Stuttgart’ta küreselleştim de duruldum

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, Türkiye’de sanat ortamında neler olduğunu özetlemek için ülke dışında ‘Şimdi’ adı altında bir festivalin yolunu açmıştı geçen sene Berlin’de.

Bu sene de Stuttgart’a gidildi ‘Şimdi Stuttgart’ adı altında.

Fazıl Say, Mor ve Ötesi, Baba Zula, Aziza A, Kardeş Türküler konserleri, film gösterimleri, tiyatrolar, paneller vesaire... Dışişleri Bakanlığı, Stuttgart Türk-Alman Forumu, Aksanat ve Hürriyet de destek veriyor festivale ve sekiz günde 30’dan fazla etkinlik yapılıyor...

İstanbul’da işleri ayarlayıp (eğer ayarladıysam şu anda niye otel odasında yazı yazıyorum acaba?..) ben de takıldım İKSV tayfasına ve Stuttgart’a geldim.

Stuttgart, Almanya’nın yedinci büyük şehri. Fakat ilk izlenimim şehrin sıkıcı olduğu yolundaydı. Önyargı da diyebiliriz buna aslında. Çünkü izlenim dediğim havaalanından otele kadar yaptığımız yolculuktu.

Üçüncü günün sonunda ‘Almanya acı vatan, Stuttgart daha acı’ diye bağırarak, sıkıntıdan kaynaklanan akıl kaybı neticesinde terk-i diyar eyleyebileceğimi düşünerek otele yerleştim.

Bir Türk olarak, Almanya’da otel odasına İtalyan yemeği söyleyip, Çek birası içip, Eurosport’un Avustralya’dan canlı olarak yayınladığı jimnastik şampiyonasında yarışan Rus sporcuyu hayretle seyrederken ‘Küreselleşme dedikleri bu değilse nedir?’ dedim kendi kendime. Bu arada durumun tuhaflığını daha da vurgulamak amacıyla kalkıp otel odasının banyosundaki kozmetik ürünlerine göz attım: Made in Canada.

Baktım hayat otel odasında geçmeyecek; Avrupa şehirlerinin hemen hepsinde aynı olan sisteme güvenerek kendimi dışarı attım. Bir sanat müzesi muhakkak vardır... Şehrin değer verdiği bir ürünüyle ilgili bir müze daha muhakkak vardır (Burada Mercedes, Porsche, Hegel Evi ve Şarap müzesi var...) Merkez istasyonunun civarı genellikle tekin olmayan fakat eğlenceli mekanlarla doludur. Alışveriş için bir cadde -trafiğe kapalıdır- muhakkak bulunur falan filan...

İlk durak, Stuttgart vatandaşlarının gururla söz ettikleri Staatsgalerie oldu. Bir kere bina başlı başına bir şaheser. İngiliz mimar James Stirling (Adından bahsederken bile ayağa kalkarım) yapmış, 1984’te açılmış.

Almanya’nın en geniş Picasso koleksiyonuna sahip müze. Monet, Munch, Rembrandt, Cezanne, Giacometti, Warloh, Lichtenstein, Modigliani, Matisse, Miro, Chagall, Beckmann filan var sürekli sergide.

Staatsgalerie Stuttgart’ı gezmeyi tamamladığımda ‘Affet beni Stuttgart, ön yargımı ekmeğe sürüp yiyesim geldi’ noktasındaydım.

Sonra Bauhaus tayfasının daha 1920’lerin başında yaptıkları binalardan oluşan mahalleyi gezdim. 2005 senesinde hiçbir şey ifade etmeyebilir bu binalar ama 1920’lerde uzay istasyonu gibi algılanmış tabii.

Efendime söyleyeyim, güzel bir plakçı da buldum... Almanya’da (Berlin’i ayrı tutuyorum) İngilizce kitap bulmak pek kolay değil. Yani zorlarsanız buluyorsunuz da; genellikle zorlama kısmını yemek yemeye ayırıp, kitap almayacakmışım gibi yapıyorum.

İyi müze gezdim, iyi plaklar aldım, iyi konserlere de gittim. Daha ne isterim di mi? Sonra bir düşündüm ki, Noel’e bir ay filan var. Bu dönemde Almanya’da ne olur: Weihnachtsmarkt olur. Siz şimdi haklı olarak o ne diyeceksiniz. Ben yazabiliyorum ama okurken problemler yaşıyorum hálá. Weihnachtsmarkt için Noel Panayırı diyeyim özet olarak.

Şehrin en popüler meydanına hediyelik eşyacılar, buz pateni pisti, yeme içme büfeleri filan kuruluyor, millet hem alışverişini yapıyor hem eğleniyor.

İki veya üç sene önce Hasan Cemal’le Dortmund’dakine takılmıştık. Hasan Abi’ye Almanya’daki öğrencilik yıllarından sonra ilk kez ‘grog’ içirmeyi başarmıştım. Grog, sıcak su, rom gibi şeylerle yapılan, içince insanda kar yağsa bile atlet-fanilayla gezme hissi yaratan bir likit...

‘Gel bakalım adı zor söylenen fakat ortamı enteresan olan panayır’ diyerek, hadiseye yazılma kararı aldım. Şimdi bu yazıyı bitireceğim, sıkıca giyineceğim (Grog’a ulaşana kadar donmak da var, çok soğuk hava...) ve kendimi tekrar sokaklara vuracağım. Weihnachtsmarkt bu akşam açılıyor çünkü.

Plakçıda iki kere elime alıp yerine bıraktığım bir albüm vardı... Aklımda kalacağına cebimi delsin, di mi ama?..

İstediğiniz bir şey var mı diyeceğim saçma olacak. Zaten ben bu yazıyı perşembe yazıyorum, siz cumartesi okuyacaksınız, ben cuma dönmüş olacağım...

Şimdi dur bakalım; önce dosyayı kaydedeyim... Bundan sonraki bölüm sizi ilgilendirmiyor, keyfinize bakın...

Kaç kişinin işine yarar bilemem ama size plakçı bulma tüyosu vereyim

Şimdi vereceğim tüyo, aslında ‘Eskimo diyarında canınız limonlu dondurma çektiğinde yapmanız geren hareket şudur...’ gibi bir şey.

Kaç kişinin işine yarar bilemem. Fakat Stuttgart’ta ‘İlk kez gidilen yabancı şehirde iyi müzik tedarikçisi nasıl bulunur?’ konulu bu tüyom en azından İstanbul Kültür Sanat Vakfı Genel müdürü Görgün Taner tarafından son derece faydalı bulundu.

‘İyi müzik tedarikçisi’ derken, ‘butik müzik dükkanı’ gibi bir şeyden bahsediyorum. Bütün şehirlerde Virgin Megastore ve türevi dev müzik mağazaları bulunuyor. Fakat bu mağazalarda aradığınız her şeyi bulmanız mümkün olmuyor. Binlerce CD oluyor tabii; fakat bağımsız müzik şirketlerinin albümlerini, hele plak formatında bulmak mümkün değil bu mağazalarda.

Diyeceksiniz ki; ‘Gir internete o memlekete gitmeden önce, plakçıların adreslerini çıkartıp cebine koy...’

İlk bakışta tabii en makul yöntem bu. Fakat üzerinize afiyet, biraz tembellik var. Bir de, daha önceleri gittiğim şehirlerde internet aracılığıyla sağladığım adreslerde hayal kırıklığı yaşamışlığım var.

O zaman ne yapıyoruz; insan ilişkileriyle çözüyoruz işi. Tüyo da burada başlıyor zaten. Gittiğim memlekette hemen o dev müzik mağazalarından birine girip, yalancıktan biraz geziniyor ve tezgahtarları inceliyorum.

Tercihen uzun saçlı, dünyaya umutsuz bakan... Amaaan anlatması uzun sürer; iyi müzik dinliyor olma ihtimali yüksek bir çalışana yanaşıp ‘Birader (veya hemşire, her neyse) buralarda plak nerede satılır?’ diyorum.

Cevap genellikle ‘Longplay mi?’ oluyor.

‘Aynen canım kardeşim. Fakat beni elektronik müzik dükkanına yollama, çirkinleşebiliyorum. Rock plakları konusunda nam salmış dükkan arıyorum. İkinci el de bünyeyi bozmaz...’ diyorum

Ve hiç şaşmaz bir şekilde elimde bir adresle dev mağazadan çıkıp, küçük fakat iyi müzik satan plakçıya doğru yola koyuluyorum.

Stuttgart’ta bulduğum madenin adı Ratzer Records. Yolu oraya düşecek olanlar için adres de vereyim, bu tüyo iyice az kişinin işine yarasın: Ratzer Records. Paulinen Str. No: 44

Köning Strasse’ye Hauptbahnhof tarafından girip sonuna kadar yürüyün (Yaklaşık iki kilometre), Paulinen Strasse’yi görünce sağa sapın, üç-dört bina sonra.

Portishead’in remikslerini, Vashti Bunyan’ın ‘Just Another Diamond Day’ini ve Slits’in ‘I Heard It Through The Grapevine’ versiyonunu filan buldum. Öyle bir maden...
Yazarın Tüm Yazıları