Sekiz günde, üç şehir, dünya çevresinde 40 bin kilometre

Güncelleme Tarihi:

Sekiz günde, üç şehir, dünya çevresinde 40 bin kilometre
Oluşturulma Tarihi: Mart 05, 2012 07:32

Birkaç arkadaşımla hayal ettiğimiz “Dünya Seyahatini” nihayet gerçekleştirdik. Amacımız, İstanbul’dan çıkıp, sürekli batıya giderek tekrar İstanbul’a dönmekti. Bilet fiyatlarının yüksekliği ve zamansızlık nedeniyle bu yolculuğu sürekli erteledik.

Haberin Devamı

               

Daha sonra THY imdadımıza yetişti, indirim yaptı, dünyayı dolaşacağımız biletleri toplu olarak İstanbul’dan almamızı sağladı. İstanbul-Los Angeles uçuşunu THY ile yaptık. Daha sonraki etapta Honolulu seferini daha ucuz fiyat veren Hawaiii Havayolları ile gerçekleştirdik. Üçüncü etapta Tokyo’ya Çin Havayolları’yla ulaştık. Son etapta, tek biletle bu turu yapmamızı sağlayan THY’deydik. Bu gezide, uzun süreli uçuşların sıkıntısı, saat ve iklim farklılıkları, koşuşturmanın verdiği yorgunluk yüzünden biraz sarsıldık. Ama gördüğümüz muhteşem manzaralar, damak çatlatan yemekler, tanıştığımız ilginç insanlar, kentlerin arka sokakları, her birinde ayrı bir öykünün yazıldığı barlar, güneş batımı, kavurucu sıcak, lapa lapa yağan kar tüm yorgunluğumuzu aldı götürdü. Devr-i Alemimiz tam 8 gün sürdü. Gördüğüm ülke ve kent listesi biraz daha uzadı. Paul Auster’ın son kitabı “Kış Günlüğü”ndeki üslubundan da esinlenerek size bu gezimi anlatacağım.

Haberin Devamı

Los Angeles’ın kalbi sinema için atıyor

Porciuncula Melekler Kraliçesinin Kenti... Evet, Los Angeles’in gerçek ismi bu. Okyanus kıyısındaki uçsuz bucaksız plajlar, Sunset’in barları, Hollywood ve Oscar törenlerinin unutulmaz sineması Kodak...

Dünya turunun ilk durağı Los Angeles’a geldiğinde, ılık ve güneşli havanın seni beklediğini görüyorsun. İyi bir başlangıç, diye geçiriyorsun içinden. Saatin öğleden sonra üçü gösteriyor. Zaman 10 saat geri gitmiş. İstanbul’da olsam şimdi uykunun derinliklerinde dolaşıyordum, diye düşünüyorsun. Son 10 saati yeniden yaşayacaksın.

              KISA HABER

Vize’nin Cehennem Şelaleleri
Kırklareli’nin Vize ilçesi, Kocaeli ve Yalova’nın dışında parkur arayan İstanbullu yürüyüşçülere yeni alternatifler sunuyor. Istranca Ormanları’ndaki Cehennem Şelaleleri bu bölgenin gizli güzelliklerinden. Dört mevsim farklı görüntüsüyle fotoğrafçıları cezbediyor. Ormanda alabildiğince uzanan bir yol, bu yolun belli noktalarında saklı olağanüstü güzellikte şelaleler, yaz kış sürekli şakıyan kuşlar, ilkbaharda yeşilin, sonbaharda pastel renklerin tüm tonlarının egemen olduğu, kışın ise beyaza bürünüp huzur veren muhteşem bir doğa... Istranca Ormanları’nın kıyısında, su kaynakları açısından oldukça zengin olan Kırklareli’nin Vize ilçesi, son yılların popüler yürüyüş rotası Cehennemdere parkurunu barındırıyor. Amatör gruplarının ve turizm firmalarının her hafta tur düzenlediği Kocaeli, Sakarya, Düzce, Bolu, Yalova’daki parkurları yürüyerek neredeyse ezberleyen doğaseverlerin arayışları, Kırklareli’ne mükemmel bir yürüyüş rotası kazandırdı.

Selanik’in kuzeyi kayakçıların gözdesi
Selanik deyince aklımıza çoğunlukla Mustafa Kemal’in doğduğu ev, İzmir’e benzeyen kordonboyu, Beyaz Kule’si, kaliteli tavernaları, İstanbul’un geçmişte kalan nostaljik Rum meyhaneleri gelir.Oysa kent çevresinde en uzağı 120 kilometre mesafede dört kayak merkezi bulunuyor. Bunlardan en yenisi, Makedonya sınırındaki Voras Sıradağları’nda. Ülkenin en yüksek kayak merkezi Kaymakçalan bu yıl özelleştirildi.Kaymakçalan. 2524 metrelik zirvenin yakınında ne süte kaymak çalan var ne de kaymak... Ekimden mayısa bölgeyi kaplayan kaymak gibi kar nedeniyle bu isim seçilmiş. Zirveye yakın bir düzlüğün hâlâ “Türk Çayırı” adıyla anılması, geçmişte bölgenin yaylacı Osmanlı köylülerince kullanıldığını, dolayısıyla kaymak üretildiğini düşündürse de bugün bölgede kaymak geleneğinden iz yok.

Los Angeles’e ikinci gelişin. Yıllar önceki gelişinden anımsadıkların hayal meyal. Aklında, Amerika’nın, belki de dünyanın bu en çok bilinen kentinin kuruluş yılından bilgi kırıntıları kalmış nedense. Örneğin,1781 yılının 4 Eylül günü küçük bir köy olan Los Angeles’in nüfusunun, Meksika’dan gelen 12 erkek, 11 kadın ve 21 çocuktan oluştuğunu eski not defterine yazmışsın. İyi ki bu defterleri saklamışım, diye geçiriyorsun içinden. Bir önceki geziyle son gezi arasında kıyaslama yapmana olanak sağlıyor o eski notlar. Sayfaları karıştırdığında, kentin asıl adının ne kadar uzun olduğunu anımsıyorsun: El Pueblo de Nuestra Senora la Reina de Los Angeles de Porciuncula (Porciuncula Melekler Kraliçesinin Kenti).
Altı şeritli “freeway” de, Santa Monica’daki kalacağın otele giderken trafiğin hiç değişmediğini görüyorsun. Binlerce araba adım adım ilerliyor. Ne işe gidiş ne de işten dönüş saati. Günün en ölü anlarından birinde gidiyorsun oteline. Ama yine de tıkalı işte. Günde 8 milyon aracın yollara döküldüğü bir kentte, böylesine delirtici bir trafiğin normal olduğunu düşünüyorsun. İstanbul’un buradan kalır yanı mı var, diye geçiriyorsun içinden.
Başını cama yaslayıp, kentin geçmişine dalıp gidiyorsun yeniden. Otelinin bulunduğu Santa Monica’nın, 1930’larda poker, bingo salonları, kumarhane tekneleri, batakhaneler bölgesi olduğunu okumuştun. Şimdi ise lüks apartmanlar, şık butikler, adı bilinen lokantalar yanyana dizilmiş.

DÜŞ KIRIKLIĞI

Haberin Devamı

Otelde fazla vakit geçirmiyorsun. Çünkü bu kenti bir daha gezmek için sadece iki günün var. Çantanı bırakıp, soluğu deniz kıyısında alıyorsun. Kimseye çaktırmadın ama sahilde koşan bikinili güzel kızları görme umudun var. Mevsimin kış olduğu aklından çıkmıştı galiba. Güzel kızlar koşuyor ama bikini yerine eşofmanlarını giymişler.
Bir banka oturup, uçsuz bucaksız Pasifik Okyanusu’nda güneşin batışını seyrediyorsun. Gökyüzünün tüm güneş batışlarındaki gibi rengarenk olduğunu görüyorsun. Uçsuz bucaksız plaj, sahile vuran beyaz köpüklü dalgalar, koşanlar, dalgaların üstünde kayıp giden sörfçüler, melonkolik palmiyeler ve renkli ışıklarıyla dönüp duran dönme dolap... Film karesi gibi diye düşünüyorsun.
Karanlık basınca kalkıp, gece hayatının akıp gittiği Sunset Bulvarı’na gidiyorsun. Yorgunluk, omuzlarına ve göz kapaklarına olanca gücüyle bastırıyor. Önüne çıkan bir bara oturup, güzel barmenden bir bardak Kaliforniya kırmızısı istiyorsun. Niyetin, Amerika’nın en rezil ama sence en iyi yazarı Charles Bukowski’nin şerefine kadeh kaldırmak. Onun yaşam öykülerinde, Sunset barlarında akla hayale gelmedik rezillikler yaptığını okumuştun.
Bukowski’yi düşünürken uyuklamaya başladığını görünce hesabı ödeyip kalkıyorsun. Saatine bakıp üstüne 10 saat koyunca, İstanbul’da neredeyse öğle olmak üzere olduğunu görüyorsun. Yatağına düşerken artık şuurunun kapandığını hissediyorsun. Karanlık, rüyasız bir uykunun içinde kaybolduğunu fark etmiyorsun bile.

Haberin Devamı

Ocakta Honolulu’da yazla kucaklaşma

Yıllardır bu ülkeye ayak bastığında seni boyunlarında çiçekten yapılma çelenklerle güzel Hula dansçılarının karşılamasını düşlemiştin. Dansçılar yoktu, Waikiki sahili çok kalabalıktı. Akşam, bir plaj barında, bakır renge bürünmüş denizi seyrederken, buz gibi soğuk Banana Daiquiri yudumlarken tüm olumsuzlukların silinip gittiğini hissettin...

Los Angeles’ten kalkan Hawaiii Havayolları’nın uçağı, 5,5 saatlik uçuştan sonra Honolulu Havaalanı’na doğru alçalırken başını pencereye dayayıp, bir şeyler görmeye çalışıyorsun. Ama karanlık izin vermiyor. Sonra bir ışık seli karşına çıkıyor. Böyle bir görüntüyle karşılaşmak nedense pek hoşuna gitmiyor. Daha bakir bir kentle karşılacağını düşlemiştin çünkü.
Uçağın kapısından çıkınca, sıcak bir rüzgarla sarmaş dolaş oluyorsun. Ocak ayındaki bu sıcak karşılama çok hoşuna gidiyor. Kışın ortasında yazı yaşayarak vücudunu şaşırtmayı oldum olası seviyorsun.
Artık en yakın kara parçasına tam 4 bin kilometre uzaktasın. Pasifik Okyanusu’nun ortasındaki bu küçük adaları haritada ne zaman görsen, seni huzura sürükleyen düşler kurardın. İşte şimdi bu düşlerin tam ortasındasın.
Dev otelin dev lobisinde, etek ceket giymiş bir kadın, boynuna çiçeklerden yapılmış bir çelenk takıyor. Halbuki sen, yıllar boyu, kıvır kıvıran Hula dansçılarını hayal etmiştin. O güzel kadınlar dans ederek seni karşılayacak, boynuna çiçekten halkalar takacaktı. Bu görüntüler, kaç kere seyrettiğini unuttuğun Elvis Presley’in “Blue Hawaii” filminden aklında kalmıştı.
Odanın balkonundan baktığında, karanlığın içinden gelen dalga seslerini duyuyorsun. Gece, başka şeyleri görmene izin vermiyor. Yatağa girdiğinde, İstanbul’dakilerin şu an öğle yemeği yediğini düşünüyorsun. Türkiye’den 12 saat öncesini yaşadığını hesaplarken, uykunun kolları boynuna dolanıyor.

Haberin Devamı

Japonya’nın bin bir yüzü

Gündüz 30 milyon kişinin koşturduğu, gece 13 milyon kişinin uyuduğu bir şehirden ne beklenebilir? Ağzında maskesiyle koşturan Japonlar bilimkurgu filmlerini çağrıştırıyor. Caddeleri dolduran saçları rengarenk boyanmış, bacakları çarpık genç kızlar kadar, olmayan heykelin tapınağını her gün onbinlerce kişinin ziyaret etmesi de şaşırtıcı. Tokyo’da dünün dünyası

/images/100/0x0/55ead12bf018fbb8f89894f1
Şitamaçi’nin sokaklarında, Tsukici’nin balık pazarında yaşıyor.

Tokyo seni “buz gibi” karşılıyor. Uçağa yanaşan körükte yürürken bile üşüyorsun. Halbuki daha dokuz saat önce Hawaii’nin nemli sıcağında buram buram terliyordun. Pasaport polisi Tokyo’da 2 gün kalacağını duyunca şaşırıyor. İş gezisi mi, diye soruyor. Turistik, deyince şaşkınlığı şüpheye dönüşüyor. Ardından başka sorular sıralıyor. Giriş damgasını vururken polisin yüzündeki şüphe kırışıklıklarını görüyorsun. Ben de olsam şüphelenirdim, diyorsun içinden. İki gün için binlerce kilometreyi aşmak, uçağa yüzlerce dolar ödemek hiç de inandırıcı gelmiyor kulağa. Sanki kendinden şüpheleniyorsun.
Şoför, uzun bir yolunuzun olduğunu söylüyor. Tokyo’nun merkezine 70 kilometre yolumuz olduğunu duyunca başını cama dayayıp, akıp giden görüntüleri izlemeye başlıyorsun. Gündüzleri 30 milyon kişinin koşuşturduğu, geceleri ise 13 milyon kişinin uyuduğu bu dev kenti hep merak ettin. Her akşam iş bitiminde 17 milyon kişinin Tokyo’yu terk edişini, metroları, trenleri, otoyolları doldurup, kenti oluşturan kasabalara, köylere, banliyölere akışını düşlüyorsun. Ve ertesi sabah aynı kalabalığın gerisin geri Tokyo’ya dönüşünü... Gerçeküstü bir görüntü, diye söyleniyorsun içinden. Ürperiyorsun nedense.
Sonra Tokyo yavaş yavaş görünüyor. Etrafa daha dikkatli bakmaya başlıyorsun. Otomobil seli, ışıklarla boyanmış gökdelenler, binaların arasında yılan gibi kıvrılan hızlı trenler, dev video ekranları, yanıp sönen renkli neon ışıkları, bir yerlere yetişmeye çalışan telaşlılar... Çoğu ağzını, burnunu örten maske takmış nedense. Birden kendini bir sinemada, bilimkurgu filmi izliyormuş sanıyorsun. Böyle düşlememiştin hiç. Tokyo denince aklına, Sumo güreşçileri, Kabuki tiyatrosu, geleneksel kıyafetli utangaç kadınlar, geyşalar, çay seremonileri, sessizce yana açılan oda kapıları, yer yatakları üşüşmüştü.

Haberin Devamı

MEHMET YAŞİN'İN YAZISININ TAMAMINI BURADAN OKUYABİLİRSİNİZ

 

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!