TARİH 20 Ağustos 1951
Hergün gazetesi haberi:
“Türkiye’ye sızan kızıl casuslar: Bunların arasında Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kâtibi Kamçılı Kız da var.
Bulgaristan’dan tehcir edilen Türklerle birlikte yurdumuza sokulan kızıl casuslar hakkındaki tahkikat devam etmektedir. Türkiye’ye giren ve bilhassa İstanbul Üniversitesi’ne kaydedilen kızıl ajanlar üzerinde ehemmiyetle durulmaktadır.
Bundan 3 ay kadar önce Tıp Fakültesi’nde 4’üncü sınıfa yazılan ve Bulgaristan’daki Türk kızları arasında Kamçılı Kız namıyla maruf olan Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kızı hususi tespit edilen kızıl ajanlar meyanındadır.
Türk ırkından olmasına rağmen sistemli bir Bulgar kızıl propagandası altında yetiştirilen mülteci Kamçılı Kız bilhassa Sofya’da ikamet eden ve zaman zaman Bulgar Emniyet Genel Müdürlüğü’ne çağrılan Türk kadın ve kızlarını kamçı ile dövdüğünden dolayı bu namı almış bulunmaktadır. Kamçılı kız Bulgar Dahiliye Nazırı’nın emriyle Türkiye’ye sızdırılmış, kendisi gibi mülteci kisvesi altına giren diğer ajanlara şef tayin edilmiştir. Bu surette Türkiye dahilinde gençlerden müteşekkil bir kızıl şebeke kurmaya vazifelendirilen Kamçılı Kız ve arkadaşları hakkında takibata geçilmiştir.”
DURUŞMALAR GİZLİ YAPILACAK22 Ağustos 1951, Zaman gazetesi “Kamçılı Kız” haberine devam etti. Bir de eylemini yazdı:
ÜTOPYA, insanın yeryüzünde bir cennet hayatı oluşturma çabasıdır. Düşseldir. Daha iyiye, güzele ulaşma isteğidir. Platon’un “Devlet”i belki Batı edebiyatında ütopya türüne ilk örnek sayılabilir. Ancak Yeniçağ Avrupa’sında ütopyalara daha çok tanık oluruz.
Türkiye’nin “ütopya” kavramıyla tanışması 19’uncu yüzyılın ortalarına denk geldi. 150 yıllık bir geçmişe sahip Türk ütopyası genel anlamda “siyasi rüya”yla başlar. Bu süreç aynı zamanda Türkiye toplumunun çağdaşlaşma ve modernleşmesinin başlangıcıdır.
Kavramın felsefi, siyasi ve edebi
açıdan incelenmesi 50 yıl önceye, yoğun olarak işlenmesi ise 1980 darbesinden sonrasına aitti.
HEP KORKUTTU İnsanın insan üzerindeki baskısı arttıkça hep yeni/alternatif bir toplum projesi/ütopya anlayışı doğdu.
Ütopyalar, aslında toplumsal çelişkilere dikkat çeken ilk eleştirel metinlerdi. Manifestolardı.
Ütopyanın (Utopia) yazarı Thomas More bir politikacıydı. Başbakanlık yaptı. İngiltere Başbakanı olmasına rağmen, bu eseriyle ezilenlerin ve özellikle de köylülerin içinde bulunduğu yoksulluğa dikkat çekti.
MODERN Mısır’ın kurucusu bir Osmanlı; Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1769-1849). Kavalalı dönemin tüm askerleri gibi Napolyon hayranıydı. Ve ilginç bir tesadüf sonucunda hayatını Napolyon değiştirdi!
Fransızlar Mısır’ı işgal edince Osmanlı Serdarıekrem Yusuf Ziya Paşa komutasındaki orduyu Mısır’a gönderdi. Bu orduya Kavala’dan 300 kişi katıldı.
Bunlardan biri de Mehmed Ali adında bir askerdi.
Fransızlar Mısır’dan çıkarken Kavalalı uzaktan; Napolyon’a, disiplinli Fransız askerlerine ve üniformalarına hayran oldu.
Zekâsı ve cesur kişiliğiyle sivrilip Mısır’ın başına geçtiğinde ilk yaptığı yeni bir ordu kurmak oldu. Bu amaçla zorunlu askerliği başlattı; Mısır’ın yoksul halkını askere aldı; onlara üniforma, silah, para ve en önemlisi kimlik verdi.
Bu aslında “ulus-devlet” olmanın ilk adımıydı; Mısır yoksulu orduya alınarak, bin yıl sonra hak ve görev duygusu içinde ülkesine sahip çıkacak bir bilince kavuşturuldu. Mısır’da (pro) milliyetçilik duyguları “ulusal ordu”nun kuruluşuyla işte böyle başladı.
Fransa nasıl krallığa son verip ulus-devlet kurduysa, Kavalalı da padişah boyunduruğuna son verip ulus-devlet kuracaktı.
ŞAİR Ece Ayhan hasta yatağında 1999’da yazdığı ve henüz yayınlanmamış güncesinde, bir dönem aşk yaşadığı Nilgün Marmara için şunu yazdı:
“Muzip kadın Nilgün Marmara. Tezer (Özlü) ile birlikte bana muziplikler yapmaya bayılırdı. İkisi de aynı anda göğüslerini gösterirlerdi. Güzeldi...”
Nilgün Marmara; 13 Ekim 1987 tarihinde, beşinci kattaki evinin, yatak odası penceresinden atlayarak intihar etti.
29 yaşındaydı.
Manik-depresif idi.
Tıpkı 31 yaşında intihar eden manik-depresif şair Sylvia Plath gibi.
Nilgün Marmara’nın yaşamöyküsünü ve intiharını anlayabilmek için Sylvia Plath’ın yaşamını bilmek gerekir...
Bu tartışma yeni değil; on yıllardır yanıtını arayan bir soru. Bırakın bağdaşıp bağdaşmadığını bundan 100 yıl önce Melamiler, “Balkan Sosyalist Melami Federasyonu” kurmak için çok çaba harcadı. Melamiler’in sosyalizmle ilişkileri konusunda ne yazık ki hiç araştırma yapılmadı. Bu da Sol’un bu topraklara ne kadar yabancı olduğunu gösteriyor aslında...
Önce bir tespit:
Bir aydın düşünün ki; 50 yıllık yazı yaşamı boyunca hep müstear ad kullanmak zorunda kalsın. Marksizmle ilgili onca kitaba ve çeviriye imza atmış bir
entelektüelin hayatı aslında bu topraklarda solun ne derece baskı altında olduğunun bir delilidir.
“Kerim Sadi” ve “A.Cerrahoğlu” (1900-1977) adını sol literatürü birazcık bilenler hemen tanır. Asıl adı neydi: “Nevzat Cerrahlar” mı yoksa “Ahmet Nevzat Cerrahoğlu” mu? Bir önemi var mı; bu benzersiz, sessiz, ünsüz, “İnsaniyet kütüphanesi”nin kurucusu, adam gibi adamın yazdıklarını anlamak için. Hayır!
Peşinen görüşümü yazayım:
Kim kendini hangi etnik gruba ait görüyorsa o kimliktedir. Yani “Ben Kürt’üm” diyorsa Kürt’tür.
Dil konusunda istediğiniz bilimsel çalışmayı yapabilirsiniz, ama biri “Bu benim dilimdir ve Kürtçedir” diyorsa, öyledir.
Ve ben hâlâ, kendi kaderini tayin hakkına inanırım...
Tamam. Şimdi istediğimi yazabilirim.
Gündemde, Kürtlerin iki dil ve özerklik talebi var.
Meselenin iki dil ve özerklikle biteceğine inanıyorsanız, yanılırsınız. Bu sadece başlangıçtır.
GÜNDEMDE Kürtçe var.
Kürtçe moda, Türkçe demode!
Bugün: “Türk” ya da “Türkçe” sözcüğünü dile getirenler ırkçılıkla, faşistlikle itham ediliyor.
Dün: Türk Dil Kurumu’nu kapatan 12 Eylül 1980 darbecilerine göre ise Türkçe ile ilgilenenler komünistlerdi!
“Güneş Dil Teorisi” dün de bugün de hep safsata olarak değerlendirildi.
Bütün dillerin kaynağının “Türk kökenli” olduğunu savunan “Güneş Dil Teorisi” Kemalist çevreleri bile artık sadece gülümsetiyor.
“Kemalist aşırılık” olarak değerlendiriliyor teori.
TEVFİKA Hanım’ın babası Hacı Ali, Kırım Tatarı bir göçmendi. Tire’de büyük bir çiftlikte kâhyalık yaptı; çiftliğin dul hanımıyla evlenerek “ağa” oldu.
Dört çocuğu oldu: Sadık, Şükrü, Refik ve Tevfika.
Tevfika genç yaşında gönlünü Halepçizade İbrahim Edhem’e kaptırdı. İbrahim Edhem İstanbul’da hukuk öğrenimi görüyor ve yazları Aydın’daki Kızılseki çiftliğinde kalıyordu. Bu çiftlik Tevfika’nın ailesiyle oturduğu konağın tam karşısındaydı.
Yaz aşkı mektup yazmakla başladı. Sonra gizli buluşmalarla sürdü.
Araya öğrenim yılı girse de birbirlerini unutmadılar. İbrahim Edhem, Aydın Vilayeti Tahriratı Umumiye Müdürlüğü’nde kâtip olarak çalışmaya başlayınca evlenmeye karar verdiler.
İbrahim Edhem’in babası İsmail Efendi bu birlikteliği karşı çıktı; çünkü Tevfika veremdi. Ama oğlunun ısrarlarına dayanamadı ve Tevfika’yı istemek için Hacı Ali Ağa’yı ziyaret etti.
Bekledikleri yanıtı alamadılar; Hacı Ali Ağa kızını vermedi.
ARKADAŞIM dert yandı:
“Oğluma yatarken hikâye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.
WIKILEAKS belgeleri sayesinde ABD’nin Ankara büyükelçileri Eric Edelman, Ross Wilson ve James Jeffrey isimlerini ezberledik...
Peki Sir Percy Loraine (1880-1961) adını anımsıyor musunuz?
1933-39 yılları arasında İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi’ydi.
1938’de gizlilik kaydıyla Londra’ya gönderdiği, “Notes On Leading Turkish Person Alities” adlı raporunda, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin toplam 96 yönetici, gazeteci ve aydını hakkında ne yazdığını biliyor musunuz?
WikiLeaks tartışmalarına ışık tutması için bu rapordan -daha önce de bu sayfada özet vermiştim- örnekler sunayım.
Bakın Sir Loraine, tanınmış Türkleri Londra’ya tanıtırken nasıl bir üslup kullandı ve haklarında neler yazdı:
“Yunus Nadi Abalıoğlu: Gazeteci. Kısa boylu, şişmandır. Kelebek gözlük takar. Herhangi bir rüzgâra kapılmaya meyillidir. Vicdansız, alçak adamın tekidir.
Ahlak, aklın polisidir.
Hayatın içinde ne var ya da ne yoksa; hepsi edebiyatın/sanatın konusudur.
Siz sanata; otoriteye dayalı kendi ahlakınızı dayatırsanız bunun adı tüm dillerde aynıdır: Faşizm!
Aşağıda ironik bir yazı kaleme aldım.
İstedim ki, gerçekten neyi tartıştığımızın farkında olalım.
Ya da nereye gittiğimizin!..
Umarım bu şaka (ki bazıları ne yazık ki, akıl tutulması sonucu artık neyin şaka olduğunun bile farkında değil) gerçek sayılmaz!
28 EKİM 1957’de Malatya’da doğdu.
Babası Mahmut Kaya işçiydi. Kürt’tü. Annesi Zekiye ev hanımıydı, Erzurumlu Türk’tü. Mustafa, Nurcan, Emine, Songül’den sonra doğmuştu.
Çocukken lakabı dudaklarının iriliğinden dolayı “Loş Dudak” idi.
Dayısı Muzaffer Genç cümbüş, amcası Yusuf Kaya tambur çalıyordu. Kulağı müziğe yatkındı. İlk sazı/curayı babası 6 yaşında aldı. 15 günde çalmayı öğrendi. Yetenekliydi.
Sahneye ilk kez 9 yaşında, -1 Mayıs yerine o dönemde kutlanan- 24 Temmuz 1966’da Çalışanlar Bayramı’nda çıktı.
1972’de Mahmut Kaya Sümerbank’tan emekli olunca, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak için ailesini İstanbul’a taşıdı.
Almanya’da yaşadı
Ve suikast için gizlice buluştuklarında kimin neyi savunduğunu da not almıştı. “Şairler Hücresi” tarihin seyrini değiştirecek suikastı
nasıl tartışmıştı...
TAKSİM ’de canlı bomba terörü gerçekleştiğini öğrendiğimde elimde “Son Jön Türk Kalesi: Ahmet Kemal Akünal” adlı biyografi kitabı vardı. (Derleyen M. Kayahan Özgül, Kitabevi) Bu kadar tesadüf olmaz; tam da şair Ahmet Kemal’in, Sultan II. Abdulhamid’e düzenleyeceği suikast planıyla ilgili bölümü okuyordum.
Servet-i Fünun yazarı Ahmet Kemal defterine bakın suikastla ilgili neler yazdı:
“Benim Tartaksiyon Cemal Paşa adında bir eniştem vardı. Halamın kocasıydı. Eşi diyemiyorum, çünkü eşi değil, kocasıydı. Sultan Abdulaziz’in mabeyincilerinden Ahmet Bey’in oğlu idi. Harbiye Mektebi’nden çıkınca babasının iltimasıyla Avrupa’ya ataşe militer yolladılar. Oralarda yirmi-otuz sene oturdu. Nüzul isabet etti, ancak bu suretle İstanbul’a döndü.(...)
Kimseye zarar vermeden Abdulhamid’in teveccühünü ve atıfetini kazanmaya çalışırdı. Mesela kötürüm olduğu halde, her cuma selamlığına koşar ve efendisine görünür idi. Abdulhamid buna bir nefer tahsis etmişti. İnişte, yokuşta, kalkışta, oturuşta Paşa’yı bu nefer sırtında taşırdı. Hulasa eniştem Abdulhamid’in emniyet ettiği bir adamdı.”
Hücre toplantısı
Unutulmaz ‘Bayrak’ şairinin hazin hikâyesi
Şehit tabutlarının üzerinde, İsraillilerin saldırdığı Mavi Marmara’da, gösterilerde, tribünlerde, haberlerde, her yerde o var. Türk bayrağından söz ediyorum. Hayatın içinde bu kadar çok Türk bayrağının olmasının nedenini toplum ve siyaset bilimcilerine bırakıp, meselenin bambaşka bir yönünü yazmak istiyorum. En güzel bayrak şiirini kim yazdı? Günlerdir şehit cenazelerini gördükçe, kendimi hep bir şiiri mırıldanırken buluyorum. Üstelik şairi, siyasi olarak hiç anlaşamayacağım biri...
“BAYRAK şiirimi 35 yaşımdayken yazdım. Adana Erkek Lisesi’nde edebiyat öğretmeniydim. Hatay, Gazi’nin gayretleriyle Türkiye’ye bağlanmıştı. O konudaki çalışmaları 1938 yılında başlamış, 1939 yılında neticeye ulaşılmıştı. Türkiye, yeni bir sevinç içindeydi. Bu sevinci, Adana da büyük coşkunluklarla yaşıyordu. Adana’nın Fransız işgalinden kurtuluşu 5 Ocak 1922’dir.![/images/100/0x0/55eb1422f018fbb8f8a9a241]()
Bu bakımdan her sene, 5 Ocak gününde Adana’da büyük şenlikler yapılır. Adeta yer yerinden oynar. Şimdi de öyle midir, bilmiyorum.
Şehrin bir Saat Kulesi var; bir de Ulu Cami minaresi. İşte o Saat Kulesi’yle Ulu Cami minaresi arasına, her senenin 5 Ocak kutlamalarında, kocaman bir bayrak asılır. Bayrak diyorsam, öyle-böyle bir bayrak değil. On beş izcinin kolları üzerinde taşınan bir bayrak. Vay babam vay. Yani Saat Kulesi’yle Ulu Cami minaresinin arasına bir güneş doğuyor...”
Okunacak şiir bulunamıyor
“Hatay Türkiye’ye bağlandığı için 1940 yılının 5 Ocak kutlamasının daha bir güzel, daha bir heyecanlı olması isteniyordu.
O bakımdan Adana Maarif Müdürlüğü’nden bizim lise müdürlüğümüze bir yazı geldi. Mealen deniyordu ki: ‘5 Ocak kutlamasında, Saat Kulesi’yle Ulu Cami minaresi arasına Adana’nın tarihi bayrağı çekilirken, o güne uygun bir şiirin de, liseniz öğrencilerinden biri tarafından okunması uygun görülmüştür. Gereğini rica ederim. Maarif Müdürü falan filan.’
Lise müdürü bu konuda beni vazifelendirdi. Ben de öğrencilerim arasından üç-dört kişi seçtim. ‘Gidip kütüphanelerde araştırın. 5 Ocak kutlamalarına uygun güzel bir şiir bulun. Pek duyulmamış bir şiir olsun. Meşhurların da kitaplarını karıştırın; adı pek duyulmamış şairlerin de!’
Çocuklar gittiler.
Birkaç gün sonra geldiler. ‘Efendim bulamadık’ dediler. ‘Bulamadık olur mu’ diye öfkelendim. ‘Gidin gözünüzü dört açarak bir daha araştırın’ dedim.
Çocuklar çıkıp gittiler. Üç-dört gün sonra, elleri yine boş geldiler.
E peki ne olacak? Kendi kendime dedim ki, ‘Arif bu şiiri sen yazacaksın!’
Bir gün sonra 5 Ocak! Bir günüm var.”
‘Kimin bu şiir oğlum’
“Adana’da Ocak Mahallesi’nde oturuyordum. O zamanlar, bugünkü gibi evlerde günün her saatinde elektrik yok. Geceleri petrol lambası yakıyoruz. El-ayak ortalıktan çekilince, petrol lambasının yorgun ışığında, bayrağımıza sığınarak kalemi elime aldım.
Şafak sökerken Bayrak şiiri hazırdı. O gece, şiiri nasıl yazdımsa, öylece kaldı. Yani üzerinde ikinci bir defa oynamadım.
Sabahleyin liseye gidince, ‘Bana Aydın Gün’ü çağırın’ dedim. Aydın Gün, bugün bizim Opera ve Bale Genel Müdürümüz olan Aydın Gün’dür.
Bulunup getirildi; şiiri eline uzattım; ‘Şunu oku bakayım’ dedim. Okudu. Güzel şiir okuyan öğrencilerimdendi. Bayrak şiirini ona bir daha, bir daha okuttum. Mükemmel okuyordu.
Bayrak şiirimi, 5 Ocak kutlamalarında ilk defa Aydın Gün okudu ve alkışlandı.
O günün akşamı, Halkevi’nde 5 Ocak Balosu var. Aydın Gün de baloda. Davetliler arasından bir kişi Aydın Gün’ü tanımış ve sormuş, ‘Bugün, 5 Ocak merasiminde o Bayrak şiirini sen okudun değil mi?’
- Evet efendim.
- Kimin o şiir?
- Vallahi bilmiyorum efendim.
- Yahu nasıl bilmezsin? İnsan okuduğu şiirin şairini bilmez mi?
- Bilmiyorum efendim! Şiiri bana Arif Hocam verdi. Sonra, ‘Sana bu şiir kimin derlerse, kimin olduğunu söyleme’ dedi.
O zaman mesele anlaşılmış. ‘Tamam bu şiir Arif Hoca’nındır’ demişler.
Bayrak şiirini, Aydın Gün’e Halkevi’ndeki baloda da okutmuşlar. Sonra bir daha bir daha okutmuşlar.
İşte o gün bugündür, benim Bayrak şiirim, bayrağımızın kendisi gibi hepimizin oldu.
Bu şiir, bana ‘Bayrak Şairi’ denilmesine yol açtı ki, bu sıfat, benim için altından dökülmüş bir İstiklal Madalyası kadar kıymetlidir.”
Bayrak şiirinin şairi, Arif Nihat Asya’dır.
BAYRAK
Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü...
Kızkardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü.
Işık ışık, dalga dalga bayrağım.
Senin destanını okudum,
Senin destanını yazacağım.
Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selamlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.
Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder...
Gölgende bana da, bana da yer ver!
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar;
Yurda ay-yıldızının ışığı yeter.
Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düşürdüğü gün
Gölgene sığındık.
Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı...
Yüksek yerlerde açan çiçeğim;
Senin altında doğdum
Senin dibinde öleceğim.
Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim;
Yeryüzünde yer beğen
Nereye dikilmek istersen
Söyle, seni oraya dikeyim!..
YAŞASIN MUHALEFET
Arif Nihat Asya yazın yaşamında neler yaptığını bakınız nasıl yazdı:
“Vurgunculuk yapmadım, soygunculuk yapmadım. Muhalefette; memlekete fayda gördüm, muhalefet yaptım.
Boyuna yazmak kolay iş değildir; imla yanlışı da cümle yanlışı da yapmış olabilirim; lakin yalan haber vermedim, yalan mazbata yapmadım.
Tesir yaptığım olmadı değil. Fakat tazyik yaptığımı gören yoktur.
Devletin memuru oldum; bir partinin memurluğunu yapmadım.
Grupların çıkarı için maddeler düzmek aklımdan geçmedi. Alnımın akı ve şerefimle köşemde baş başa kaldım; ve göğsümü gere gere, alnımı aça aça muhalefet yaptım...
Hakk’ı dinledim, yanlışlarımdan dönmesini bildim, ağzımdan çıktı diye manasız inat yapmadım.
Millete hizmeti şeref bildim. Şahsa kölelik yapmadım.
Ve dil yalancılığı da, kalem yalancılığı da yapmadım.
Belki dalgınlıklarım, ihtiyatsızlıklarım oldu. Çok şükür ki madrabazlık, kurnazlık, düzenbazlık yapmadım.
‘Şunu yapmadın, bunu yapmadın, o halde ne yaptın’ diye sorarsanız; cezasını, kazasını, ezasını da düşünerek muhalefet yaptım.”
KOMÜNİST ŞİİRİ BU
Arif Nihat Asya samimi bir Müslüman’dı.
Arif Nihat Asya milliyetçiydi.
Arif Nihat Asya ülkücüydü.
Arif Nihat Asya antikomünistti.
Her taşın altında komünist aradı. Öyle bir antikomünisti ki, Köy Enstitüleri’nin kapatılmasına gerekçe olarak gösterilen; Hasanoğlan Köy Enstitüsü binasının orak şeklinde yapıldığına bile inandı.
Irki olarak saf-temiz bir Türk evladının Marksist olamayacağını; komünist olanların mutlaka kanının bozuk olduğunu iddia etti!
Ve ne acıdır ki kendisi de gün geldi, komünistlikle itham edildi:
“Bayrak şiiri, doğrusu çok sevildi. Çok ezberlendi. Çok okundu.
Ama o Bayrak şiirine şaşı bakanlar da, kör bakanlar da oldu. Bazı beyni keçeleşmişler benim o şiiri, Rus bayrağı için yazdığımı şurada-burada söyleyip durmuşlar. Diyeceksin ki hangi gerekçeyle? Gerekçe müthiş efendim!
Hani ben daha ilk mısramda; ‘Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü’ diyormuşum ya? Oradaki ‘kızıl’ kelimesiyle Rus’un kızıl ordusunun kızıl bayrağını anlatıyormuşum. İyi mi? Üstelik Türkçemizde de ‘kızıl’ kelimesi, komünist kelimesinin karşılığıymış. Komünistlerden hep ‘kızıllar!’ diye bahsediyormuşuz. Tamam işte; al başına belayı.
Peki Moskofun bayrağında beyaz renk var mı? Yok!
Peki Moskof bayrağında ay-yıldız var mı? Yok!
Yok ama ‘kızıl’ kelimesinden huysuzlananların, ağzını kapamak da mümkün değil. İşin hazin tarafı, bizim insanımız ‘kızıl’ kelimesinin de ‘yoldaş’ kelimesinin de tamamen Türkçe kelimeler olduğunu bilmiyor. Komünizm yüzünden bu kelimeleri kullanamaz olduk...”
Arif Nihat Asya’nın Bayrak şiiri gün geldi, sansüre uğradı.
Şiirin özellikle son kıtası, “emperyalist mesaj” içerdiği için edebiyat-şiir antolojilerine, okul kitaplarına alınmadı!
Arif Nihat Asya bu sansürden çok rahatsızlık duydu. “Elleri kırılsın! Elleri kırılsın” diye hep sitem etti...
ÖKSÜZ BİR ŞAİR
Ben başka “mahallenin” çocuğuyum.
Arif Nihat Asya’yı pek okumadım; pek tanımadım.
Çünkü önyargılıydım.
Yavuz Bülent Bakiler’in yazdığı “Arif Nihat Asya’nın İhtişamı” kitabını 2 yıl önce okuyup, hayatını öğrenince çok şaşırdım.
Neden bu derece katı-sert milliyetçi olduğunu kavradım; kaybetmek korkusu!
Arif Nihat Asya yetimdi...
7 Şubat 1904 İstanbul/Çatalca/İncek Köyü’nde doğdu.
Yedi günlük iken babası Ziver’i kaybetti.
Dört yaşındayken annesi Fatma Zehra ikinci evliliğini yapıp Akka’ya gitti.
Dedesi, onca ağlamasına rağmen onu annesine vermedi.
Ve o ne zaman tandırda pişen bir ekmek kokusu duysa aklına hep annesi geldi. O küçük yaşlarında yetimliğin öksüzlüğün ne demek olduğunu iliklerine kadar duyarak yaşadı. Bu yüzdendir ki, Türk şiirinde anne üzerine en çok şiir yazan şair Arif Nihat Asya’ydı.
Öksüzlüğü hep sürdü; altı yaşında ninesini kaybetti. Dedesiyle birlikte Gülfen Hala’sının evine sığındı. Üç kuzeni vardı evde, Şadiye Abla, Nuriye Abla ve Asiye Abla.
Balkan Savaşı sırasında bir gün “Gâvurlar geliyor” denilince, evlerini-barklarını bırakıp at-öküz arabalarıyla Çatalca’dan İstanbul’a göç ettiler.
İstanbul acılarını çoğalttı; önce Nuriye Abla’sını koleradan, sonra Şadiye Abla’sını veremden kaybetti.
Birinci Dünya Savaşı çıkınca halasının kocası Mehmet Fevzi cepheye gitti.
Onlar ise evde fakirlikle savaştılar.
Bu koşullarda halası yine de yeğenini, Gülşen-i Maarif Mektebi’ne yazdırdı. Çünkü babası İbrahim Tevfik ölürken vasiyet etmişti: “Torunumu mutlaka okut!”
Savaş uzadıkça yoksulluk arttı; bıçak kemiğe dayandı. Arif okuldan alındı. Çok ağladı. Halası öğretmenlerine gitti; durumu anlattı. Öğretmenlerin aracılığıyla Bolu’da yatılı okula verildi. Bu, öksüz bir çocuğun ailesinden artık tamamen kopuşuydu. 11 yıl devletin olanaklarıyla Anadolu’nun çeşitli okullarında yatılı okudu. Öksüzlüğünü ve devletinin ona sahip çıkmasını satırlara döktü.
Şair yönünü ilk keşfeden öğretmeni, -ileri de Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı da olacak- dönemin Bolu Maarif Emini Mustafa Necati Bey oldu. Onu gördüğünde hep “Şair” diye hitap etti; şiir yazması için yüreklendirdi.
İlk şiir kitabı “Heykeltraş”ı, İstanbul Yüksek Muallim Mektebi’nde yatılı öğrenci iken çıkardı.
“Arif’ine kimler yavrum der anne?
Beni evlat bilmez elbet her anne
Senin evin, senin dizin saadet
Nerde şimdi öyle mes’ud bir anne!
Bir mukaddes kitap gibi öpeyim
İnce solgun ellerini ver anne
Camlarımı kırdı kış ah üşüdüm
Pencereme çarşafını ger anne...”
1927’de İstanbul Muallim Mektebi’nin son sınıfında Hatice Semiha Arın ile evlendi. Hayatında ilk ve son kez, kimsesizliğe veda ettiği düğününde içki içti. 13 yıllık evlilikte Reha Uğur ve Kemal Koray doğdu. (Koray sonra annesinin soyadı Arın’ı aldı.)
İkinci evliliğini öğretmen Server Hanım’la Adana’da yaptı. Bu evlilikte Fırat ve Murat oldu. Kızı Fırat’ın gün gelip eşinden ayrılmasına çok üzüldü:
“Ben büyüdüm babasız yetim
Benim bir torunum var; babalı yetim.”
1928-42 yılları arasında Adana’da öğretmenlik yaptı. Sonra Malatya ve Edirne’ye tayini çıktı.
Anadolu Ajansı ve Ankara Radyosu’nda düzeltmen olarak çalıştı. 1950’de Demokrat Parti’den milletvekili seçildi. Milletvekilliği bir dönem sürdü; 1954’te bitti. Lise öğretmenliğine tekrar döndü; Eskişehir’e atandı. Sonra Ankara ve Kıbrıs’ta görevini sürdürüp 1962’de emekli oldu.
Yeni İstanbul ve Babıâli’de Sabah’ta makaleler yazdı.
Şiirlerini 5 kitapta topladı.
Bayrak şiirini yazdığı 5 Ocak günü, 1975 yılında Ankara’da öldü.
Toprağa verilirken mezarında mehter müziği çalınmasını vasiyet etti.
Öyle de yapıldı. Çünkü...
Mehter müziğinin en önemli marşlarından olan Fetih şiirinin de şairiydi:
“Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek
Dağlardan çekdiriler, kalyonlar çekilecek...
Elde sensin, dilde sen, gönüldesin, baştasın
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!..”