TARİH 20 Ağustos 1951
Hergün gazetesi haberi:
“Türkiye’ye sızan kızıl casuslar: Bunların arasında Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kâtibi Kamçılı Kız da var.
Bulgaristan’dan tehcir edilen Türklerle birlikte yurdumuza sokulan kızıl casuslar hakkındaki tahkikat devam etmektedir. Türkiye’ye giren ve bilhassa İstanbul Üniversitesi’ne kaydedilen kızıl ajanlar üzerinde ehemmiyetle durulmaktadır.
Bundan 3 ay kadar önce Tıp Fakültesi’nde 4’üncü sınıfa yazılan ve Bulgaristan’daki Türk kızları arasında Kamçılı Kız namıyla maruf olan Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kızı hususi tespit edilen kızıl ajanlar meyanındadır.
Türk ırkından olmasına rağmen sistemli bir Bulgar kızıl propagandası altında yetiştirilen mülteci Kamçılı Kız bilhassa Sofya’da ikamet eden ve zaman zaman Bulgar Emniyet Genel Müdürlüğü’ne çağrılan Türk kadın ve kızlarını kamçı ile dövdüğünden dolayı bu namı almış bulunmaktadır. Kamçılı kız Bulgar Dahiliye Nazırı’nın emriyle Türkiye’ye sızdırılmış, kendisi gibi mülteci kisvesi altına giren diğer ajanlara şef tayin edilmiştir. Bu surette Türkiye dahilinde gençlerden müteşekkil bir kızıl şebeke kurmaya vazifelendirilen Kamçılı Kız ve arkadaşları hakkında takibata geçilmiştir.”
DURUŞMALAR GİZLİ YAPILACAK22 Ağustos 1951, Zaman gazetesi “Kamçılı Kız” haberine devam etti. Bir de eylemini yazdı:
Üç gün önce yargılanmadan tutuklanan Namık Kemal ve dört arkadaşı sürgüne gönderilmektedir. Gizlilik içinde ‘Mısır’ adlı gemiye bindirildiler. Namık Kemal güverteden son kez İstanbul’a bakar. Sanır ki, bu adaletsizliğin önüne geçmek için tüm şehir ayağa kalkmıştır. Limanda kimseler yoktur. Oysa daha bir hafta önce, halk İstanbul’da ‘Fedai Kemal, Fedai Kemal’ diye sevinç gösterileri yapmıştır...
“HÜRRİYET” (Hurriet) Gazetesi’nin isim babası.
Bir dizi ifade ve kavramı Türkçeye kazandırdı:
Vatan, millet, vicdan, inkılap, ihtilal, siyasiyat, matbuat, hükümet, hayal, heyecan ve niceleri.
21 Aralık 1840’ta doğdu.
19 yaşında Tasvir-i Efkâr’da gazeteciliğe başladı.
25 yaşında Tazminat ve Islahat Fermanı’nı yetersiz bulan ilk gizli siyasi örgüt “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”nin kuruluşuna katıldı. Anayasa’yı ilan etmezse Sultan Abdulaziz’i tahtından indireceklerdi. Aralarındaki bir muhbirin ele vermesiyle, Ziya Bey ile yurtdışına kaçtı. “Hurriet”i Londra’da çıkardılar.
ÜTOPYA, insanın yeryüzünde bir cennet hayatı oluşturma çabasıdır. Düşseldir. Daha iyiye, güzele ulaşma isteğidir. Platon’un “Devlet”i belki Batı edebiyatında ütopya türüne ilk örnek sayılabilir. Ancak Yeniçağ Avrupa’sında ütopyalara daha çok tanık oluruz.
Türkiye’nin “ütopya” kavramıyla tanışması 19’uncu yüzyılın ortalarına denk geldi. 150 yıllık bir geçmişe sahip Türk ütopyası genel anlamda “siyasi rüya”yla başlar. Bu süreç aynı zamanda Türkiye toplumunun çağdaşlaşma ve modernleşmesinin başlangıcıdır.
Kavramın felsefi, siyasi ve edebi
açıdan incelenmesi 50 yıl önceye, yoğun olarak işlenmesi ise 1980 darbesinden sonrasına aitti.
HEP KORKUTTU İnsanın insan üzerindeki baskısı arttıkça hep yeni/alternatif bir toplum projesi/ütopya anlayışı doğdu.
Ütopyalar, aslında toplumsal çelişkilere dikkat çeken ilk eleştirel metinlerdi. Manifestolardı.
Ütopyanın (Utopia) yazarı Thomas More bir politikacıydı. Başbakanlık yaptı. İngiltere Başbakanı olmasına rağmen, bu eseriyle ezilenlerin ve özellikle de köylülerin içinde bulunduğu yoksulluğa dikkat çekti.
MODERN Mısır’ın kurucusu bir Osmanlı; Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1769-1849). Kavalalı dönemin tüm askerleri gibi Napolyon hayranıydı. Ve ilginç bir tesadüf sonucunda hayatını Napolyon değiştirdi!
Fransızlar Mısır’ı işgal edince Osmanlı Serdarıekrem Yusuf Ziya Paşa komutasındaki orduyu Mısır’a gönderdi. Bu orduya Kavala’dan 300 kişi katıldı.
Bunlardan biri de Mehmed Ali adında bir askerdi.
Fransızlar Mısır’dan çıkarken Kavalalı uzaktan; Napolyon’a, disiplinli Fransız askerlerine ve üniformalarına hayran oldu.
Zekâsı ve cesur kişiliğiyle sivrilip Mısır’ın başına geçtiğinde ilk yaptığı yeni bir ordu kurmak oldu. Bu amaçla zorunlu askerliği başlattı; Mısır’ın yoksul halkını askere aldı; onlara üniforma, silah, para ve en önemlisi kimlik verdi.
Bu aslında “ulus-devlet” olmanın ilk adımıydı; Mısır yoksulu orduya alınarak, bin yıl sonra hak ve görev duygusu içinde ülkesine sahip çıkacak bir bilince kavuşturuldu. Mısır’da (pro) milliyetçilik duyguları “ulusal ordu”nun kuruluşuyla işte böyle başladı.
Fransa nasıl krallığa son verip ulus-devlet kurduysa, Kavalalı da padişah boyunduruğuna son verip ulus-devlet kuracaktı.
ŞAİR Ece Ayhan hasta yatağında 1999’da yazdığı ve henüz yayınlanmamış güncesinde, bir dönem aşk yaşadığı Nilgün Marmara için şunu yazdı:
“Muzip kadın Nilgün Marmara. Tezer (Özlü) ile birlikte bana muziplikler yapmaya bayılırdı. İkisi de aynı anda göğüslerini gösterirlerdi. Güzeldi...”
Nilgün Marmara; 13 Ekim 1987 tarihinde, beşinci kattaki evinin, yatak odası penceresinden atlayarak intihar etti.
29 yaşındaydı.
Manik-depresif idi.
Tıpkı 31 yaşında intihar eden manik-depresif şair Sylvia Plath gibi.
Nilgün Marmara’nın yaşamöyküsünü ve intiharını anlayabilmek için Sylvia Plath’ın yaşamını bilmek gerekir...
Bu tartışma yeni değil; on yıllardır yanıtını arayan bir soru. Bırakın bağdaşıp bağdaşmadığını bundan 100 yıl önce Melamiler, “Balkan Sosyalist Melami Federasyonu” kurmak için çok çaba harcadı. Melamiler’in sosyalizmle ilişkileri konusunda ne yazık ki hiç araştırma yapılmadı. Bu da Sol’un bu topraklara ne kadar yabancı olduğunu gösteriyor aslında...
Önce bir tespit:
Bir aydın düşünün ki; 50 yıllık yazı yaşamı boyunca hep müstear ad kullanmak zorunda kalsın. Marksizmle ilgili onca kitaba ve çeviriye imza atmış bir
entelektüelin hayatı aslında bu topraklarda solun ne derece baskı altında olduğunun bir delilidir.
“Kerim Sadi” ve “A.Cerrahoğlu” (1900-1977) adını sol literatürü birazcık bilenler hemen tanır. Asıl adı neydi: “Nevzat Cerrahlar” mı yoksa “Ahmet Nevzat Cerrahoğlu” mu? Bir önemi var mı; bu benzersiz, sessiz, ünsüz, “İnsaniyet kütüphanesi”nin kurucusu, adam gibi adamın yazdıklarını anlamak için. Hayır!
Peşinen görüşümü yazayım:
Kim kendini hangi etnik gruba ait görüyorsa o kimliktedir. Yani “Ben Kürt’üm” diyorsa Kürt’tür.
Dil konusunda istediğiniz bilimsel çalışmayı yapabilirsiniz, ama biri “Bu benim dilimdir ve Kürtçedir” diyorsa, öyledir.
Ve ben hâlâ, kendi kaderini tayin hakkına inanırım...
Tamam. Şimdi istediğimi yazabilirim.
Gündemde, Kürtlerin iki dil ve özerklik talebi var.
Meselenin iki dil ve özerklikle biteceğine inanıyorsanız, yanılırsınız. Bu sadece başlangıçtır.
GÜNDEMDE Kürtçe var.
Kürtçe moda, Türkçe demode!
Bugün: “Türk” ya da “Türkçe” sözcüğünü dile getirenler ırkçılıkla, faşistlikle itham ediliyor.
Dün: Türk Dil Kurumu’nu kapatan 12 Eylül 1980 darbecilerine göre ise Türkçe ile ilgilenenler komünistlerdi!
“Güneş Dil Teorisi” dün de bugün de hep safsata olarak değerlendirildi.
Bütün dillerin kaynağının “Türk kökenli” olduğunu savunan “Güneş Dil Teorisi” Kemalist çevreleri bile artık sadece gülümsetiyor.
“Kemalist aşırılık” olarak değerlendiriliyor teori.
TEVFİKA Hanım’ın babası Hacı Ali, Kırım Tatarı bir göçmendi. Tire’de büyük bir çiftlikte kâhyalık yaptı; çiftliğin dul hanımıyla evlenerek “ağa” oldu.
Dört çocuğu oldu: Sadık, Şükrü, Refik ve Tevfika.
Tevfika genç yaşında gönlünü Halepçizade İbrahim Edhem’e kaptırdı. İbrahim Edhem İstanbul’da hukuk öğrenimi görüyor ve yazları Aydın’daki Kızılseki çiftliğinde kalıyordu. Bu çiftlik Tevfika’nın ailesiyle oturduğu konağın tam karşısındaydı.
Yaz aşkı mektup yazmakla başladı. Sonra gizli buluşmalarla sürdü.
Araya öğrenim yılı girse de birbirlerini unutmadılar. İbrahim Edhem, Aydın Vilayeti Tahriratı Umumiye Müdürlüğü’nde kâtip olarak çalışmaya başlayınca evlenmeye karar verdiler.
İbrahim Edhem’in babası İsmail Efendi bu birlikteliği karşı çıktı; çünkü Tevfika veremdi. Ama oğlunun ısrarlarına dayanamadı ve Tevfika’yı istemek için Hacı Ali Ağa’yı ziyaret etti.
Bekledikleri yanıtı alamadılar; Hacı Ali Ağa kızını vermedi.
ARKADAŞIM dert yandı:
“Oğluma yatarken hikâye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.
WIKILEAKS belgeleri sayesinde ABD’nin Ankara büyükelçileri Eric Edelman, Ross Wilson ve James Jeffrey isimlerini ezberledik...
Peki Sir Percy Loraine (1880-1961) adını anımsıyor musunuz?
1933-39 yılları arasında İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi’ydi.
1938’de gizlilik kaydıyla Londra’ya gönderdiği, “Notes On Leading Turkish Person Alities” adlı raporunda, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin toplam 96 yönetici, gazeteci ve aydını hakkında ne yazdığını biliyor musunuz?
WikiLeaks tartışmalarına ışık tutması için bu rapordan -daha önce de bu sayfada özet vermiştim- örnekler sunayım.
Bakın Sir Loraine, tanınmış Türkleri Londra’ya tanıtırken nasıl bir üslup kullandı ve haklarında neler yazdı:
“Yunus Nadi Abalıoğlu: Gazeteci. Kısa boylu, şişmandır. Kelebek gözlük takar. Herhangi bir rüzgâra kapılmaya meyillidir. Vicdansız, alçak adamın tekidir.
Ahlak, aklın polisidir.
Hayatın içinde ne var ya da ne yoksa; hepsi edebiyatın/sanatın konusudur.
Siz sanata; otoriteye dayalı kendi ahlakınızı dayatırsanız bunun adı tüm dillerde aynıdır: Faşizm!
Aşağıda ironik bir yazı kaleme aldım.
İstedim ki, gerçekten neyi tartıştığımızın farkında olalım.
Ya da nereye gittiğimizin!..
Umarım bu şaka (ki bazıları ne yazık ki, akıl tutulması sonucu artık neyin şaka olduğunun bile farkında değil) gerçek sayılmaz!
28 EKİM 1957’de Malatya’da doğdu.
Babası Mahmut Kaya işçiydi. Kürt’tü. Annesi Zekiye ev hanımıydı, Erzurumlu Türk’tü. Mustafa, Nurcan, Emine, Songül’den sonra doğmuştu.
Çocukken lakabı dudaklarının iriliğinden dolayı “Loş Dudak” idi.
Dayısı Muzaffer Genç cümbüş, amcası Yusuf Kaya tambur çalıyordu. Kulağı müziğe yatkındı. İlk sazı/curayı babası 6 yaşında aldı. 15 günde çalmayı öğrendi. Yetenekliydi.
Sahneye ilk kez 9 yaşında, -1 Mayıs yerine o dönemde kutlanan- 24 Temmuz 1966’da Çalışanlar Bayramı’nda çıktı.
1972’de Mahmut Kaya Sümerbank’tan emekli olunca, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak için ailesini İstanbul’a taşıdı.
Almanya’da yaşadı
Ve suikast için gizlice buluştuklarında kimin neyi savunduğunu da not almıştı. “Şairler Hücresi” tarihin seyrini değiştirecek suikastı
nasıl tartışmıştı...
TAKSİM ’de canlı bomba terörü gerçekleştiğini öğrendiğimde elimde “Son Jön Türk Kalesi: Ahmet Kemal Akünal” adlı biyografi kitabı vardı. (Derleyen M. Kayahan Özgül, Kitabevi) Bu kadar tesadüf olmaz; tam da şair Ahmet Kemal’in, Sultan II. Abdulhamid’e düzenleyeceği suikast planıyla ilgili bölümü okuyordum.
Servet-i Fünun yazarı Ahmet Kemal defterine bakın suikastla ilgili neler yazdı:
“Benim Tartaksiyon Cemal Paşa adında bir eniştem vardı. Halamın kocasıydı. Eşi diyemiyorum, çünkü eşi değil, kocasıydı. Sultan Abdulaziz’in mabeyincilerinden Ahmet Bey’in oğlu idi. Harbiye Mektebi’nden çıkınca babasının iltimasıyla Avrupa’ya ataşe militer yolladılar. Oralarda yirmi-otuz sene oturdu. Nüzul isabet etti, ancak bu suretle İstanbul’a döndü.(...)
Kimseye zarar vermeden Abdulhamid’in teveccühünü ve atıfetini kazanmaya çalışırdı. Mesela kötürüm olduğu halde, her cuma selamlığına koşar ve efendisine görünür idi. Abdulhamid buna bir nefer tahsis etmişti. İnişte, yokuşta, kalkışta, oturuşta Paşa’yı bu nefer sırtında taşırdı. Hulasa eniştem Abdulhamid’in emniyet ettiği bir adamdı.”
Hücre toplantısı
Siyasi Islamcılar için Gazze neden önemli
12 Eylül 1980’de toplumsal hayatın “İslamileştirilmesi” aynı dönemde Filistin topraklarında da yaşandı. Tesadüf değildi. ABD bu “yeşil kuşak projesi”ni aynı süreçte, aynı amaçla Filistin’de de hayata geçirdi. Bugün Türkiye’de ağzından “Gazze” sözcüğünü düşürmeyen siyasi çevreler ile Gazze’yi merkez yapan Hamas bu büyük projenin ürünüdür. Gelin Türkiye ve Filistin’in nasıl “İslamileştirildiğine” bir göz atalım. Ki bu siyasal ittifakı anlayalım...
BU sayfada ısrarla bir konunun altını çizmeyi sürdüreceğim:![/images/100/0x0/55eaf807f018fbb8f8a2655e]()
Türkiye’de yaprak kımıldasa kafanızı yukarı kaldırıp bakacaksınız, dünyada rüzgâr nereden esiyor?
Şimdi, “Siyasal İslam Türkiye’de en çok ne zaman devlet katında himaye gördü?” diye sorsam ne yanıt verirsiniz?
“12 Eylül 1980 askeri darbesi” doğru cevaptır.
12 Eylül’ün iki önemli dayatması oldu.
Biri, neo-liberal iktisada geçiş.
İkincisi, sol tehlikeyi tamamen ortadan kaldırmak.
ABD’nin “Yeşil Kuşak Projesi”nin stratejisi, sol hareketlerin karşısına panzehir olarak “İslam”ı çıkarmaktı.
Bugün...
Türkiye dış politikasında “eksen kayması” tartışması yapılıyor.
Asıl “eksen değişikliği” 12 Eylül darbesiyle yaşanmadı mı? İslam Konferansı Örgütü, İslam Kalkınma Bankası, RABITA ilişkileri; Pakistan’ı, Suudi Arabistan’ı kardeş ülke görmenin miladı 12 Eylül darbesi değil mi? Kenan Evren ile “Kardeş” Ziya Ül Hak’ın dostluğunun altında yatan neydi sanıyorsunuz? Bunlar salt kişisel dostluk ilişkileri miydi? Çocuk olmayınız!
Bu ilişkilerin mimarı ABD idi.
Fazla ayrıntıya girmek istemiyorum. Bu örnekleri sıralamamın nedeni Filistin’de-Gazze’de son 30 yılda siyasal atmosferin nasıl değiştiğini yazmak.
Yani “Yeşil Kuşak Projesi” salt Türkiye’de hayata geçirilmedi. Filistin’de de solcuların, sosyalistlerin, milliyetçilerin karşısına panzehir olarak “İslam” çıkarıldı.
Amaç aynıydı, Türkiye gibi Filistin’in de sola kaymasını önlemek!
Bugün Gazze yardımlarını ve “eksen” tartışmalarını bu bilgiler ışığında analiz etmeliyiz. Şöyle ki...
Gazze: Hamas’ın kalesi
Filistinliler ile Osmanlıların arası hep iyi oldu.
Sadece Birinci Dünya Savaşı’nda bazı Filistinli kentsoylular, İngilizlerin “Suriye ile Filistin birleştirilip bağımsız bir ülke yapılacak” sözüne kanıp Osmanlı’ya karşı ayaklananlara destek verdiler.
Ancak.
İngilizlerin Yahudilerin Filistin’e göç etmelerine dair yayınladıkları Belfour Bildirgesi’yle yanıldıklarını kısa sürede anladılar. Bu tarihten itibaren bağımsızlık mücadelesine başladılar.
Bu mücadelenin önderliğini ilk başlarda Hitler-Mussolini’yle bile ittifak yapan “Kudüs Müftüsü” Hacı Emin ya da cihatçı Şeyh İzzeddin el Kesem gibi din adamları yaptı.
Sonra...
Mısır’da Hasan el Benne tarafından 1927’de kurulan İhvan (Müslüman Kardeşler) Filistin meselesine özel önem vererek önderliği aldı.
Hasan el Benne’nin kardeşi Abdurrahman aracılığıyla İhvan, Filistin’de örgütlenmeye başladı. Örgütün Filistin’deki adı, Cemiyet-ül Tevhid idi.
İhvan’ın kısa sürede en güçlü olduğu yer Gazze oldu.
Gazze bölgesinde aşiret ve kabile ilişkileri güçlüydü. Burada Ortodoks dini kültürü sürdüren çöl bedevileri vardı. Bu nedenledir ki İhvan, Gazze Şeridi denilen alanda kolayca örgütlenip kök saldı.
Ortadoğu’yu en iyi bilen yazarlardan Faik Bulut’a göre, “Günümüzde Gazze mıntıkasının İslamcı Hamas örgütünün kalesi durumunda olmasının bir nedeni de bu olsa gerek”ti. (İslamcı Örgütler)
İhvan’ın Gazze’de kök salmasının bir nedeni de, bugün tartışmalara neden olan yardımlar meselesidir!
Rahmet Katarları
“Rahmet Katarları” yani “Yardım Kervanları” bir bağış kampanyasının adıydı. Yani günümüzdeki Mavi Marmara gemisinin yaptığı gibi o dönemde de yardımlar “Rahmet Katarları”yla yapılıyordu.
İhvan’ın Gazze’deki en birincil görevi halktan toplanan bağışları dağıtmaktı. İkincil görevi ise, Mısır’dan getirdikleri din adamları vasıtasıyla Gazze’de dinsel faaliyet yürütmekti.
1950’li yıllarda dünyadaki nesnel gelişmeler ilerici ulusal kurtuluş hareketleri ve sosyalist hareketleri yükselişe geçirdi. Arap dünyasında Nasırcılık, Baasçılık gibi ulusalcı-sosyalist hareketler büyük güç kazanmaya başladı.
İhvan’ın mensupları ve sempatizanları bu hareketlere yöneldi. Keza milliyetçi-sosyalist El Fetih hareketi böyle kuruldu. El Fetih’e yoğun İslami katılım Gazze’den oldu.
El Fetih kısa zamanda Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) içindeki en güçlü örgüt oldu. FKÖ, İslamcıları, milliyetçileri, sosyalistleri bir araya getiren laik-yurtsever bir cephe örgütüydü.
Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve Çin’e yakın olan FKÖ, ABD ve İsrail’in hedefindeki örgüt oldu.
“İslamileştirme”
projesi
1967 Arap-İsrail Savaşı Filistin’in siyasal havasını değiştirdi.
Filistin halkı, savaşı Allah’ın gazabı olarak nitelendirip içine kapandı.
O tarihe kadar hiçbir siyasal faaliyette bulunmayan İhvan yavaş yavaş kıpırdanmaya başladı. 1975’ten sonra kuluçkadan tamamen kalktı.
Niye?
Bu süreçte Filistin topraklarına bir “görünmez el” girmişti.
İsrail hükümeti, İslamcı, milliyetçi, solcu ittifakı parçalamak için bir “yeşil” stratejiyi hayata geçirdi.
İlk attığı adım, Filistin toplumunu Müslüman, Hıristiyan ve Dürzi olarak bölmek oldu. İsrail Radyosu’nun Arapça programında her sabah dini yayınlar yaptı.
Arapça yayınlanan İsrail gazetelerinde İslam propagandası yaptı. İslam’a ilişkin kitaplar bastırdı, dağıttı. İslami yayınlarda patlama yaşandı. Bu arada Arap ulusalcılığına ve sosyalistlere ilişkin tüm yayınlara yasak getirdi.
1967-1987 arasında Filistin’de cami, mescit sayısı 400’den 750’ye çıktı. Gazze’de ise bu rakam 200’den 600’e yükseldi.
Gazze sahilindeki kum tepecikleri arasına gelişigüzel yapılmış camiler, göçmen gençlerle doldurulmaya başlandı.
Kudüs, El Halil, Gazze’de İslam üniversiteleri kuruldu.
Filistin’in “İslamileştirilmesi” sonucu laik çevrelerin kalesi olarak bilinen Nablus bile bu yeşil dalgadan etkilendi.
1990’lara gelindiğinde Filistinlilerin yüzde 50’si, İslami temelli bir devlet kurulmasından yanaydı.
“Şekillendirilen” bu Müslümanlar, ulusalcı, demokrat, ilerici, sosyalist Filistinli direnişçilerle aralarına mesafe koymaya başladı.
Filistin hareketi bölündü...
İhvan uyandırıldı
İhvan 1980’lerin başında uzun kış uykusundan tamamen uyandı/uyandırıldı.
İlk hedefi FKÖ kontrolündeki sivil toplum kuruluşların yönetimlerini ele geçirmek oldu. FKÖ karşıtı sert söylemleri zaman zaman çatışmalar çıkardı. Filistin hareketi ikiye bölünmekle kalmadı artık birbirlerini öldürür hale geldi.
İsrail’in bu gelişmelerin içinde olmadığını düşünmek saflık olur.
Örneğin, Filistin’e giden ve gelen paraları kontrol altında tutan İsrail, İhvan’a yurtdışından gelen paralara bu dönemde hiç ses çıkarmadı.
İsrail yaptıklarının “meyvesini” 1986’dan itibaren toplamaya başladı. FKÖ’nün en güçlü birimi El Fetih’den ve İhvan’dan ayrılanlar Hamas’ı kurdu.
FKÖ lideri Y. Arafat Hamas’ı Güney Afrika Beyaz Yönetimi’yle işbirliği yapan siyah İnkatha/Zulu kabilelerine benzetti.
El Fetih Gazze lideri Tevfik ebu Hawse’ye göre, İsrail, Hamas ile gizli işbirliği içindeydi ve Hamas’ın gelişmesine göz yumuyordu.
El Arab Gazetesi: “Hamas örgütünün kurulmasına müsaade eden kişi İsrail Hükümeti’nin Gazze’deki asker valisiydi ve hedefi FKÖ’yü bölmekti.” (11.01. 1993)
Benzer sözler ve tartışmalar hâlâ sürüyor.
İşbirliği şaşırtıcı mı?
Peki...
Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesiyle başlayan “İslamileştirme” politikasıyla Filistin’deki süreç birbirine benzemiyor mu?
Çok ortak noktaları var.
Aynı “görünmez eller” aynı “yeşil kuşak projesi”yle her iki toprakta da birbirine benzer politik İslami hareketlerin doğmasına neden oldu.
İşte bugün Türkiye’de Gazze’yi ağzından düşürmeyenler ile Gazze’deki Hamas örgütü arasındaki ittifak şaşırtıcı olmamalıdır.
Aynı doğum sürecinin meyveleridirler.
Aynı ideolojik görüşe sahiptirler.
Onlara göre sorunlar geniş ve tarihi İslam boyutu katılarak çözülür!
Evet...
Türkiye’de ve Filistin’de siyasal İslamcı güçler, ABD’nin “yeşil kuşak projesiyle” oluşturulmuş ve dün komünizmin panzehiri olarak kullanılmıştır.
Bugün ise ABD’nin dış tehdit olarak gösterdiği “medeniyetler çatışması” tezini güçlendirmek için kullanılmaktadırlar.
MOSSAD AJANI GAZETECİLER KİM
HÜRRİYET Gazetesi Ankara Temsilcisi Metehan Demir, ABD’den dönerken bana “A Time to Betray” adlı bir kitap hediye getirdi.![/images/100/0x0/55eaf807f018fbb8f8a26560]()
“İhanet Zamanı” adlı kitabı bir CIA ajanı “Reza Kahlili” müstear adıyla yazdı. Amerika’da satış rekorları kıran kitap, bir CIA mensubunun İran Devrim Muhafızları arasında hayret verici çifte yaşamını anlatıyor.
Metehan’ın hediyesini Doğan Kitap’a ulaştırdım. Yakında kitabın Türkçe çevirisi çıkacak. İstiyorum ki, bir CIA ajanının hem de İran’da radikal İslamcı grupların içine bile sızdığını herkes okuyup öğrensin.
Çünkü Türkiye’de kimse kendi içine bakmıyor, herkes ajanı dışarıda arıyor!
Örneğin:
Mavi Marmara gemisiyle Gazze’ye giderken gözaltına alınan İHH Başkanı Bülent Yıldırım sorgusunda İsrailli bir yetkilinin kendisine “Dünyada beslediğimiz kalemlerden başka bize sahip çıkan yok” dediğini söylemişti.
İHH Başkanı, “Bana isim de verdiler, bu isimleri söylemeyeceğim ama kendileri ile görüşeceğim. Şu anda Türkiye’de bir turnusol kâğıdı durumu yaşanıyor. Herkes tarihe kaydedilecek. Bizim hiçbir şeyden korkumuz yok. (...) İsraillinin ‘Beslememizden başka bize sahip çıkan yoktur’ sözü gereği İsrail lehine devamlı bu katliamları örtenler, zannetmesin ki ben sessiz kalırım. Onları bütün dünyanın gözü önünde rezil ederim.”
Hayli iddialı sözlerdi bunlar. Dolayısıyla medyada tartışıldı.
Sonra nedense İHH Başkanı Yıldırım “Sözlerim yanlış anlaşıldı” diye bir açıklama yaparak tartışmaya son noktayı koydu.
Peki, Türkiye’de MOSSAD ajanı gazeteci var mı?
Bilmiyorum.
Ama bildiğim başka bilgiler var.
Bu bilgilere ulaşmamı Prof. Dr. Alpaslan Işıklı’ya borçluyum!
Şöyle ki:
Kanadalı profesör Michel Chossudovsky 1998’de Ankara’ya geldiğinde Prof. Işıklı ile tanıştı. Bu tanışma ileride ortak bir çalışmaya dönüştü.
Prof. Chossudovsky, ABD’nin “İslamcı terör” ile ilişkisinde Pakistan istihbarat örgütü ISI’nın oynadığı rolü gözler önüne seren bir kitap yazdı: “America’s War on Terrorism”.
Bu kitabı Prof. Işıklı Türkçeye kazandırdı: “Amerika’nın Terörizme Karşı Savaşı”.
Prof. Chossudovsky, El Kaide’nin Pakistan istihbarat örgütü aracılığıyla nasıl CIA’nın güdümünde olduğunu belgeleriyle ortaya koyuyor. 11 Eylül saldırısında Pakistan istihbarat örgütünün şüpheli faaliyetlerini belgelerle açıklıyor.
Kitap sadece El Kaide’yi anlatmıyor.
Bosna, Kosova, Keşmir, Sincan-Uygur ve Çeçenistan’daki “İslamcı” militanların nasıl kullanıldığını, 1997’de ABD Senatosu’ndaki Cumhuriyetçi Parti Komitesi’nin hazırladığı raporlara dayanarak yazıyor.
Örneğin Kosova’daki isyancılar arasında bulunan 17 Amerikalı “eğitmen”den bahsediyor!
Hamas’ı destekleyen Suudi Arabistan, Kuveyt gibi ülkelerin CIA’nın taşeronluğunu yaparak, Balkanlar’daki İslamcı hareketleri nasıl himaye ettiği anlatılıyor. Vahabi vakıflarla illegal örgütlerin ilişkisinden bahsediliyor.
Kısaca CIA’nın taşeron kullanarak “İslamcılara” nasıl örtülü operasyonlar yaptırdığını belgeleriyle gözler önüne seriliyor.
Kitabı okuyunca, ABD istihbarat aygıtlarının kendi terörist örgütlerini nasıl yarattıklarını anlıyorsunuz.
Evet, bu tür çarpıcı bilgiler ve belgelerle dolu kitaplara ulaşmak günümüzde giderek zorlaşıyor.
Keşke bir meslektaşımız da çıkıp, ABD’de yaşayan ve Gazze’de Hamas’ı derleyip toparlayan Musa ebu Merzuq’un hayatını inceleyip yazsa.
Araştırma yapılmadan, belgeler bulunmadan birilerini ajanlıkla suçlamak kolaycılıktır.
Aslında olayın bir de başka açısı var.
Bazen ajan olmanıza da gerek yoktur, öyle politik çıkışlar yaparsınız ki, bu başka ülkelerin işine gelebilir ve bu da sizi “objektif ajan” yapar!
Ajandan çok objektif ajandan korkarım ben...
Bu tür daha tehlikelidir, daha yıkıcıdır.
Baksanıza...
Daha dün dünya kamuoyu, Filistin meselesini uluslararası bir sorun olarak görüp, sempatiyle bakıyordu.
Bugün sorunu teröre indirgemiş görünüyor.
Bunun sorumlusu kimdir?
Daha önemli olan soru şudur:
Bu planı kimler hazırlayıp kimler aracılığıyla yürürlüğe soktu!
Sağda solda ajan arayanlar bu soruyu yanıtlamalıdır.
Yani aynaya bakmalıdırlar...