Yemek için yaşamıyorsak, ne için yaşıyoruz, diyebilirsiniz. Aslında hayata kabaca baktığımız zaman sanki sadece ve sadece yemek için yaşıyormuşcasına bir telaş içindeyiz.

Akşam eve vardığımızda karnımızı doyurmak tek düşüncemiz. Ve bütün koşuşturmalar, yaşanan mücadeleler sanki midemizin peşinden koşuyormuşcasına bir izlenim yaratıyor.

Önce karnımızı doyuracağız, ondan sonra düşünmeye ve başka istekler içine girmeye başlayacağız.

Prensip olarak bu, hiç de yanlış bir mantık gibi görünmüyor. Öyle ya, insan önce temel ihtiyaçlarını karşılamak zorunda. Hayatını sürdürmek ve canlılığını koruyabilmek için.

Peki insanı diğer canlılardan ayıran en belirgin özelliği olan zekasını hangi amaçla kullanıyor? Sırf midesini mi, düşünüyor?

Yaşamanın manası, sadece karnını doyurup canlılığı sürdürmek mi?

Şayet öyleyse, canlılığı sürdürmenin manası nedir? Neden hayatta kalmak için bunca sıkıntıya katlanıyoruz?

Yani sadece yemek için mi, yaşıyoruz?

*

Bugün evden dışarı adım attığım anda gözlerimi kamaştıran ışıltılı hava karşısında önceki günden kalan yorgunluğum bir anda uçup gitti. Sanki Güneş Tanrısı sihirli değneğiyle bana dokunmuş ve uykusuz çalışmalarımın yarattığı bitkinliği bir anda ortadan kaldırmıştı.

Gökyüzüne baktım (Neyseki hala binaların arasından da olsa gökyüzünü görebiliyoruz) pamuk helvayı andıran bulutların arasından parlak maviliğe daldım.

Şimdi kendimi tüy gibi hafif ve hoş bir sürprizle karşılaşmış kadar mutlu hissediyorum. Güneşin yarattığı bu heyecanı başka ne yaratabilir, diye düşünüyorum. Birden bire aklıma kapkara bulutlarla kaplı kurşuni günler geliyor. Islak, soğuk ve kasvetli. Daha tarif ederken bile karamsarlaştığınızı sezer gibiyim.

Fakat, düşünün bir, böyle bir havada dışarda olmak ve dolaşmak nasıl bir duygu? Tabii güneşli havaların sere serpe kıyafetleriyle böyle bir havada dolaştığınızı düşünürseniz, bu felaket olurdu herhalde. Ama güneşli ve sıcak bir havada kürkle dolaşmak neyse, ıslak ve soğuk havada yazlıklarla dolaşmak aynı şey.

Şimdi yeniden düşünmeye başlayın. Üzerinizde hafif giyecekler var. Ancak, sıcak tutan cinsten. Ve üzerinizde rüzgar geçirmeyen bir yağmurluk. Rüzgarlığınıza sımsıkı sarılmış ve bulutların yeryüzüne indiği yerde sisin içinde kaybolmuşsunuz. Etrafınızdaki ağaçlar ve evler sisin arasından yarı belli oluyor ve bildiğiniz görüntüler belirsiz ve fantastik bir görünüme bürünüyor.

Tabii bu yürüyüşü doğanın içinde yapmak müthiş heyecan verici. Fakat, birden hatırlıyorum geçen hafta İstanbul da böyleydi. Ve ben Galatasaray'dan Çukurcuma'ya doğru inen yolda ilerlerken tıpkı az önce tarif ettiğim gibi bir hava vardı. Islak ve puslu yollarda koşuşturan insanlar ve simsiyah devler gibi görünen rengi ve mimarisi pek seçilemeyen binaların arasından geçerken nereye gittiğimi bile unutmuştum.

O gün Hoby Center'da konferansım vardı ve üstelik iyice gecikmiştim. Ama iyi ki, bugün bu saatte buraya gelmişim. Demek ki, zaman zaman buralarda dolaşmalıyım diye düşündüm. Doğaya çıkamıyorsam, şehrin göbeğinde olmalıyım.

Bu ne tezat, ne saçmalık diyenlere hemen doğanın ne olduğunu soracağım. Doğaya çıkmak hayatı teneffüs etmek değil mi? Peki, şehrin tam merkezinde ne var? Başka bir şey mi?

*

Konferanstan sonra Bali ile bir Hint mutfağına gittim ve bu yazının başlığı da işte buradan çıktı. Yemeklere gelmeden burayı biraz tarif edeyim. Zira ne yalan söyliyeyim pek bir etkilendim.

Hint usulü dekore edilmiş, küçük, temiz, sıcak ve samimi bir yer. Yemekler bir yana insan burada küçük toplantılar düzenleyebilir. Tütsü ve derinden gelen hint müziği eşliğinde. Yemekler ise, sırf sebzelerden oluşuyor.

Restorantı işleten Banu Hanım yemekler hakkında bilgi veriyor. Soğan, sarımsak ve yumurta kullanmıyorlarmış. Çok şaşırıyorum ve nedenini soruyorum. ‘‘Bunu sana Dada anlatsın’’ deyip ufak tefek bir Hintli'yi çağırıyorlar. O da başlıyor anlatmaya;

‘‘Sadece yemek için yaşamıyoruz. Sağlıklı ve iyi yaşamak için besleniyoruz. Doğada bulunan her şey üç aşamadan oluşur. Tıpkı güneşin doğduğu sabah vakti, tepede olduğu öğle vakti ve batarken akşam vakti, gibi. Ve bu üç zamanın her birinde farklı duygular hissederiz. sabah dinamik, öğlen bitkin, akşam ise, gevşemeye başlarız. Yani dinlenmeye geçeriz.

Yiyecekler de tıpkı böyledir. Fizik, duygu ve zihnimizi etkiler. Çay, kahve, kola, kırmızı mercimek, süt tıpkı öğlen güneşi gibidir.

Et, soğan, sarımsak, balık, tavuk. Geyik et olduğu halde bu sınıfa girmiyor. Fakat, mantar bir bitki olduğu halde güneşin batmasına denktir.

Sabah güneşi gibi olan ise, hemen hemen bütün sebzeler ve bakliyatlar.’’

Ben hepsinin tadına baktım ve en çok ‘‘Lassi’’ adlı içeceği beğendim. Baharatların farklı lezzeti damamğınıza nasıl gelir bilemem. Ama, mekanı mutlaka görmenizi tavsiye ediyorum, Yasemin'ce.

Yazarın Tüm Yazıları