Yakın geçmişte başka cephe evleri de vardı

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

‘‘Hücre evler’’den sonra ‘‘cephe evler’’ kurmak, tepelerdeki evlerde cepheler açmak bizde eski bir adettir ve sonu pek iyi bitmemiş de olsa bol bol cephe evleri açmışızdır. İşte bunlardan biri: Otağtepe'nin ilerisindeki Fikirtepe'de geçen asırda kurulan bir cephenin ve semte adını vermesinin öyküsü...

Otağtepe'de hafta başında yenen bir akşam yemeği, siyaset gündeminin tepesine taht kurdu. Seçim tartışmalarını, enflasyonun düşme ihtimalini, memlekete trilyonlar takıp giden kaçakları vesaireyi bir yana bıraktık, Otağtepe'de kurulan ‘‘cephe’’yi tartışıyoruz.

Ama ‘‘tepe’’lerdeki evlerde ‘‘cepheler’’ açılmasına şaşırmamamız, aksine alışkın olmamız gerekir. Zira tarihimizde böyle ev içtimaları bol miktardadır, hatta tarihleree geçmiş, yapıldıkları semtlere isimlerini bile vermişlerdir...

Fikirtepe'de olduğu gibi...

19. asrın ortalarında, Sultan Abdülâziz zamanında, Kurbağlıdere'den Fikirtepe'ye uzanan arazi o günlerin veliahdı, sonraların 93 günlük hükümdarı Şehzade Murad Efendi'ye tahsis edildi. Şehzade arazinin ortasına mükellef bir köşkle birkaç müştemilât yaptırdı.

Şehzade Murad Efendi amcasına muhalifti. Sadece askerlerle değil, Abdülâziz'e karşı olan entellektüellerle de temastaydı ve Namık Kemal'le gazeteci Şinasi bunların başında gelirdi. Köşkü zamanla muhaliflerin buluşma yeri haline geldi, sabahlara kadar fikir münakaşaları yapılır oldu.

Semtte asırlar önce bir evliyanın yaşadığı söylenirdi. Rivayetlere bakılırsa, adı ‘‘Fikir Dede’’ydi ve geçmiş yüzyıllarda halkın o çevreye ‘‘Fikirdede’’, ‘‘Fikir'in Tepesi’’ dediği de olmuştu.

Şehzade Murad Efendi'nin köşkünde bitip tükenmeyen tartışmaların yapıldığı gecelerden birinde, Namık Kemal'in hatırına Fikir Dede'nin geleceği tuttu. ‘‘Bu tepede ortaya uzun zamandan beri hep yeni fikirler atıyoruz’’ dedi. ‘‘Hem buranın Fikir Dede diye bir de evliyası varmış... Araziye kendi aramızda bundan sonra 'Fikirtepesi' diyelim...’’

‘‘Fikirtepe’’nin adı ortaya işte böyle çıkıp yerleşti.

Bu yazdıklarımı okuyup da Otağtepe cephesinin mimarı Mehmet Barlas'ı Namık Kemal'e benzettiğim yahut mukayeseye kalktığım gibi bir fikre sakın ola ki kapılmayın. Haşaaa!. Akıl var, iz'an var...

Yüz küsur sene önce Şehzade Murad Efendi'nin köşkündeki toplantıların neticesini merak edenler için söyleyeyim: Memleket için hiç de iyi olmadı. Muhalefet orduyla birleşince Türkiye darbe kavramıyla tanıştı. Sultan Abdülâziz devrildi, intihar mı yoksa cinayet mi olduğu hâlâ anlaşılamayan bir şekilde canından oldu ve Şehzade Murad Efendi ‘‘Beşinci Murad’’ unvanıyla tahta çıktı. Ama tahtta sadece 93 gün kalabildi, ‘‘delirdiği’’ iddiasıyla indirildi ve yerini İkinci Abdülhamid aldı. Fikirtepe'nin isim babası Namık Kemal'in hayatı sürgünlerde geçti. Kanun-ı Esasi'yi, yani ilk anayasayı hazırlayan Midhat Paşa'yı Taif'te bir zindanda boğdular. Bugünün cephelerine ev sahipliği yapan Otağtepe'ye 25 kilometre mesafedeki Fikirtepe ise gecekondu mahallesi haline geldi.

Otağtepe’de ‘cağartlak’, Fikirtepe’de ‘vezirparmağı’

Otağtepe’deki cephe evin menüsünde Antep yemekleri vardı. Cağartlak, Ali Nazik ve Balcan kebapları, kete, künefe, humus ve içli köfte gibi mahalli yemekler... Fikirtepe’de ise mutfak daha bir saray havasındaydı. Açılış horoz hâyesi çorbasıyla olur, sofraya sonra hünkârbeğendi, kozbarası bol Çerkes tavuğu, pâluze, elmasiye ve bazan da vezir parmağıyla hanım göbeği gelir, bu tablo gibi sofra bir fikir pazarına dönerdi.

En kanlı ‘‘cephe evi’’baskını

Bizim tarihlerdeki en kanlı siyasi ev toplantısı, Midhat Paşa'nın köşkünde 1876'da yapılanıydı.

Genç bir yüzbaşı olan Çerkes Hasan'ın kızkardeşi, Sultan Abdülâziz'le evliydi ve darbe sırasında can vermişti. Hasan, kızkardeşinin ve hükümdarın ölümünden darbenin mimarlığını yapan seraskeri, yani en yüksek askeri otorite olan Hüseyin Avni Paşa'yı sorumlu tutmuş ve intikama yemin etmişti.

Hükümet, 1876'nın 15 Haziran'ında Midhat Paşa'nın Bayezid'deki konağında toplanmıştı. Hüseyin Avni Paşa'yı öldürmek için Paşa'nın Kuzguncuk'taki yalısına giden Çerkes Hasan seraskerin Bayezid'de olduğunu öğrenince karşıya geçti ve konağa elini kolunu sallayarak girdi. Toplantının yapıldığı ikinci kata kadar çıktı, kapıyı bir tekmeyle açıp kabine toplantısını bastı ve Hüseyin Avni Paşa'yı üç kurşunla yere serdi. Arkadan yanaşıp kollarını tutmak isteyen Bahriye Nazırı Kayserili Ahmed Paşa'yı çizmesinden çıkarttığı bıçakla delik deşik etti, bir diğer tabancayla da Hariciye Nazırı Raşit Paşa'yı vurdu. Çerkes Hasan, elinden silâhını almaya çalışan uşaklarla yaverlerden üçünü daha yere serdikten sonra yakalanabildi. Hapsedildi, ertesi gün askeri mahkemeye çıkartıldı, idama mahkûm oldu ve Bayezid meydanındaki bir dut ağacının yanına kurulan darağacında asıldı.

Enver Paşa'nın mezarına koruma mı, kapatma mı?

Bir devrin liderlerinin son uykularını uyuduğu İstanbul'daki Hürriyet Abidesi iki sene öncesine kadar şarapçılarla tinercilerin gözde mekânıydı. Sonra temizlendi ve Enver Paşa'nın kemikleri devlet töreniyle buraya nakledildi. Belediye ise, abideyi korumanın yolunu kapısına koskocaman bir kilit asmakta buldu. Şarapçı korkusundan artık Hürriyet kahramanlarının torunları bile içeri alınmıyor, dedelerinin mezarı ziyaret ettirilmiyor.

Okmeydanı'nda-ki Hürriyet Abidesi'nde bundan iki sene önce büyük bir tören vardı. Enver Paşa'nın Tacikistan'dan getirilen kemikleri şehid edilmesinden tam 75 yıl sonra, 1996'nın 5 Ağustos günü Cumhurbaşkanı Demirel'in de katıldığı devlet töreniyle burada toprağa verildi.

Paşa'nın cenazesiyle ilgili hazırlıkları işitince defnedileceği yerin ne vaziyette olduğunu merak etmiş, merasimden birkaç hafta önce abideye gitmiş ve o mezbeleyle karşılaşmıştım. Bir devrin kahramanlarının mezarları şarapçılarla tinercilerin mekânıydı. Sadrazam Mahmud Şevket Paşa'nın lâhdi içki masası olmuş; bir başka sadrazamın, Talât Paşa'nın yattığı mermerler cümbüş mahalline, 31 Mart kurbanlarının mezarları kırık şişe yığınına çevrilmişti.

Yetkililer, Hürriyet Abidesi diye bir yerin hâlâ varolduğunu ‘‘Enver Paşa'yı bu mezbeleye defnedecekler’’ diye yazmamdan sonra hatırladılar. Okmeydanı'ndaki bu devlet mezarlığı elden geçirildi, temizlendi, şarapçılar kendilerine başka mekânlar buldular, nihayet Paşa'nın kemikleri de getirilip devlet töreniyle buraya defnedildi.

Derken, aradan iki sene geçti ve geçen gün, dedesi Hürriyet Abidesi'nde yatan bir dostum aradı: Ziyarete gitmiş ama kapıda kalmıştı.

Dün sabah Hürriyet Abidesi'ne gittim ve girişteki parmaklıklara dolanmış zinciri, zincirin ucunda sallanan kilidi ben de gördüm. Abide, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bağlıydı, Mezarlıklar Müdürlüğü'ndeki bir memurun lojmanı olmuştu ve belediye şarapçılarla tinercilerin abideyi yeniden mekân tutup lojmandakileri rahatsız etmemelerinin yolunu kapıya koskocaman bir kilit asmakta bulunmuştu. İçeriye artık kimseler giremezdi, belediye de meseleyi tam bize mahsus bir şekilde, kökünden halletmenin huzurunu hissedebilirdi...

Hürriyet şehitlerinin mezarını lojman yapıp kilit altına alacaksak, torunlarının ziyaretine bile engel olacaksak ve herşey bir belediye memurunun keyfine kalacaksa Enver Paşa'yı Türkiye'ye neden getirdik ki? Tacikistan'ın uğultulu Çegan Tepesi'nde evliya türbesine dönen kabrinde hiç olmazsa kilit altında değildi, ziyaret edenleri ve başında birşeyler okuyanları vardı.

Bıraksaydık, Paşa keşke orada kalsaydı...

Ali Kemal'in gözardı edilen yazısı

Hariciyemizin en kıdemli ve en ciddi mensuplarından büyükelçi Zeki Kuneralp'in vefatını gazetelerden öğrendim. Kuneralp İstiklâl Savaşı'nın önde gelen muhaliflerinden gazeteci Ali Kemal'in oğluydu ve vefatıyla Ali Kemal meselesi yeniden gündeme geldi. Bazı yazarlar Türkiye'yi dışarıda bir ömür boyunca temsil eden Kuneralp'in bu temsil sırasında eşini ASALA terörüne kurban vermiş çileli diplomatlığını bile bir yana bırakıp hiç yeri olmayan, lüzumsuz bir Ali Kemal tartışmasına giriştiler.

Hakkı Devrim'in rahmetli Kuneralp hakkında iki gün boyunca ders verircesine yazdıkları hatırıma Ali Kemal'in sözü hiç edilmeyen ‘‘Gayelerimiz bir idi ve birdir’’ başlıklı son makalesini getirdi. Makalenin bazı bölümlerini yorumsuz nakledeyim dedim.

Ali Kemal büyük zaferden sonra 10 Eylül 1922'de yayınlanan yazısında bakın neler diyordu:

‘‘İtiraf ederiz ki, Anadolu'nun son zaferleri kuvvetimize, kılıcımıza dayanarak milli davayı, hayat hakkını ve bağımsızlığımızı kazanmak kararının büyük fedâkârlıklarla olsa da isabetinin gerçekleştiğini gösterir gibidir. Öyle ya, bu zaferler herhalde Yunan gibi ezeli bir hasmın belini sonuna kadar kırdı. ...Böyle olunca, muhaliflerin görüşlerinde fena yanıldık.

...Yunan'ın İzmir'den denize dökülmesi, Edirne'nin geri alınması, kısaca bu devletin dünya savaşında gördüğü feci kayıpların böyle kısmen tair edilmesi gibi bir saadeti hangi Türk takdir etmez, hangi Türk her emelin üzerinde görmez? Muhalefet bu hakikatları kabul etmemek küçüklüğünü asla kabul etmez’’.

Bülent PEDAL: ‘‘Padişah Anaları’’ isimli kitaptan daha önce söz etmiş ama yazarı artık hayatta olmadığı için konuyu sürdürmemiştim. Sadece şu kadarını söylemekle yetineceğim: Kitap hemen tamamen hayal mahsulüdür ve uydurmadır. ‘‘Fatih'in Rum anası’’ olduğu iddia edilen kadın hükümdarın öz annesi değil, babası İkinci Murad'ın kadınlarındandır; padişahların babalarının hanımlarından ‘‘valide’’ yahut ‘‘anne’’ diye bahsetmeleri nezaketten kaynalanan bir adettir ve yazar bunu bile anlamamıştır.













Yazarın Tüm Yazıları