Yanık Ülke: Kula

Bahar rotasının son bölümünde, çevresi kızıl kahverengiye boyanmış, dağlarını siyah küllerin kapladığı Kula’da, hem binlerce yıl öncesinin volkanlarına bakıp felaket hayalleri kurdum hem de Osmanlı’dan kalma ahşap evlerin süslediği sokaklarda gezindim.

Avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar’la dere, tepe, iç Ege’yi hallaç pamuğu gibi atıyorduk. Torbalı, Bayındır, Tire, Ödemiş, Bozdağ, zirvedeki Gölcük, yine dağın yükseklerine saklanmış kayak merkezi, Salihli’de odun kebabı, bir zamanların masal kenti Sart derken girmediğimiz yol kalmamıştı. Bahar rotalarını oldum olası sevmişimdir. Yol bu mevsimde insanı hiç sıkmaz. Aksine tablo benzeri manzaralar sunar. Onun için her bahar yollara düşerim. Doğanın fışkırmasını, ayağa kalkmasını, yaşama sevinci saçmasını yakın plan izlerim.

Salihli’nin yukarılarındaki Demirköprü Barajı’nın çevresinde dolaşırken, siyah renkli bir tepe ilgimi çekti. Sanki tüm Salihli’nin sobalarının külü buraya boşaltılmıştı. Tepenin eteklerinde ise asırlar önce donup kalmış siyah volkanik kayalar duruyordu. Anlayacağınız gölün kıyısında dönmüş, dolaşmış, bundan binlerce yıl önce etkin olan volkanların diyarına gelmiştik. Arabayı bir kenara çekip, hemen ‘akıl defterimi’ karıştırdım. Buraya gelmeden önce aldığım notlara göz atınca, olanın bitenin farkına vardım.

Binlerce yıl önce ağzından alevler saçan Divlittepe (Çakallar Tepesi) ve Küçük Divlit volkanları görüntülerini göle yansıtmış, sakin sakin uyuyorlardı. Halbuki asırlar önce çevrede taş üstünde taş bırakmamışlardı. Hatta o dönemde kızgın lavlardan kaçan insanlardan kalma bir çift ayak izi bile bulunmuştu. Bu prehistorik ayak izleri, şimdi MTA’nın Ankara’daki Doğa Tarihi Müzesi’nde sergileniyor.

ANTİK COĞRAFYACI

Niyetimiz iç Ege gezisini burada bitirmek ve Marmara Gölü’nün kıyısından dönüşe geçmekti. Volkanları görünce kararımı değiştirdim ve Zeki’ye, ‘Yanık Ülke’ye gidiyoruz dedim. Yol arkadaşım sesini çıkarmadı. Direksiyonu Kula’ya doğru çevirdi. Bir süre sonra çevredeki renkler değişmeye başladı. Kül siyahı, kül grisi, boz, kirli kahverengi... Bir yangın sonrasının renkleriydi bunlar. Bu bölge aslında, Türkiye’nin en önemli jeolojik miraslarından biriydi. Kula’ya yaklaştıkça görüntüler iyice netleşti. Bir, iki, üç, dört... Çevrede tam 68 tane büyüklü küçüklü volkan vardı. Şimdi uslu uslu uyuyan bu volkanlar, binlerce yıl önce magmanın kızgın lavlarını yeryüzüne püskürtüp dehşet saçmışlardı.

Antik çağın ünlü coğrafyacısı Strabon da asırlar önce buralara gelmişti. Strabon iki bin yıl önce yazdıklarıyla sanki bugünü anlatmıştı: ‘Bu bölgeden sonra (Alaşehir) Katakekaumene olarak adlandırılan ülkeye gelinir. Burada hiç ağaç yoktur; sadece kalite olarak ünlü şarapların hiçbirisinden aşağı olmayan Katakekaumene şarabının elde edildiği bağlar vardır. Toprağın yüzü küllerle kaplıdır, dağlık ve kayalık olan ülke, sanki yangından olmuş gibi siyah renktedir. Bazıları bunun yıldırımlardan ve ateşli yer altı patlamalarından olduğunu tahmin etmektedir... Burada birbirinden 40 stadia uzaklıkta olan ve Physos denen üç çukur görülür. Bunların yukarısında mantıklı olarak tahmin edildiği takdirde, topraktan fışkıran sıcak küllerle oluşmuş tepeler uzanır. Bu toprak bağcılığa iyi uyum sağlar....’

Kula’ya vardığımızda ikindi ezanı okunuyordu. Vakit geçirmeden belediyeye gittik. Niyetimiz çevreyi soruşturmak, broşür, kitap bulabilmekti. Çoğu gezilerde belediyenin kapısından eli boş döndüğüm için, bu girişimimden pek umutlu değildim. Umduğum gibi olmadı. Belediyenin Halkla İlişkiler sorumlusu Haluk Ünveren bizi dostça karşıladı. Broşürler, kitaplar toparladı. Sonra mesainin bitmesine aldırmadan önümüze düşüp, eski Kula’ya doğru yollandı.

Yeni Kula’nın görüntüleri Anadolu’nun her yeri gibiydi. Düzensiz yapılaşma, mimari kaygı taşımayan binalar, salkım saçak elektrik kabloları, binaların ön yüzlerini kaplamış tabelalar...

Halbuki Fransız bilim adamı Charles Texier, 200 yıl önce geldiği Kula’ya övgüler düzmüştü: ‘Hemen hemen bütün evler birkaç ağaçla gölgelenmiştir. Sokakları temizdir. Çalışkan ve sanat sahibi olan halkının rahat içinde olduğu görülür. Yün, pamuk, afyon ve tahıllardan oluşan yerel ticaretin hemen hemen tamamı Rumların elindedir. Burada dokunan halılar Amerika’ya kadar ihraç olunur. Kula’daki yün bolluğu, çevredeki boya veren bitkilerle birleşmiştir...’

Aradan onca yıl geçmesine rağmen değişen pek bir şey olmamıştı. İlçenin geçim kaynağı hálá tarım, dokumacılık, battaniyecilik, dericiliğe dayanıyordu. Halı, kilim dokumacılığı eskiden olduğu gibi rağbetteydi. Değişen tek şey, ticaretin artık tamamen Türklerin eline geçmiş olmasıydı. Çünkü ilçe, Rum sakinlerini çoktan kaybetmişti.

Kula’nın isminin nereden geldiğine dair bilgiler çeşitliydi. Kimi kaynaklara göre bu ad, M.Ö 56’da burada kurulu olan Lydia kenti Klanoda’dan geliyordu. Texier ise bu isminin, kentin etrafında kurulduğu kuleden kaynaklandığını belirtiyordu. Benim aklıma yatan açıklama ise şöyleydi: Eski Türklerde kızıl ile boz arası renge Kula deniyordu. Bölgede bu renkler hakim olduğu için ilçeye de bu ad verilmişti. Ayrıca kızıl kahverengi atların ‘Kula Atı’ diye tanınması da bu tezi kuvvetlendiriyordu.

ASIRLIK EVLER

Eski Kula’nın dar sokaklarında yürümeye başlayınca kendimi birden Osmanlı dönemine gitmiş gibi hissettim. Arnavut kaldırımlı sokakların iki yanını, Osmanlı sivil mimarisinin en güzel örnekleri süslüyordu. Kiremitle örtülü çatılar, altları süslü saçaklar, tahta kepenkli pencereler, çeşitli şekillerde tokmakların asılı olduğu işlemeli kapılar, ikinci katları sokağa çıkıntı yapmış iki katlı, avlulu ahşap evler beni önceki yüzyıllara götürdü. 150-200 yıllık evlerde hálá yaşam sürüyordu. Onları ayakta tutan, içlerindeki insan sıcağıydı zaten.

Dinlenmek için rehberimiz bizi Kestaneciler evine götürdü. Orijinal eşyalarla döşenmiş olan bu ev Kula’nın etnografya müzesine dönüştürülmüştü. Fotoğraflar ve eşyalarla geçmişin Kula’sı hakkında ipuçları sunuluyordu. Kula’nın ünlü sodasından birkaç bardak içip rehberimizle vedalaştık.

Akşam yemeğinde yörenin lezzetlerini boşuna aradık. Gelmeden önce sormuş soruşturmuş Kula’nın yemeklerini alt alta sıralamıştım: Makarna böreği, kuzu-oğlak dolması, kapama, peynir böreği, sura, darplı ciğer, tirit, gicirgenli pide, kakırdaklı pide, kabaklı pide, yuvarlak aşı, ekmek dolması, erik aşı, döndürme, bulamaç, süt çorbası, sıyırma, erik ve kayısı pidesi, höşmerim kurabiyesi, zerde, kuyruk helvası, taş helva, susamlı helva, pelte, çekme helva... Bu kadar lezzetli yemek dururken biz sıradan yemeklerle karnımızı doyurmak zorunda kaldık.

Ertesi gün sadece biraz çöğenli helva ile yarım kilo leblebi aldık. Kulalılar leblebilerinin lezzetiyle çok övünüyorlardı. Uşak’ta yetişen nohutlarla yapılan leblebileri, Türkiye’nin dört bir yanına gönderiyorlardı. Sohbet ettiğimiz satıcı Çorum’a bile Kula’dan leblebi gönderdiklerini söyledi!..

Dönüş yoluna çıkmadan önce, ‘Kuladokya’ denilen İzmir-Ankara yolu üstündeki vadiye gittik. Burası Kapadokya’nın küçük bir kopyasıydı. Kayalar rüzgarın ve yağmurun etkisiyle çeşitli şekillere bürünmüş, yörenin peribacalarını oluşturmuşlardı.

Dönüş yolunda bir tek Marmara Gölü’nün güneyindeki Bin Tepeler’de oyalandık. Ovaya dağılmış olan büyüklü küçüklü bu yükseltiler, Lydia krallarına ait tümülüslerdi. Bölgede yapılan kazılara bakılırsa M.Ö 2500 yıllarında bile burada yerleşim vardı. Ovada en göze batan tümülüs, 355 metre çapında ve 73 metre yüksekliğindeki Alyattes’in tümülüsüydü. Burada yapılan kazılarda kralın mezar odası henüz bulunamamıştı.

Ünlü tarihçi Herodotos bu tümülüsü şöyle tanımlamıştı: ‘Mısır ve Babil’deki anıtlar bir yana, öyle bir anıt vardır ki, bilinen bütün öbürlerini aşar...’ Herodotos bunun yapılışı hakkında Tarih adlı eserinde şunları yazmıştı: ‘Etekleri taşlarla örülmüş bir toprak yığınıdır. Küçük esnafın, el işçilerinin ve aşk satıcısı küçük kızların topladıkları paralarla yükseltilmiş bu anıt. En yüksek yerinde, ben oradan geçtiğim zamanda da beş tane taş blok vardı. Üzerlerine kazılı olan yazıtlarda, buna katılan her meslek dalının ne kadar verdiği yazılıydı, bu rakamlara göre paranın en çoğunu bu küçük kızcağızlar vermiş oluyordu. Şunu da belirteyim, Lydialı halk kızlarının hepsi de kocaya varıncaya kadar kendilerini satarlar, çeyizlerini bu zanaatla yaparlar, zaten kocaları bile bu kızları ancak kızın isteğiyle yanlarında tutabilirler...’

Geri dönüş yolu çok zor geldi. Dönmeye isteksiz olduğum için yol bitmek bilmedi. İç Ege’nin ıssız yollarından sonra tekrar İstanbul’un kalabalığına karıştığımda, bir başka yolculuk için sabırsızlanmaya başlamıştım bile. Tatil dendiğinde sizin de aklınıza eğer ‘gitmek’ geliyorsa, iç Ege rotasını hararetle öneririm.
Yazarın Tüm Yazıları