Sözcüklerle insanların ilişkisi

Sözcükler... Harflerden oluşan o minicik, masum şeyler... Gelişigüzel sarf edilmeyecek kadar değerli mi?

Hem konuşurken hem yazarken...

Dikkat mi etmeliyiz yani, onları kullanırken?

Onlar gerçeği değiştirebilir mi?

Kurmaca bir trajediden, gerçek hayatta gerçek bir trajedi doğabilir mi?

Sözcükler öldürebilir mi?

*

Paul Auster’ın son kitabının kahramanı Sid, romanın (Kehanet Gecesi) bir yerinde benzer sorulara cevap arıyor. Çünkü bir arkadaşı ona 50’li yılların ortasında yaşamış parlak bir Fransız yazarın hikayesini anlatıyor. Söz konusu yazar, 58 yılında, küçük bir çocuğun boğularak ölümünü konu alan kitap uzunluğunda bir düzyazı şiir yayınlıyor. Kitap, piyasaya çıktıktan 2 ay sonra, ailesiyle Normandiya kıyılarına tatile gidiyor. Tatilin son gününde de, 5 yaşındaki kızı, Manş Denizi’nin çırpıntılı sularına giriyor ve boğuluyor.

Yazar, berrak ve keskin zekalı biri olmasına rağmen...

Kızının ölümünden şiiri sorumlu tutuyor.

Kahroluyor.

Hayali bir boğulmayla ilgili yazdığı şeyin, gerçek bir boğulmaya sebep olduğuna, kurmaca bir trajediden gerçek bir trajedi doğduğuna inanıyor.

Bir daha sözcüklerle işi olmayacağına, eline kalem almayacağına yemin ediyor.

Ve yazarlığı bırakıyor.

*

İnsana tuhaf geliyor değil mi?

Hatta saçma.

Hayal gücüyle, gerçek arasında nasıl bir ilişki olabilir?

Yazarın başına gelenler için ‘Korkunç bir rastlantı’ diyebiliriz ya da tarifi olmayan bir talihsizlik, yani olup biteni sadece ‘tesadüf’le açıklayabiliriz.

Ve ekleyebiliriz: ‘Kendisini boşu boşuna cezalandırıyor.’

Nitekim, romanın kahramanı Sid de aynı şeyi savunuyor.

Oysa, bu hikayeyi ona anlatan kişi, okurken benim çok etkilendiğim bir şey söylüyor:

‘Düşünceler gerçektir... Sözcükler gerçektir... İnsana ait her şey gerçektir ve bazen biz olayları gerçekleşmeden önce biliriz, hatta farkına varmasak bile. Şimdide yaşarız ama gelecek, her an içimizdedir. Ve belki de yazmak denilen şey budur. Geçmişin olaylarını kaydetmek değil, gelecekteki olayları yaratmak...’

İşte bu yüzden söz konusu yazar, kızının ölümünden, hatta ölüm şeklinden o lanetli şiiri, dolayısıyla kendini sorumlu tutuyor ya.

Farkında olmadan bir ara getirdiği sözcüklerle, farkında olmadan geleceği şekillendirdiğine inanıyor.

*

Benim böyle sapık bir beynim var.

Kitapta anlatılan bu mesele üzerine saatlerce kafa patlatabilirim.

Ve biri bana ‘Ne düşünüyorsun?’ diye sorsa ‘Hiiiiiç’ diyebilirim.

Ama şundan eminim; sözcüklere dikkat etmek gerekiyor, onların içimizden çıkmasına izin verirken de, kağıt üzerine geçirirken de. Bir ağırlığı var onların, bir enerjisi var. Sarf edilen her sözcük, her düşünce havada asılı kalıyor. Ve size acayip gelebilir ama bence de mümkün geleceği şekillendirmeleri. Onların tamamen kendilerine özgü, bizden bağımsız bir dünyaları var. Sihirli, büyülü bir dünya. Ve kendi aralarında tuhaf bir ilişkileri var. Bir şeyi, bir başka şeye dönüştürebiliyorlar. Etkileme gücünden söz etmiyorum, çok güzel konuşursun da birilerini etkilersin, hayır benim söylediğim bu değil, sadece düşünüyorsun, hayal ediyorsun, kuruyorsun ve yazıyorsun.

Ve bir anda bakıyorsun ki, senin tamamen uydurduğun şeyler karşında bir gerçeklik olarak duruyor.

Tamamen aman Tanrım! Bu da ne şimdi?

Tabii insanı korkutuyor.

Bu aynı zamanda müthiş bir güç.

Bu yüzden yazarlık denilen şey sorumluluk gerektiriyor.

Kıytırık bir yazar olsam bile, sözcüklerle dans, zaman zaman beni de korkutuyor.

Hey, sadece sizin için korkmuyorum!

Ben kendim için de korkuyorum.

Bir ben varım, bir de yazılardaki kadın.

İkisi aynı kişi gibi duruyorsa da değil.

Ve bazen fark ediyorum ki, ben, sözcükleri bir araya getirip yarattığım o kadının hayatını yaşamaya başlamışım. Kurgu olarak yazdığım şeyler gerçek olmuş. Ben bir konumdan başka bir konuma geçmişim. İşte o zaman kendimi, kendime şu soruyu sorarken yakalıyorum:

‘Bu kadın ben miyim?’

Mezarını görmek isteyenlerden misiniz yoksa gözüm görmesin diyenlerden mi?

Bazıları kimseye yük olmak istemez.

Yaşarken de ölürken de.

Yaşarkenkini anlamak mümkün ama öteki....

Bir sabah kalkıyor, ‘Hanım benim biraz işimi var’ deyip sokağa çıkıyor, Mezarlıklar Müdürlüğü’ne gidip ikinci adresiyle ilgili işlemleri başlatıyor.

Yani mezarını satın alıyor.

Niye? O öldükten sonra ‘Neden insanlar onunla ilgili bir şey için uğraşsınlar, değil mi efendim? Bir sürü iş şimdi... Yük işte. Ekstradan bir çaba. Eziyet, eziyet!’

Hayranlık duymamak mümkün değil böyle insanlara, dedem de onlardan biriydi. Her şeyi kontrolleri altında tutmaya, olabildiğince kendi istedikleri gibi şekillendirmeye ihtiyaçları var. Bu onları mutlu kılıyor. Başkasını mutsuz etmeyecekleri için seviniyorlar.

Bu işe bir kalkıştın mı, mezar yerini satın almakla yetinemiyorsun tabii, düşüyorsun taşının derdine, nasıl olacak, üzerinde ne yazacak?

Gazete ilanını da yazıyorsun, çağırıyorsun çocuklarını diyorsun ki: ‘Budur... Hüzünlenmenin, baba şimdi ne gereği vardı demenin manası yoktur. Şimdiden kendinizi hazırlasanız iyi olur...’

*

Bazıları da var ki, küt diye insanın yüzüne karşı:

‘Ölümün hazırlığı mı olur?’ der.

Onlar ölüm fikrinden hoşlanmazlar.

‘Allah gecinden versin, dağlara taşlara, ulu ulu ağaçlara...’ desturları budur. Onlar şimdinin insanlarıdır. Şu anda, hayatta nasıl durduklarına bakarlar. Ölümün nasıl geleceği, ne olacağı, mezarının nasıl duracağı filan onları zerre kadar ilgilendirmez. Kime yük olup olmayacakları da: ‘Kusura bakmasınlar ama onlar öldükten sonra kime yük olacağımın ne önemi kalacaktır...’

Onlar değil mezarlarını düşünmek, değil satın almak, değil görmek...

Akıllarına bile getirmezler:

‘Üç gün mü yaşanacak, adam gibi yaşanır biter...’

*

Siz hangi gruba aitsiniz bilmiyorum.

Mezarını görmek isteyenlerden mi, gözüm görmesin diyenlerden mi?

Ha tabii bir de arada kalanlar var.

Bir tanıdığım, aile fertleri için mezar satın alma girişiminde bulunuyor, gelecekte herkes birlikte yatsın diye, tam faaliyetler başlayacak, mezar yapılacak, mezarcı çağırıyor, ‘Gel gör’ diyor. Alıyor mu bizimkini bir tereddüt, bir türlü gidemiyor, mezarcı peşinde, ‘Abi gelsene, abi gelsene...’ Sonunda bir gün dayanamıyor ve mezarcıya durumu açıklıyor:

‘Ya kardeşim ayağım gitmiyor, para değil mesele, sana gelir de mezarı yaptırtırsam bizimkiler ölecekmiş gibi geliyor!’

Bu hafta bu konuda sizi daha fazla aydınlatabilmek için istatistik almak amacıyla Mezarlıklar Müdürlüğü’nü aradım, müdürle görüşemediğim için çok fazla şey öğrenemedim. Sadece yatayların bu konuda dikeylerden daha fazla şansı olduğu öğrendim. Dikey durumda olanlara İstanbul’da mezar satılmıyormuş. Bana ilginç bir konu gibi geldi. Sizi ne düşünüyorsunuz, bu işlere dikeyken mi girişmeli, yatay olmayı mı beklemeli. Belki enteresan öyküleriniz vardır. Öğrenmek istiyorum. Yazın bakalım ne çıkacak...

Babaanne

Babaannem 83 yaşında.

Geçen gün hepimizi korkuttu, hastaneye kaldırıldı, ben de apar topar Adana’ya gitmek zorunda kaldım. Bir tane değil pek çok rahatsızlığı var. Akciğer, karaciğer, hafıza, yaşlılığın getirdiği sorunların hepsi bir arada. Kanser de cabası.

Bembeyaz çarşafların içinde saçları topuz yapılmış oturuyor. Sanki karşımda bir çocuk duruyor. Ellerimi tutuyor, parmaklarıma şaşkın şakın bakıyor:

‘Evladım, neden bu tırnakları bu kadar derinden kesiyorsun?’ diyor.

‘Neneciğim, ben tırnaklarımı yiyorum.’

‘Hálá mı?’

‘Hálá.’

‘Peki neden bu pabuçlar bu kadar sivri?’ diyor.

‘Şimdi bunlar moda neneciğim’ diyorum.

Bazen kendinde oluyor, bazen olmuyor.

Bazen bugünü yaşıyor, bazen geçmişi. Hepimiz biliyoruz uzatmaları oynuyor aslında.

Bütün aile etrafında bir hastane odasında, ne kadar benziyor başlangıç noktasına... Biri doğduğunda da toplanır bütün aile, biri veda ederken de... Fiziken de aynı dönüşme oluyor sanki... Sonuna geldikçe küçülüyor insan, büzülüyor, çekiliyor... Bebek formuna dönüyor. Ve sanki bir iyilik geliyor üzerine, bir temizlik, bir saflık, bir masumiyet...

Elleri ellerimde, gözlerimi alamıyorum ellerinden, nasıl güzel çizgi çizgiler, yüzü de öyle, onlar çizgi değil yaşadığı her anın bedeninde bıraktığı işaretler.

Fotoğraf çekme isteğimi uyandırıyor o çizgiler, o yüz, o eller, o bakışlar, gözler.

Siyah beyaz fotoğraflar.

Evde duran o Nikon’u kullanmayı öğreneceğim ve o fotoğrafları çekeceğim.

O fotoğrafları çekersem nenemin ölmesi gecikecekmiş gibi geliyor bana.

Acele etmem lazım acele.

Bu akşam Dubai’ye.

Haftaya tekrar Türkiye’ye.

Ve elimde makine doğru neneye...

HAMİŞ: Bu hafta farkındaysanız, önce kendimi sonra haddimi aştım! Birbirleriyle bağlantısız gibi görünse de birbirine geçmeli üç yazı yazdım. Eğer kurgular gerçek oluyorsa, nenem biraz daha uzun süre yaşar. Diliyor, dua ediyorum.
Yazarın Tüm Yazıları