Yandan çarklılar

Mümtaz SOYSAL
Haberin Devamı

Adlarını bordalarına, çark dolabının üstüne büyük harflerle yazmışlar: bazısında Leman Gölü çevresindeki Lausanne, Montreux, Vevey gibi kasabalar, bazısında da İtalya, Fransa gibi komşu ülkeler.

Bayraklar da öyle: Kıç gönderinde, kocaman dörtköşe ipek al bayraklı İsviçre haçı, pruva gönderinde Fransa'nın üç renklisi.

Belli ki, her şey ünlü kartpostal görüntülerini sürdürmek üzerine ayarlanmış. Yandan çarklı, uzun bacalı vapurlar da o görüntülerin bir parçası değil mi? O halde, korunmaları, yaşatılmaları gerekir denmiş. Yoksa, İsviçre teknolojisi sonradan görme zenginlerin kromlu yatlarına benzer teknelerle turist taşımayı beceremez miydi?

Hayır, kimi bu yüzyılın başlarından, kimi de belki geçen yüzyıldan kalma o kartpostal vapurları hâlâ göl kıyılarında gidip gelmekte. Herhalde makinelerinin şurası burası yenilenerek, karinaları sık sık temizlenip kat kat boyayla beslenerek, duman kirliliğine türlü çareler bulunarak.

Demek ki, iyi bakım, insanları yüz yıl yaşatmaya henüz yetmese bile, gemileri yaşatabiliyor. Kısık sesli buhar düdüklerini öttüre öttüre, Alp Dağları'nın gölgesinde dolaşıp duruyorlar.

Elbette bütün Boğaziçi seferlerinin eski gemilerle yapılması düşünülemezdi. Ama, içiniz burkularak sormaz mısınız: Şirket-i Hayriye'nin hiç olmazsa bir-iki yandan çarklısını muhafaza edip çalıştırmak çok mu zordu? Bırakın yandan çarklıları, uzun bacalı Güzelhisar'lardan, Altınkum'lardan da eser kalmamıştır.

Türkiye'nin çarkları, yalnız insan öğütmekle kalmıyor, yakın tarihin birazcık himmetle ömürleri sürdürülebilecek vapurları da çabucak yiyebiliyor.

Sonuç, tıpkı çağdaşlaşma tutkusundaki kültür köksüzleşmesi gibi, ileri teknoloji böbürlenişindeki teknolojik köksüzlüktür. Montreux'deki Kıbrıs görüşmelerini izleyen genç gazeteci, ‘‘yandan çarklı’’ sözünü bile ilk kez duymakta.

Oysa, teknolojide en ileri ülkeler, kendilerini bu düzeye getiren ‘‘anıt’’ları canlı tutmayı da ihmal etmiyorlar.

Amerika geçenlerde, tam tarihiyle 21 Temmuz günü, 1797'de yapılmış ‘‘Anayasa’’ adlı yelkenli harp gemisinin iki yüzüncü yıldönümünü kutladı.

Nutuk söyleyerek değil, okul çocuklarının bağışlarıyla toplanan 12 milyon doları teknenin ‘‘restorasyon’’u ve yeniden donatılması için harcayarak.

Böylece, şimdiye kadar müze olarak kullanılan tekne canlandı ve tarihi üniformalar giymiş amirallerin ‘‘Yelkenler fora!’’ komutuyla birlikte, güvertesindeki Senatör Edward M. Kennedy gibi ünlüleri Massachusetts'in bir limanından öbürüne rüzgâr gücüyle götürdü. Merih'in yüzeyinde araba gezdiren Amerika o tekneyi romörkörle çekmeyi beceremez miydi?

Bir zamanlar Akdeniz'i kendi gölü yapmış olmakla övünen Türkiye'de ise, bırakın yelkenle yürütülecek, romörkör kıçına takılacak öyle bir gemi bile kalmamıştır.

Oysa, Selim Sırrı Altıer'in Osmanlı bahriyesindeki ‘‘Yelken Devri’’ne ilişkin kitabından öğreniyorsunuz ki, aynı tarihte, yani tam 1797'de, biri İstanbul'da, öbürü Bodrum'da iki büyük kalyon denize indirilmiş. Her birinde 76 top ve 850-900 kişilik mürettebat bulunan koca kalyonlar: ‘‘Badi-i Nusret’’ ve ‘‘Besaretnuma’’.

Neredeler?

Gelecek yaz, Vasco da Gama'nın 500 yıl önceki Ümit Burnu dönüşünü kutlayacak olan Portekiz sergisine yelkenle gitselerdi, fena mı olurdu?

Yazarın Tüm Yazıları