Şarkılar kimi söyler

“ÂLEM yüzüne saldı ziyâ âl-i Muhammed/Seyfin çâk edib geldi yine âl-i Muhammed/Nâdan ne bilir, dâna bilir âl-i Muhammed/Ve salli alâ Seyyidinâ âl-i Muhammed/Sad salli alâ mürşidinâ Şâh-ı velâyet...” diyerek başladı sahnedeki sanatçılar; güftesi Seyyîd Nesîmî, bestesi Şeyh Hüseyin Baba’ya ait Nev’eser Nefes’i seslendirmeye...


Kudüm’ün âteş-meşreb velveleleri, bizi daha başlangıçta Yürük Semâî ile mest ederken, hemen ardından gönlümüzü, Pir Sultan Abdâl’ın güftesinde, Sebilci Hüseyin Efendi ile “Semt-i Nihavend”e ve Düyek usûlüne kavuşturuyordu. Terkibinin Ahmet Hatipoğlu’na ait olduğunu öğrendiğim “Bektaşi nefesleri, Devrân ve Esmâ-ül Hüsnâ zikirleri ile İlahiler”, birbirini izledi...
Geçen çarşamba, yine Bornova Yüksel Eraslan Kültür Merkezi’nden, sessiz sedâsız, kendi halinde, mütevazı ama “maddeden ziyade mânâ” dolu izler bırakarak geçen bir konserin notlarından bu satırlar... Özel Ege Lisesi’nin 25. kuruluş yıldönümü etkinlikleri kapsamında düzenlenen bir başka “sanat akşamı”nda, “Türk Tasavvuf Musikîsi Konseri”yle sahne alan, İzmir Devlet Klâsik Türk Müziği Korosu sanatçılarını dinledik. Böyle hallerde, “Hizmetleriniz Hak ola. Gördüğünüz hizmetlerinizle himmet bulasınız” diyor, Baba Erenler...
Düzenli konserlerinde, salona izleyicilerinin sığmadığı topluluğu dinlemek üzere gelenlerin sayısını, “o akşam sadece meraklısı oradaydı” diyerek betimlemek, söylemek istediğimi kırmadan dökmeden anlatır sanıyorum. Benzer topluluk ve repertuvarları, yurtdışında ancak ”küçük çaplı bir servet” ödeyerek, ülkemizde ise (bulunmaz bir nimet kabilinden) “üç otuz para”ya izleyebilen seyirci, karşı kaldırım mesafesine bedelsiz davet edilince, kıymetini idrak etmekte zorlanıyor galiba...
Gerek ev sahipleri, gerekse sanatçılar, salondaki “nicelik eksikliği”nden dolayı biraz buruldular. Sanatçılar, programlarını (ki gelmeyenlere tavır koymak yerine, alkış sahipleriyle hemhâl olmak yönünde aksine bir davranış, hele tasavvuf musikîsi icra etmeye soyunmuş geniş gönüller için herhalde daha makbûl sayılırdı) kısa kestiler. Ben, neden yine farklı ve aykırı düşünüyordum? Çünkü asıl mesele, seyirciyi “nitelik” penceresinden irdeleyebilmekti. Sanata tahsis edilmiş koltukları boş kalan bir ülkenin, (eskilerin fakr-u zarûret dediği) bu “yoksulluk ve yoksunluğu” bir yazgı gibi kabullenerek yerinde sayması, öteden beri “sanatın sanat için yapılması”nı ayıp zannedenler yüzündendi.
 Davet sahipleri için de hiç telâşa mahâl yoktu. Zaten herkes kendi kaşığının büyüklüğü (yani nasibi) kadar almayacak mıydı? Sadece bazıları, kaşıklarını evde unutmuştu. Bazıları da kaşıklarıyla beraber evlerinden bile çıkmamışlardı.
Tiyatro görgüleri orta mektep müsamereleriyle sınırlı olanların, yine aynı senelerin talebe münazaralarındaki, “sanatın halk için yapıldığı” zannı ve takıntısına zihnen çivilenmiş olmalarını yadırgamıyorum. Oysa “sanatın, sanat için yapıldığı”nı anlamak o kadar da zor değildir. “Nasıl?” derseniz, size şu cevabı veririm: “Samimi ve içten pazarlıklı olmayan gözler bilir ki, sanatın sahibi, ‘bu aşk, edeb ve estetik düzeni’nin de sahibidir.” O “Sahip”, sanatı, (bohem veya popülist bir itiş kakışa vesile olsun diye değil) halkı oluşturan bireylerin, nefsini ve ruhunu ince zevklerle terbiye edebilmesi ve tekâmül yolculuğunda mesafe alabilmesi için yere indirmiştir. Yani (erbâbı bilir) şarkılar “O”nu söyler...
Yazarın Tüm Yazıları