Soyunup yatağa girerlerse gitmem o filme!

Gönderilmemiş Mektuplar'ı izledim ve merakımı giderdim. Baştan söyleyeyim, bekliyordum ama bu kadar ‘‘Eski Türk Filmi’’ beklemiyordum.

Ne demek ‘‘Eski Türk Filmi’’? Öyküsünü anlamak için fazla zorlanmadığın, daha başından filmin sonunu okuyabildiğin, bazı eğretiliklere gülmemek için kendini zor tuttuğun, onu izlerken aynı anda bir kitabın yarısına gelip diğer taraftan da gazete başlıklarına göz atabildiğin film benim sözlüğümde, ‘‘Eski Türk Filmi’’dir.

Ne yazık ki ‘‘Eski Türk Filmi’’ni tanımlamak için saydığım tüm özellikler Gönderilmemiş Mektuplar'da mevcut. Kötü bir şey mi ‘‘Eski Türk Filmi’’ olmak? Haşa! Kesinlikle değil. Hálá televizyonda oynayan eski Türk filmlerine takılır zevkle de izlerim.

Gönderilmemiş Mektuplar'ı da böyle takılıp ‘‘Eski Türk Filmi’’ niyetine zevkle izledim. Bazen gülerek, bazen gözlerim yaşararak, bazen bayım bayım bayılarak, bazen de sinirlenerek.

Yusuf Kurçenli ağdalı bir sinema diliyle, saatlerce anlattığı öykünün kırılma noktalarını, bir de kahramanlarına özetletmese çok daha iyi olurmuş. Ben zekamla dalga geçen bu tekrarlara sinirlendim örneğin.

Türkan Şoray ve Kadir İnanır'ın performansları daha önce neyse, bu filmde de o. 80 yaşına gelseler de onların meraklıları olacaktır. Ama 80 yaşında da Leyla ile Mecnun'u oynar, ‘‘yıkılmadık, ayaktayız’’ diye yatağa girer sevişirlerse vallahi de billahi de gitmem o filme haberiniz olsun.

Filme gidip gitmeme kararını ise size bırakıyorum. Ben ‘‘gidin’’ deme sorumluluğunu üstüme alamam.

Tavsiye

Gülriz Sururi ve Bir An Gelir

Bu hafta size tavsiyem Gülriz Sururi'nin Bir An Gelir isimli anı kitabı. Sururi'nin ilk kitabı Kıldan İnce Kılıçtan Keskin'i okumamıştım, bu kitabı okuduktan sonra okumadığıma pişman oldum.

Sururi'nin dili çok akıcı, kitap rahat okunuyor. Eğer tiyatro ile ilişkiniz sadece izleyici düzeyinde ise bu anıları kaçırmayın. Çünkü Sururi Bir An Gelir'de tiyatronun bilinmeyen yönleri ile ilgili haddinden fazla pencere açıyor.

Benim kitaptan çıkardığım bir sonuç var. Gülriz Sururi öyle böyle değil, oldukça akıllı bir kadın. Akıllı bir kadının hayata nasıl baktığını, işini ve evliliğini nasıl yürüttüğünü öğrenmek istiyorsanız yine Bir An Gelir tam size göre...

Bir de kitabın içinde ekrandan tandığınız Ala Luna programının perde arkaları var tabii ki. Örneğin Sabancı niye Star'da yayınlanan Ala Luna'ya konuk olmamış biliyor musunuz? Öyle ‘‘Armut piş, ağzıma düş’’ yok! Alın kitabı okuyun, 278'inci sayfasında yazıyor. Siz de hazıra konmaya pek alıştınız biliyor musunuz? Bu hafta sonu tembellik yok. Silkinin biraz. (Gülriz Sururi, Bir An Gelir, Doğan Kitap, 2003)

İhtiras sabun köpüğü değil

Geçen hafta uzun süredir yapmayı çok istediğim bir şey yaptım ve Gencay Gürün'ün yönettiği İhtiras adlı oyunu izledim.

İhtiras, tiyatro dünyasındaki entrikaları ele alan bir oyun. Yaşı geçkin ünlü oyuncu Margo Channing ile ün delisi genç Eve Harrington oyunun ana kahramanları.

Afişinde, sadece uyarlayan olarak John Baker'ın adı yazıyor ama (her nedense!) İhtiras'ın kökü Marry Orr'un The Wisdom of Eve adlı öyküsüne dayanıyor.

Orr'un aynı öyküsünden yola çıkarak Mankiewich'in 1950'de çektiği All About Eve (Perde Açılıyor) filmi 14 dalda Oscar'a aday olup, 6 dalda ödül almış ve o yıl ‘‘Tiyatro Üzerine Yapılmış En İyi Film’’ unvanını kazanmış. Filmde Margo'yu Bette Davis, Eve rolünü ise Anne Baxter oynamış.

1970'te Orr'un öyküsü Applause (Alkışlar) adı ile Broadway'e müzikal olmuş ve üç yıl içinde tam 896 kez sahnelenmiş. Bu kez Margo'yu Lauren Bacall, Eve'i ise Penny Fuller oynamış. Kısa bir süre sonra da Margo rolünü Bacall'dan Anne Baxter kapmış.

Filmin çekildiği tarihten 53 yıl sonra Orr'un öyküsünün bir uyarlamasını bu kez Gencay Gürün'ün ‘‘müziksiz’’ yorumuyla izliyoruz. İşte tiyatronun güzelliği, işte evrenselliği. Oyun 53 yıl sonra bile dramatik değerinden hiçbir şey yitirmemiş.

Ve bu dramatik tadı 53 yıl sonra korumada, Gencay Gürün'ün gösterişsiz, metni kovalayan yönetiminin payı büyük. Tabi ki Nurseli İdiz'in (Margo) ve İnci Türkay'ın (Eve) kendilerine bırakılan yaratma payını hakkıyla kullanmalarının da.

Nurseli İdiz'i sahnede ilk defa AST'ta izlemiştim. Yaklaşık 20 yıl önce. ‘Küçük Adam Ne Oldu Sana?’da Altan Erkekli ile birlikte oynuyordu. 20 yaşında bir tiyatro áşığı olarak onu izlerken zevkten dört köşe olmuş, ‘‘Bu kadın’’ demiştim, ‘‘Bir gün kendinden çok ama çok söz ettirecek!’’. Yanılmamışım. Galiba İhtiras İdiz için yeni bir başlangıç olmuş, performansı da gerisinin geleceğini de muştuluyor.

Ne yapın yapın İhtiras'ı izleyin. İhtiras bir ‘‘sabun köpüğü’’ değil, tadının bellekten kazınması uzunca bir süre alıyor.

Tiyatro gönül işidir, beyinle zor çözülür!

Kendimi bildim bileli içimde tiyatro ateşi vardır. İhtiras'ı izlerken kendi tiyatro öyküm film şeridi gibi gözümün önünden geçti.

Ankara'da, Hamdullah Suphi Tanrıöver İlkokulu'nda okurken daha beşinci sınıfta Hayaletli Şato ve Hababam Sınıfı'nı kendi çapımda sahneye (daha doğrusu tahtaya) koydum.

1974 ya da 1975 yılında okul yönetimi bizi sınıf olarak Nurşen Girginkoç'un başrolü oynadığı bir oyuna götürdü.

İki saat, en önde, gözümü kırpmadan Girginkoç'un muhteşem oyununu izledim, hatta bir ara onunla göz göze geldim ve ondan çok etkilendim. Bu oyundan sonra yolumu çizdim. Tiyatrocu olacaktım!

Daha sonra okuduğum Kurtuluş Ortaokulu ve Kurtuluş Lisesi'nde tiyatrosuz bir günüm geçmedi. Orada tiyatro grupları kurup, o gruplara uygun skeçler yazdım ve öğretmenleri ikna edip edebiyat derslerinde oyunlar oynadık.

‘‘Tiyatrocu ahlaksız, allahsız ve komünisttir’’

Lise sona geldiğimde tek amacım vardı: Ankara Devlet Konservatuvarı. Bu nedenle ne üniversite kursları umurumda oldu, ne de üniversiteye girmek.

Ama bir engel vardı. 1952 mezunu, kökten mülkiyeli ve o dönemde de önemli bir bürokrat olan babam! ‘‘Tiyatrocu’’ olmamı istemiyordu. Ona göre tiyatrocu demek ‘‘Allahsız, ahlaksız ya da komünist’’ olmak demekti.

Ailemi kırmadım 1978 yılında Arı Dershanesi'ne yazıldım. Evdekiler beni kursa gidiyor sanırken ben TRT binasının yanında seslendirme yapan tiyatrocuların takıldığı Fıçı Bira'ya takılmaya ve kendime dostlar edinmeye başladım.

Emir Tayla'yı, İstemi Betil'i, Bozkurt Kuruç'u, Rüştü Asyalı ve Köksal Engür'ü orada tanıdım. Tiyatro dünyasıyla tanışmak içimdeki ateşi daha da bir ateşledi.

Emir Tayla'yı beni konservatuvara hazırlaması için ikna ettim. Cumartesi pazar demeden Küçük Sahne'de sahne tozu yutturdu bana. Anımsadığım kadarıyla Henrik Ibsen'in Per Günt'ünden ve Guy De Maupassant'ın bir oynundan kısa birer bölüm çalıştık.

Bir süre sonra ev durumu çaktı tabii. Nedense düşündüğüm kadar sert çıkış yapmadılar ve sınavlara girdim. Şansıma da o yıl Ankara Devlet Konservatuvarı'nın en çalkantılı dönemi. CHP iktidarı yaklaşık 24 yıllık Cüneyt Gökçer iktidarına son vermiş, yerine Ergin Orbey'i getirmiş. İçerde bir yığın çatışma.

Jüride hem Ergin Orbey var hem Cüneyt Gökçer. Tesadüfe bakar mısınız bir de Nurşen Girginkoç, Cihan Ünal ve Sait Sökmen. Diğerlerini anımsamam mümkün değil.

Yemeden içmeden kesildim

Sınav iki aşamalı idi. İlk aşamayı yaklaşık 25 kişi geçtik. İkinci aşamada elendim, dünyam başıma yıkıldı. Bir hafta yemeden içmeden kesildim.

Birkaç hafta sonra da mucizevi bir şey oldu. Adıma, ikinci elemeye giren ama kazanamayanları tekrar sınava çağıran bir mektup geldi. Dedikodunun da bini bir para. Güya, ilk sınavı kazananların hepsi torpilli olduğu için şikayetler olmuş ve torpilsiz birkaç kişi almak için yeniden sınav açılmıştı.

Yeniden sınava girdim yine hayal kırıklığı! (O dönemde sınav kuyruğundan anımsadığım biri var: Mahir Günşiray).

Yapacak bir şey yoktu. Ayaklarım geri gide gide üniversitede lisans okumaya başladım. İçimdeki tiyatro hırsı bitecek, ateş sönecek gibi değildi.

Üniversite yıllarında da arkadaşlarımla bir çocuk tiyatrosu kurdum. Salih Kalyon'dan Becerikli Kanguru isimli oyunu alıp sahneye koydum.

1978-1984 yılları arasında Ankara'da oynanan hiçbir oyunu da kaçırmadım. Devekuşu Kabare'nin oyunlarından, Haldun Taner'den, televizyonda dizileri oynamaya başlayan Ferhan Şensoy'dan çok etkilendim.

Sabahlara kadar yeni yeni çevrilmeye başlayan tiyatro kitaplarını okur, skeçler karalar, oyun denemeleri yazardım. 1984'te ilk ve son oyunumu yazdım: Demokrasiye Günaydın!

Başıma tuğla düştü

Üniversite üçüncü sınıfa geldiğimde başıma tuğla mı düştü nedir bilinmez birden tiyatrodan aktif olarak elimi ayağımı çektim. Okuduğum bölümü birincilikle bitirip asistan oldum.

Sonra ver elini Amerika. Orada da boş durduğumu sanmayın. Fırsat buldukça oyun izledim. Okuduğum İletişim Fakültesi'nin tiyatro bölümü vardı. Oradan misafir öğrenci olarak tiyatro tekniği dersi almayı da ihmal etmedim.

Amerika'dan döndükten sonra öyle yoğun 'akademisyenlik' süreci yaşadım ki, doçentlik, profesörlük derken oyun izlemeye çok az zaman ayırabildim. Çoğu zaman oyun afişlerine bakarken ciğeri elinden alınmış kedi gibi hissettim kendimi.

Bundan üç yıl önce babam bir beyin kanaması geçirdi ve ölümün kıyısından döndü. Bu olaydan sonra kendi ile hesaplaşmış olacak ki bir konuşmamızda ‘‘Bir şekilde konservatuvar sınavını kazanmanı engelledim’’ diye itiraf etti.

Yıllardır böyle bir şeyi tahmin ettiğim için hiç şaşırmadım. Üstelik kızamadım bile. Bulunduğum yer pişmanlık duyacağım bir yer değil ki!

Sizce bu saatten sonra ‘‘Ah baba ah! Başarılı bir oyuncu olacaktım, kısmetime mani oldun’’ diye kahretmenin bir anlamı var mı? Kim başarılı bir oyuncu olacağımı garanti edebilirdi ki?

Keşke hayatı yaşarken, gidemediğimiz yolların sonuçlarını bize gösteren bir yöntem olsaydı. Yoksa olmasa mıydı? Evet, olmadığı daha iyi. Bu dünyada kahrede kahrede de yaşanmaz ki!

Not: Bir yıldır Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yönetim kurulu üyesiyim. Genel Sanat Yönetmeni de Ergin Orbey. Hayat sürprizlerle dolu. Orbey Hoca tiyatro ateşiyle yanan genç sanatçılarla keyifli işler yapıyor.

Cuma Alıntısı

Seyircinin ve eleştirmenin hoşuna gidecek şeyleri yapan sanatçı ve yönetmen kendi kişiliğini yitirir.

(Muhsin Ertuğrul)


Cuma Takıntısı

Irak Savaşı nedeniyle Kürt meselesine odun atılınca Kürtlerle ilgili yeni bir şeyler okuma isteği hissediyordum. Hasan Cemal'in Kürtler kitabı hızır gibi yetişti. Bu hafta sonu ‘‘kalite kontrolü’’ için ona takıyorum. Doğan Kitap'tan çıkmış, 588 sayfa, haydi hayırlısı.
Yazarın Tüm Yazıları