Türkiye markası ajansını arıyor

HER yıl Kültür ve Turizm Bakanlığı "tanıtım ihalesi"ni ekim ayında açardı. Bu yıl ihale temmuz ayında açıldı. Geçen hafta da reklam ajansları Türkiye markasını anlatan kampanyalarını bakanlığa teslim ettiler.

Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Mustafa İsen’i son durum hakkında bilgi almak için aradım. "Bu kez ihaleye üç bölge için (ABD-Rusya, Ukrayna, Türki Cumhuriyetler-Avrupa) temmuzda çıktık çünkü ekim ayı satışlar için önemli" dedi. Dedikodu Wunderman’dan alınan hizmetten bakanlığın mutlu olmadığı yolunda.

İsen’in verdiği bilgiye göre, eylüle kadar tanıtım için 30 milyon dolar harcanmış. Yıl sonuna kadar 20 milyon dolar daha harcanacakmış. Ama bu rakam Maliye Bakanlığı izniyle 20 milyon dolar daha artırılabilirmiş.

İhaleye 20 firma (reklam ajansı ve konsorsiyum) katılmış. 5 Eylül Salı günü, Türkiye’de ilgili meslek kuruluşları, reklamcılar derneğinden bir üye, bir akademisyen ve üç Turizm Bakanlığı elemanı ilk elemeyi yapacakmış.

Sonraki hafta ise Paris’te İngiltere, Fransa ve Danimarka Tanıtım Müşavirleri son aşamayı gerçekleştirip Türkiye markasının turistik iletişimini 2006-2007’de yapacak ajansı seçeceklermiş. Haydi hayırlısı...

Kuşku yok ki ülkelerde ya da dünya kamuoyunda Türkiye markasının sesi sadece turistik iletişimde duyulmuyor.

İhraç ürünlerimiz, diplomatik tavrımız ve tarzımız, global iş dünyasındaki ilişkilerimiz, kültürel etkinliklerimiz, liderlerimiz, yazar, sporcu, sanatçı, bilim adamı gibi tanınmış starlarımız da Türkiye markasını yapılandıran çok önemli sesler...

Düşünün ki Lübnan’a asker gönderdik. Türkiye markası dünya kamuoyunda nasıl algılanır? Ya da göndermedik. Bu durumda algı değişir mi?

Algıyı doğru yönetirsek ne fark eder. Önemli olan TBMM’nin kararı ne olursa olsun, Türkiye’nin davranışına bir "duruş" bir "konum" kazandırmak.

Ülke olarak diplomatik arenada tutarlı bir duruşumuzla, algıyı doğru çerçevelesek her yıl turistik Türkiye’ye yatırdığımız 70 milyon dolardan kesinlikle daha fazla verim alırız.

Sorunun çözümü her Türk vatandaşına, her kuruma, her şirkete Türkiye markasına katkısını öğretmekte. Bu konuya devam edeceğim.

Psikolojik harpte sivil güç

KARA Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ, devir teslim törenindeki konuşmasında bölücü örgüte yönelik psikolojik harp konusunda yetersiz kalındığını söyledi.

Hálá gençler kandırılıp dağa çıkarıldığına göre Başbuğ Paşa’nın dediği gibi bölücü örgütün beyin yıkamakta oldukça etkili olduğu anlaşılıyor.

Bugün 18 yaşında bölücü örgüt tarafından kandırılıp dağa çıkanlar yedi yaşındayken biz neredeydik değil mi?

11 yıl boyunca bu çocuk ne okudu, ne dinledi, ne izledi de Türkiye Cumhuriyeti’ni, Silahlı Kuvvetleri düşman olarak algıladı?

Üzerinde sistematik olarak düşünmek, çalışmak, projeler üretmek lazım.

Psikolojik harp dediğin doğru medyada, doğru mesajı, doğru hedef kitleye verme sanatı.

Askerin sivil beyinleri hiçbir konuda yabana atmadığını biliyorum.

Türkiye’nin iletişim, reklam dahileriyle bir araya gelip bu konu üzerinde iki gün düşünüp, çalışsalar çok parlak stratejiler, taktikler üretebilirler.

Böyle bir çalışmanın iletişimcilere de çok yararlı olacağı kesin. Günün sonunda bugün bildiğimiz tüm yönetim, pazarlama, reklam stratejilerinin çıkış noktası da askeri uygulamalar değil mi?

Ha Ipod ha icat

ÇİSİL gazete okurken kafasını kaldırdı. "Ayket yeni mi çıktı?" diye sordu.

"Efendim, efendim" dedim.

Çisil tekrarladı: "Ayket diyorum ayket, yeni mi çıktı!"

Yine bir şey anlamadım. Yanına gidip okuduğu şeye baktım. Arçelik’in 300 icat çıkardık diyen reklamını okuyordu. Reklamın başlığında kocaman "İcat" yazıyordu. "Yine anlamadım" duygusu yaşarken birden jeton düştü.

Çisil, Ipod’dan (Aypod) yola çıkarak kocaman "İcat" sözcüğünü (Ayket) diye okumuş ve Arçelik’in Ipod benzeri bir müzik aleti çıkardığını algılamıştı.

Türkçe’nin düştüğü duruma bakın! Türkçe’ye acil müdahale şart! Çok acil.

Teknoloji üretenlerin yeni sözcük türetmesi ve dil iktidarını ele geçirmesi normal, Türkiye’deki ise başka bir şey.

Yabancı sözcük kullanma savrukluğumuz canım Türkçe’yi algılamamızı etkilemeye başladı. Neyin Türkçe neyin İngilizce olduğu belli değil artık. Kafalar karıştıkça karışıyor. Bu yeni nesil için büyük tehlike... Acil bir şey yapmak şart. Çok acil!

Not: Yeri gelmişken Arçelik’in "300 İcat" reklamının, hoş duygular eşliğinde mesajını izleyiciye geçirdiğini söyleyebilirim. Arçelik markasının "teknolojik" değerini artıran bir reklam olmuş. Hoşluğu sağlayanlar çim biçme makasıyla şekillenmiş Arçelik ürünleri ve yanağından makas alınan çocuk.

Haydi Babahan derse

GEÇEN pazar 2000’li yılların başında reklam-pazarlama eleştirisi yazmaya başladığımda, Hürriyet yönetiminin nasıl kale gibi arkamda durduğunu anlattım.

Turkcell’in Doğan Grubu’na dahil mecraları kullanmamasını eleştirirken de bir araştırmadan söz edip "Reklamcılar CNN Türk’te beni ve programımı susturdu ama bu araştırma devam ediyor" diye yazdım.

Bir de baktım Ergun Babahan pazartesi günü "Bir’e Bir Soru" başlığı altında "Reklamcı baskısıyla program koyup kaldıran bir kurumda çalışmak Atıf Hoca’yı rahatsız etmiş mi? Yarın yazılarına da müdahale edilirse ne yapmayı düşünür?" diye soru sormuş.

Babahan, yazdıklarımdan programımın "yönetime baskı" sonucunda kalktığı sonucuna nasıl vardı anlamadım. "Atıf Hoca ile Reklam Rekabeti" CNN Türk’te tam iki yıl boyunca yaptım. Yönetim bir kere bile yaptığım eleştiriye karışmadı, bir kere bile programı sansürlemedi.

Reklamcılar iki buçuk yıl boyunca her gördükleri yerde gagaladı. Ekrandaki eleştirilerime karşı eleştirilere yanıt vermekten, aranmaktan, "aslında şöyle demek istemiştim" demekten, "program biraz mizahi bir formatta ama biliyor musun" açıklamasını yapmaktan yoruldum.

Tam bu sırada CNN Türk yönetiminden programın formatını biraz daha genel izleyiciye uyarlamam istendi. Tamam dedim ara verdim. Ama bir daha da kendimde mücadele edecek enerjiyi bulamadım.

Yani sustum, çünkü gagalanmaktan çok yorulmuştum. Ama müjde vereyim "Atıf Hoca ile Reklam ve Rekabet" çok yakında Bahçeşehir İletişim STV öğrencilerinin yapım-yönetimi olarak bu sinemada.

Madem sorudan başladık sorudan gidelim. Babahan’a bir soru da ben sorayım. Kupür dosyamda 16 Mart 2006 tarihli iki adet Sabah’ın Günaydın eki duruyor. Biri o günün ilk baskısından. Manşetinde ünlü bir reklamverenin eşini aldatma öyküsü...

Diğeri aynı günün son baskısından... Reklamverenin aldatma öyküsü kalkmış yerinde Kadir İnanır’ın takım elbise haberi var.

İki hafta sonra okul açılınca ilk derste öğrencilerle bu iki farklı baskıyı analiz edeceğim. Eğer öğrenciler "Niye aynı gün iki farklı baskı?" diye sorarlarsa ne diyeyim sevgili Babahan? Artık görevde olmadığınız için size söylemediler mi? Sorumlu kimse sorup öğrenseniz... Hatta derse gelip öğrencilere iki farklı baskının nedenini kendi ağzınızla anlatsanız.

Ne ders olur ama değil mi? Hele bir de öğrenciler "Yarın sizin yazınız nedeniyle de iki baskı yaparlarsa ne yaparsanız?" diye sorarlarsa... Ne ders olur değil mi? Valla olur. Haydi kırmayın gelin.

Not: Yarın Turkcell eleştirisinde Ali Atıf Bir, Doğan Grubu’nu kollamış iddiasına yanıt vereceğim.

Dinci basın bunu da yazın

UZUN bir süredir dinci gazetelerin tiraj saklama oyununu yazıyorum. Cuma günü Tufan Türenç de bu konuya değindi. Hiçbir dinci gazetenin ABC Tiraj Denetim Kurulu’na aboneleriyle ilgili fatura bilgilerini veremediğini yazdı.

Doğrudur, dinci gazeteler ABC’ye fatura vermekten kaçınıyorlar "Niye vermiyorsunuz?" dediğinizde de "ABC Tiraj Kurumu’nun işi fatura denetlemek değil tiraj denetlemek" diyorlar.

Efendim, niye diğer gazetelerden fatura istenmiyormuş da onlardan isteniyormuş!

Defalarca "niyesini" açıkladım ama yine açıklayayım. Dinci gazetelerin bayi satışları yok denecek kadar az, okur katsayıları da söyledikleri tirajlara karşılık gelmiyor. Diğer gazetelerde ise böyle bir şüphe yok. Dolayısıyla da ABC Tiraj Kurumu, dinci gazetelerin tirajlarından emin olmak için ek denetim göstergelerine bakmak istiyor.

Bunda gocunacak bir şey yok. Vergi denetimlerinde de eğer vergi kaçağı şüphesi varsa denetçiler sadece stok saymakla, fatura incelemekle yetinmezler, örneğin elektrik sarfiyatına bakmak gibi dolaylı denetim yollarına da başvururlar. Bir kaçağı olmayan da gönül rahatlığıyla her türlü belgesini denetçiye verir.

Dinci gazeteler ise fatura vermekten kaçınıyorlar. Çünkü tiraj bilgileri, güçlü görünmek, reklam alabilmek için şişirilmiş aboneliklere dayanıyor. Asıl amaçları dinci propaganda... İslam aşkına Türkiye’yi sarmak ve sarsmak isteyenler dörder, beşer, onar abone olup bu gazeteleri oraya buraya "forward" ediyorlar.

Onlar da şişirilmiş tirajla reklamverenleri "bize reklam verin yoksa bizimkiler sizden mal almaz diye" tehdit ediyorlar. Nitekim reklam vermeyenlerden gücü yettiklerine "perakendeci cemaat şebekelerini" harekete geçirip ambargo uygulatıyorlar.

Bunlar doğru değil mi? Doğruluğunu ispat etmek elinizde. Verin fatura adreslerinizi kurtulun. Vermiyorsanız da artık lütfen susun.

Çekirgelik

Biri bir şeyin bir yerde basılmasını istemiyorsa o haberdir. Gerisi reklamdır.

(Lord Northcliffe)
Yazarın Tüm Yazıları