Unakıtan'a şükredelim, biz gerdekten bile vergi alırdık

Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, 17 Ağustos depreminden sonra konan vergilerin kalıcı hale getirileceğini söyleyince ayağa kalktık ve ‘‘geçici vergi nasıl olur da kalıcı hále getirilir?’’ demeye başladık. Unakıtan aslında yeni bir şey söylemiyor, bizdeki bir geleneğin hálá devam etmekte olduğunu ifade ediyordu: Konan verginin bir daha asla kalkmaması geleneğinin...

Biz aslında geçici vergileri kalıcı yapmakla kalmaz, akla gelen hemen herşeyden, meselá damatla gelinin gerdeğe girmesinden bile vergi alırdık ve bir zamanlar bakireden 60, dul kadından da 30 akçe vergi tahsil ederdik.

MALİYE Bakanı Kemal Unakıtan müjdeyi verdi ve 17 Ağustos depreminden sonra konulan vergilerin kaldırılmayacağını, aksine kalıcı hale getirileceğini söyledi. Unakıtan açık konuştu ve 'Kimse kimseyi kandırmasın. Bu vergiler deprem için değil, bütçenin ihtiyacı için çıkartıldı. Şimdi vazgeçme imkánımız yok. Vergileri kalıcı hale getirmeye dönük yasal düzenleme yapacağız' dedi.

Maliye Bakanı'nın sözlerini kimilerimiz şaşkınlıkla karşıladı, hatta bazı tüketici dernekleri vergilerin iptali için mahkemeye gitmeye bile karar verdi. Ama, Kemal Unakıtan aslında yeni birşey söylemiyor, yüzlerce senelik bir geleneğin devam edeceğini anlatıyordu: Bizde vergi her ne sebeple konmuş olursa olsun bir daha asla kalkmamış, kalıcı hale getirilmiş, üstelik devlet bir zamanlar teneffüs edilen havadan, hatta gelinle damadın gerdeğe girmesinden bile vergi almıştı...

İşte, vergi konusunda asırlar öncesine uzanan bu 'kalıcılık' geleneğimizin kısa öyküsü:

Vergi, Osmanlı zamanında da devletin hayat kaynaklarının başında gelir ve gerek takibine, gerekse de tahsiline son derece özen gösterilirdi. Vergi memurları devletin başka hiçbir vesileyle uğramadığı dağ köylerine bile katır sırtında çıkar ve tahsilát mutlaka yapılırdı. Ama değişmeyen kural, geçici olarak konmuş olan verginin bile zamanla kalıcı hale getirilmesiydi.

HAVA VERGİSİ BİLE VARDI

Rutin vergiler dışında savaş zamanlarında mutlaka yeni vergiler konur ve bunlara 'avárız' denirdi. Avárızın uygulamasına 16. asırda başlandı ve vergi sadece nakit olarak değil, mal yahut hizmet şeklinde de alınır oldu. Ama savaşların bir türlü bitmek bilmemesi üzerine, Dördüncü Murad avárızı kalıcı hale getirdi, üstelik oranını da arttırdı. Avárızın zamanla halkın belini büker hale gelmesi üzerine ödenebilmesi için hayır vakıfları kuruldu ve halk vergiyi vakıf gelirlerinden karşılamaya çalıştı.

Derken savaşların getirdiği yük daha da ağırlaştı ve devlet daha başka vergiler koymaya başladı. 1689'da Viyana'nın ikinci defa kuşatılması sonrasında yaşanan bozgun maliyeyi altüst edince 'imdad-ı seferiyye', yani 'savaş yardımı' adıyla yepyeni bir vergi icad edildi. İmdad-ı seferiyye, ilk zamanlarda devletin varlıklı kesimden aldığı uzun vadeli borç gibi görünüyordu ama zamanla geçici bir 'varlık vergisi' haline geldi. 1711 sonrasında ismi değiştirilip 'imdad-ı hazariyye'ye çevrilip kalıcı vergi yapılıverdi. Devlet, harcamalarını geçici vergi gelirlerine göre ayarladığı için bu büyük gelirden mahrum kalamıyor ve artık bütün geçici vergileri kalıcı hale getiriyordu.

BAKİREDEN 60 AKÇE

Bizde eski zamanlarda normal vergilerin yanında yerel yöneticilerin akıllarına estiği zaman koydukları ve 'nalbaha', 'selámlık, 'cerime', 'pişkeş' ve 'aylık' gibi isimler taşıyan başka vergiler de vardı ve halkın başına belá olan asıl vergi, işte bunlardı. Devlet bu çeşit gayrımeşru vergilerin önüne geçebilmek için bir hayli uğraşıyor, hatta alanların ölümle tehdit edildiği fermanlar bile çıkartıyor ama mali bunalım zamanlarında kendisi de benzer vergiler koymadan edemiyordu.

Devletin çeşitli bahanelerle aldığı bu gibi vergilerin genel ismi 'bád-ı hava' idi; 'bád-ı hava', 'hava rüzgárı' demekti ve teláffuzu zamanla değişerek bugün bildiğimiz 'bedava'ya dönüştü.

Bedava vergiler akla gelen hemen herşeyden, meselá cinayetten, göçebe aşiretlerin kalkıp gitmesinden, kölelerini kaçıran efendilerden, arazi sahiplerinin topraklarına bekçi dikmesinden bile alınırdı ama en ilginci 'arusiye' denilen düğün ve gerdek vergisiydi.

Gerdek vergisini, nikáhı kaydeden kadı efendi tahsil eder, zenginden bir altın, fakirden 12 akçe, orta hallilerden de bu iki miktar arasında canının istediği mebláğı alırdı. Toprak sahibinin, arazisinde yaşayanların evlenmesi halinde vergi alma hakkı vardı, verginin miktarı gelinin bakire olup olmamasına göre değişirdi ve bu miktar bakire kız için 60, dul kadın için 30 akçe idi. Gayrımüslimler bu miktarların yarısını verir, göçebeler vergilerini para ile değil, koyunla öderler ve ödeme yapılmadan gerdeğe girilemezdi!

İşte, devletimiz vakti zamanında gerdekten bile vergi almış olduğu için Kemal Unakıtan'ın söyledikleri bana hiç de garip gelmedi ve Maliye Bakanı'nın sözlerini geleneklerimizin devamı olarak yorumladım...

Gerdekten, kaçan köleden yahut cinayetten tahsil edilen bu gibi vergilerin zamanla nasıl modern vergi halini aldıklarını öğrenmek istiyorsanız, şimdi Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olan Abdüllatif Şener'in doktora tezine bakın. Kitap halinde çıkmıştır ve adı 'Tanzimat Dönemi Osmanlı Vergi Sistemi'dir. Merak edenler bulup okuyabilirler.


'Sevişme vergisi' bile şaka yollu gündeme gelmişti


EŞREF, 19. yüzyılın en meşhur hiciv şairiydi. 1847'de Kırkağaç'ta doğdu, genç yaşında katıldığı bir içki meclisinde bir arkadaşını yaralayınca memleketinden kaçıp Manisa'ya gitti, medreseyi bitirdi ve devlet hizmetine girdi. İmparatorluğun çeşitli bölgelerindeki kasabalarda kaymakamlık yaptı, bir ara siyasi suçlu olarak hapse bile girip çıktı, Mısır'a kaçtı, oradan Avrupa'ya, derken Kıbrıs'a geçti ve 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilánı üzerine İstanbul'a döndü.

Hayatının son senelerinde memleketi olan Kırkağaç'taki köşküne çekilen ve 1912'de ölen Eşref, Türk Edebiyatı'nın önde gelen hiciv şairlerindendi. Hicivlerinde sosyal konulara ağırlık vermiş, tek bir 'kıt'a'da, yani dört satırda zamanının en önemli isimlerini bir anda yerin dibine sokmuş ve hicivleri dilden dile dolaşmıştı.

Eşref, İkinci Abdülhamid zamanında hükümetin 'vergi reformu' adı altında yeni vergiler koymasını da hicvetmiş ve eski Türk Edebiyatı'na vergi konusundaki tek hicvi kazandırmıştı:

'Vergi miktarını ol (o) mertebe arttırmalı ki / Sahib-i servet (servet sahibi) olanlar da züğürt kalmalıdır / Yalınız fahişelik vergisi haksızlık olur / Evlilerden de seviştikçe rüsum almalıdır'.


Osmanlı ilk vergiyi kasaba pazarından almıştı


OSMANLI tarihleri, bizde bilinen en eski verginin Osman Gazi zamanında ve o zamanki ismi 'Germiyan' olan Kütahya'da, pazar yerinden alındığını yazarlar.

İlk verginin nasıl alındığı konusu Nihal Atsız'ın 1949'da yayınladığı 15. asır Osmanlı tarihçisi Aşıkpaşazade'nin eserinde geçer ve şöyle hikáye edilir:

'...Kütahya'dan adamın biri kalkıp geldi. 'Bu pazarın vergisini bana satın' dedi. Halk, 'Osman Han'a git' diye cevap verdi. Adam, Han'a gidip sözünü söyledi. Osman Gazi 'Vergi nedir?' diye sordu. Adam 'Pazara ne gelirse, ben ondan para alırım' diye cevap verdi. Osman Gazi, bu defa 'Senin gelenlerden alacağın mı var ki para istersin?' diye sordu. Adam 'Hánım, vergi almak töredir: vergi bütün memleketlerde vardır ve padişahlar vergi alırlar' cevabını verdi.

Osman Gazi sordu:
'Tanrı mı buyurdu, yoksa bu töreyi beyler kendileri mi koydular?'. Adam yine 'Töredir hánım! Tááá ezelden kalmıştır' dedi. Osman Gazi 'Bir kişinin kazandığı şey başkasının olur mu? Kendisinin olur. Ben onun malına ne kattım ki ondan para isteyeyim? Bre adam, var git! Artık bana bu sözü söyleme, yoksa sana ziyanım dokunur!' diye hiddetlendi.

Bunun üzerine halk araya girdi ve Osman Gaziye
'Hánım!' dedi. 'Bu pazarda bir nesnecik verilmesi ádettir'. Osman Gazi bunun üzerine 'Madem ki öyle diyorsunuz, bundan böyle bir yük getirip satan bir akçe versin, satamayan birşey vermesin. Koyduğum bu kanunu her kim bozarsa, Allah da onun dinini ve dünyasını bozsun' buyurdu...'.
Yazarın Tüm Yazıları