GeriSeyahat Sana bir tepeden baktım sevgili New York
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Sana bir tepeden baktım sevgili New York

Sana bir tepeden baktım sevgili New York

30 yıllık dostum olan New York kentini bir kez daha ziyaret ettim. Bu kez Manhattan’ın tam karşısındaki Brooklyn Heights’a kamp kurdum. Ağaçların gölgelediği eski sokaklarda dolaştım. Siren seslerine kulağımı tıkadım. Turistlerin pek bilmediği barlarda içki içip, ucuz restoranlarda lezzetli yemekler yedim. İçine bir dünyayı sığdıran New York’a olan aşkımı bir kez daha tazeledim.

Bir kez daha New York’tayım. Kaçıncı kez olduğunu unuttum. Kendisiyle yaklaşık 30 yıldan beri tanışırız. Nefret, sevgi, korku, bıkkınlık, öfke, yorgunluk, lezzet, koku... Ve düşünür düşünmez aklıma üşüşmeyen diğerleri. Tüm bu duyguları tattığım bir kent New York. Her bir başlığı uzun uzun anlatabilirim. Zamanı gelince belki de anlatmak gerek. Aslında çoğunu ucundan bucağından anlattım zaman zaman.
Bu kez Brooklyn Heights’ta, bir gökdelenin 22. katında kalıyorum. Manhattan’ın tam karşısında. New York’ta ilk kez böylesine yüksekte oturuyorum. Pencereden görünen manzara tam bir fotoğraf karesi. Karşıda dünyanın para merkezi Wall Street’in güneş görmeyen sokakları var. Burası Manhattan’ın en güney ucu. İkiz kuleler görüntüden çıkalı epey oldu. Limanda iki eski gemi duruyor. Onları yıllardan beri görürüm. Helikopterler vızır vızır. Biri inerken diğeri kalkıyor. Sanırım JFK’den New York Borsası’na “önemli” insanları taşıyorlar. Öylesine yoğun bir trafik var ki. Nitekim geçenlerde bir tanesi, turist taşıyan küçük bir uçakla çarpıştı, 9 kişi öldü.
Pencereden, New York’un tüm güney ucu görünüyor neredeyse. ABD tarihinin başladığı Ellis Adası ayaklar altında. Bu küçük adadan çıkıp, kıtanın dört bir yanına dağılanlar, altın aradılar, çiftlikler kurdular, kasabalar oluşturdular, kırmızı tuğlalarla şehirler yaptılar, dünyanın en yüksek binalarını diktiler, sefaletten başlayıp dünyanın en zengin ülkesi olmayı başardılar.
Sonra tüm dünyaya el attılar. Silah satabilmek için sahte isyanlar, savaşlar çıkardılar. Diktatörleri bahane edip petrol zengini ülkeleri işgal ettiler. Kendi halkının refahı için diğer halkları acımasızca öldürdüler.
Öldürmeye de devam ediyorlar. Pencereden New York’u seyrederken Amerika’nın geçmiş-gelecek tüm tarihini hatırlamanın ne anlamı var ki!
BETON, ÇELİK VE CAM YIĞINI
Ellis Adası’nın biraz önünde, küf yeşili rengiyle “Özgürlük Anıtı” dikiliyor. Özgürlük ve adalet neden kadın figürü ile anlatılır ki hep? Şimdiki erkekler çok mu özgür sanki! Daha ileride Staten Adası görünüyor. Oraya şimdiye kadar hiç gitmedim. İşte New York limanı. Vinçler, mavnalar, tekneler, depolar, feribotlar, gezi tekneleri... New York’ta ne deniz ne gökyüzü ne de caddeler sakin. Bir koşuşturmadır gidiyor.
Pencereden sadece liman görünmüyor. Tam karşıya gökdelenler sıralanmış. Binlerce kat, yüz binlerce pencere. Çelik, beton ve cam yığını. Gökyüzüne uzanan vinçler hâlâ çalışıyor. Doymak bilmeyen bir iştaha içinde, kat üstüne kat koyuyorlar. Artık binalar taş üstüne taş konarak yapılmıyor aslında. Vinçler çelikleri dikiyor, cam paneller de dış cepheleri örtüyor. Füme, siyah, koyu yeşil camdan binalar. Üstlerine komşu binaların görüntüleri yansıyor. Yamuk yumuk görüntüler bunlar.
Manhattan’daki yapılaşmanın ilk günlerini, Mayakovski bir yazısında şöyle anlatıyordu: “New York’ta sürekli bina yapıyorlar. Yirmi katlı ev yapmak için on katlı evi, otuz katlı ev yapmak için yirmi katlıyı, kırk katlı ev yapmak için otuz katlıyı yıkıp yeniden yapıyorlar. New York’ta her adım başı taş yığınlarına, çelik çerçevelere rastlıyor; matkap sesleri, çekiç vuruşları duyuyorsunuz. Bu evlerin yapı malzemesi o kadar gözenekli, öyle iletken ki, aralardaki duvarlardan komşu evlerde sevişenlerin her inleyişini, her fısıltısını duymak bir yana, hatta komşunuzun sofrasındaki yemeklerin kokusunu en ince ayrıntısına kadar alıyorsunuz...”
NEW YORK’UN DAMLARI
İlk kez New York’un damlarını görüyorum. Paris’in veya Roma’nın damları gibi çekici değil. Dev soğutucuların pervaneleri, sıra sıra bacalar, antenler... Arada bir görünen küf yeşili kilise kubbeleri ile bahçeye dönüştürülmüş teras katları görüntüye sıcaklık katıyor.
Bu sefer Manhattan’a geçmek niyetlisi değilim. Belki bir iki yemek için gidip gelebilirim. Brooklyn’i arşınlamak istiyorum. Aslında Manhattan yavaş yavaş turistlere kalıyor. Hele son krizle birlikte, Brooklyn daha da rağbete bindi. Kiralar daha ucuz, yiyecek içecek ve restoran fiyatları daha makul, ulaşım kolay. Bir de dünyanın dört bir yanından gelen insan ve lezzet var. Aslında New York’a tüm dünya sığmış gibi.
Brooklyn’de dünyanın en bağnaz Yahudilerini, Küçük İtalya’da Al Capone’a, Lucky Luciano’ya özenen, İngilizce bilmeyen İtalyan gençlerini, Harlem’de Bob Marley benzeri Jamaikalıları, Chine Town’da Çinceden başka bir dil konuşmayan milyonlarca Çinli’yi, Astori’da Uzo’nun yanına dolma servisi yapan Yunanlıları, Flushing’te Korelileri, Kolombiyalıları, Portorikoluları, İspanyolları, Peruluları, İrlandalıları, Almanları gördükçe dünyanın başkentinde olduğumu daha iyi kavrayabiliyorum...
İTFAİYECİLERİN CAKASI
New York’lular galiba üniformayı ve siren seslerini çok seviyor. 22. kata tırmanmak için bindiğim asansördeki görevli, üniformasının içinde, muzaffer bir komutan gibi gururla düğmelere basıyor. Polisler de öyle. Bellerinde, üstünden çeşitli aletlerin sarktığı ağır kemerleri, tabancaları, rozetleri, fiyakalı şapkaları, rugan ayakkabıları, kara gözlükleriyle sokakların hakimi. Hele körüklü çizme giyen motosikletli polislerin cakasından geçilmiyor.
Canhıraş siren sesleri ise New York’un tüm gözeneklerine sinmiş sanki. Ambulanslardan, itfaiye araçlarından, polis arabalarından yükselen siren sesleri her an çın çın çınlıyor. İkiz kulelere yapılan saldırıdan sonra, ulusal kahraman mertebesine ulaşan itfaiyeciler, giysilerinin içinde tam bir uzaylı gibi görünüyor. Araçların üstünde verdikleri şehitlerin adları sıralanmış. Ağaçta kalan bir kediyi kurtarmaya bile büyük bir yaygara ile geliyorlar. Yollar kesiliyor, sarı bantlar çekiliyor, merdivenler uzatılıyor ve alkış sesleri arasında kedi ağaçtan indiriliyor. Amerika’da her şey şov üstüne kurulu değil mi zaten.
Sarı taksiler yenilenmeye başlamış. Ama insan arka koltuğa sığmakta yine de zorlanıyor. Çünkü şoföre daha geniş yer ayrılmış. Belki de doğrusu bu. New York’un yürümeyen caddelerinde, akşama kadar daracık bir yerde direksiyon sallamak hiç de kolay değil. Önünüzde şoförle ilgili bilgiler taşıyan bir kart asılı. Lisans numarası, fotoğrafı, adı soyadı. Kiminin telaffuzu kolay, kiminde sesli harf bile yok. Hepsi uzak ülkelerden gelmiş. Hiç Amerikalı şoföre rastlamadım. Bu yabancı isimli şoförlerin çoğu da İngilizce bilmiyor. Veya kırık dökük konuşuyor. Onun için adresi yazarak veriyorum genellikle. Hemen hepsi hiç durmadan telefonla sohbet ediyor. Telefon şirketleri şoförlere özel fiyat uyguluyormuş. Yoksa sadece telefon faturasına çalışırlar.
METRODAKİ SESSİZ ROBOTLAR
Ben genellikle metroyu tercih ediyorum. Tek şikayetim dik merdivenler. Metro duraklarının çoğu eski olduğu için, onlarda yürüyen merdiven bulunmaz. Bu yüzden dışarıya çıkabilmek için o dik merdivenleri tırmanmak zorunda kalırsınız. New York metrosunda vagonlarda kimse kimseyle konuşmaz. Herkesin kulağına bir kulaklık tıkıştırılmıştır. El ve kol hareketlerinden, dinledikleri müziğin ritmini anlayabilirsiniz. Başlar ritmik sallanır, ayaklar inip kalkar, avuç içleri dizleri döver. Bir yandan da kitap, gazete okunur. Yani vagonlarda, demir tekerleklerin rayların üstündeki tıkırtısından ve fren gıcırtısından başka ses yoktur. Herkes kendi durağında bir robot gibi iner ve gider. New Yorklular, dünyanın en kalabalık kentinde, dünyanın en yalnız insanlarıdır.
Brooklyn Heights’ın sokakları daha yeşilliktir. Limana doğru eski kırmızı tuğlalı, bahçeli eski evler sıralanır. Kapılardaki levhalara bakılırsa şairler, yazarlar, sanatçılar bu sessiz sokaklara sığınmayı tercih etmişlerdir. Bu gölgelik sokaklarda bir zamanlar yürüyenlerin Walt Whitman, Truman Capote, Norman Mailer, Marilyn Monroe, Bob Dylan olduğunu bilmek sizi heyecanlandırır.
NEW YORK’U SEVMEK İÇİN
Bu sokaklarda ayrıca şirin sokak kahveleri ve küçük işyerleri sıralanır; kapısı kırmızıya boyanmış bir Çin lokantası, duvarları mor ve yeşil badanalı Porto Riko bakkaliyesi, duvarlarına grafiti yazılmış Lübnanlı ekmekçi, vitrini ağız sulandıran Alman şarküterisi, kapısında başında sarığı ile bir Sih’in beklediği çamaşırhane, vitrinini kendisi hakkında çıkan gazete kupürleriyle süslemiş Ukraynalı ayakkabı tamircisi.
Kıyı boyu uzanıp giden gezinti yolunda herkese rastlanır. Tekerlekli iskemlesinde, Çince gazete okuyan yaşlı bir kadın, adalelerini sergileyerek koşuşturan güzel bir kız, köpeğiyle konuşan bir adam, bir bankı kendine ev edinmiş, kırık dökük televizyonunu seyretmeye çalışan bir evsiz, kıvrıldığı yerde kim bilir hangi rüya alemine dalıp gitmiş bir içkisever, anlamsız el kol işaretleriyle spor yapan bir Uzakdoğulu, tekerlekli iskemlesinden Ellis Adası’nı seyreden yaşlı bir kadın... Ve karşıda, bu sakin yakanın aksine bir koşuşturma. Klakson, siren sesleri, helikopter gürültüsü ve havalandırmalardan çıkıp tüm kentin sesi haline gelen bir uğultu.
New York bir dünyadır. Onu sevmek, anlayabilmek için bir hafta, on günlük turistik geziler yetmez. Ona aşık olabilmek için, içine girmek, sarıp sarmalamak, öpmek, koklamak gerekir. İşte o zaman, New York insanı bir daha asla bırakmaz. Hücrelerine işler. Tıpkı Nedim Gürsel’in dediği gibi: “New York, Village Gate’in bir mahzeninde dinlediğim zenci şarkıcının ağzı kadar inanılmazdı. Vantuz gibi yapıştı tenime, gövdemi derinliğine çekti. Çelik köprüleri, uzun uzun caddeleriyle sardı yanımı. Severken boğdu beni..”
HAMBURGERLER HAFTAYA
 Bu kez New York’ta “moda” restoranlara pek yüz vermedim. Kriz yüzünden ön plana  çıkan ucuz lokantaları keşfetmeye çalıştım. Daha önemlisi, tekrar önem kazanmaya başlayan hamburgerin peşine düştüm. Yiyecek içecek ağırlıklı bu izlenimlerimi de başka bir yazıda sizinle paylaşacağım.

Dünyanın sekizinci harikası

Brooklyn ile Manhattan’ı birbirine bağlayan Brooklyn Köprüsü, New York’un çok kıymetli bir kolyesidir. 126 yaşındaki bu köprü, New York kentindeki en gözde mimari eserlerden biridir. O, kentte yaşayanlar için gümüş yürüyüşlü bir güzeldir. Altından akan ırmak kadar uykusuzdur. Atlantik’ten kopup gelen uzak rüzgarlar, onun çelik tellerinde şarkıya dönüşür.
Yapımına 3 Ocak 1870 tarihinde başlanan köprü 13 yıl sonra hizmete açıldığında birçok ilke de imza atmıştı. Örneğin trafiğe açıldığında dünyanın en geniş asma köprüsü unvanını aldı. Kuleleri ise uzun süre ABD’nin en yüksek yapıları unvanını korudu.
24 Mayıs 1883’te saat 17.00’de açılan köprüden ilk gün 1800 araç geçti. Geçiş ücreti 5 sentti. O gün ayrıca 150 bin yaya bir yakadan öteki yakaya geçti. Söylentiye göre, yayalar köprüyü geçerken uğur getirsin diye suya birer sent attı.
Bazılarına göre Brooklyn Köprüsü “uğursuz bir köprü.” Buna kanıt olarak da köprü yapımında çalışanların başına gelenler gösterildi. Örneğin bu köprünün yapımı için varını yoğunu harcayan, tel kabloların mucidi John A. Roebling, inşaat sırasında kaza geçirdi. Ayakları ezildi ve sancılar içinde öldü. Ondan sonra iş başına geçen oğlu Washington Roebling, köprü kulelerinin altındaki su altı odalarında vurgun yedi, yatalak oldu. Bunların dışında köprü yapımı sırasında tam 27 işçi çeşitli nedenlerden öldü.
Eğer yolunuz düşerse köprünün üstündeki yaya yolundan mutlaka karşıdan karşıya geçin. Hızınıza göre 20 veya 40 dakikada geçişi tamamlarsınız. Yorulursanız yol boyu sıralanan banklarda dinlenebilirsiniz. Akşamüstü geçerseniz, çok güzel güneş batımı ve Manhattan görüntülerini fotoğraflayabilirsiniz. Bu kısa yolculuktan sonra, köprünün Brooklyn yakasındaki ünlü “River Cafe”de bir kadeh içkiyle kendinizi ödüllendirebilirsiniz. 

MİNİ REHBER

Aşağıda belirttiğim yerler New York’un simgeleridir. Bu kentle ilgili tüm filmlerde, belgesellerde, anlatımlarda buraların adına rastlarsınız. Bu yerleri görme olanağını bulursanız, New York’u daha da seversiniz.
? ÖZGÜRLÜK ANITI: Bir hatıra fotoğrafı siz de çektirin. ? ELLIS ADASI: Göçmenlerin ilk geldiği yer. ABD tarihi burada başlıyor.
? WALL STREET: New York Borsası.. Dünyanın para merkezi. ? BROOKLYN KÖPRÜSÜ: 1883’te yapılan tarihi köprü ? CHINATOWN: Çinlilerin yaşadığı bölge. Ucuz alışveriş ve lezzet burada. ? LITTLE ITALY: Mafya filmlerindeki tipleri görmek isteyenler için. ? SOHO: Sanatçıların ve sanat galerilerinin bölgesi. ? GREENWICH VILLAGE: Bohemlerin ve alternatif yaşamların peşinde koşanların yeri. ? BEŞİNCİ CADDE: Ünlü mağazalar yan yana. Alışveriş cenneti. ? EMPIRE STATE BUILDING: Dünyanın ilk ve en yüksek gökdelenlerinden biri.
?BROADWAY: Tiyatro, gösteri, caz, bar. Kentin renkli geceleri burada.
? CENTRAL PARK: Gece değil, gündüz gezin. ? TIMES SQUARE: Seks kokulu dükkanlar, mekanlar, hediyelik eşyalar, restoranlar.
? HARLEM: Siyahların dünya başkenti. ? METROPOLITAN MÜZESİ: Sanat şaheserlerinin asılları tam karşınızda olacak. ? MODERN SANATLAR MÜZESİ: Sergileri kaçırmayın.
? GUGGENHEIM MÜZESİ: Dikkat; perşembe günleri kapalı. ? FRANK: Sokakta satılan sosisli sandviç. Tatmadan dönmeyin. ? BLUE NOTE: En güzel caz konserleri.. Rezervasyon şart. ? BLOOMINGDALE: Alışveriş merkezi. Ne ararsan var.

False