TARİH 20 Ağustos 1951
Hergün gazetesi haberi:
“Türkiye’ye sızan kızıl casuslar: Bunların arasında Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kâtibi Kamçılı Kız da var.
Bulgaristan’dan tehcir edilen Türklerle birlikte yurdumuza sokulan kızıl casuslar hakkındaki tahkikat devam etmektedir. Türkiye’ye giren ve bilhassa İstanbul Üniversitesi’ne kaydedilen kızıl ajanlar üzerinde ehemmiyetle durulmaktadır.
Bundan 3 ay kadar önce Tıp Fakültesi’nde 4’üncü sınıfa yazılan ve Bulgaristan’daki Türk kızları arasında Kamçılı Kız namıyla maruf olan Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kızı hususi tespit edilen kızıl ajanlar meyanındadır.
Türk ırkından olmasına rağmen sistemli bir Bulgar kızıl propagandası altında yetiştirilen mülteci Kamçılı Kız bilhassa Sofya’da ikamet eden ve zaman zaman Bulgar Emniyet Genel Müdürlüğü’ne çağrılan Türk kadın ve kızlarını kamçı ile dövdüğünden dolayı bu namı almış bulunmaktadır. Kamçılı kız Bulgar Dahiliye Nazırı’nın emriyle Türkiye’ye sızdırılmış, kendisi gibi mülteci kisvesi altına giren diğer ajanlara şef tayin edilmiştir. Bu surette Türkiye dahilinde gençlerden müteşekkil bir kızıl şebeke kurmaya vazifelendirilen Kamçılı Kız ve arkadaşları hakkında takibata geçilmiştir.”
DURUŞMALAR GİZLİ YAPILACAK22 Ağustos 1951, Zaman gazetesi “Kamçılı Kız” haberine devam etti. Bir de eylemini yazdı:
Üç gün önce yargılanmadan tutuklanan Namık Kemal ve dört arkadaşı sürgüne gönderilmektedir. Gizlilik içinde ‘Mısır’ adlı gemiye bindirildiler. Namık Kemal güverteden son kez İstanbul’a bakar. Sanır ki, bu adaletsizliğin önüne geçmek için tüm şehir ayağa kalkmıştır. Limanda kimseler yoktur. Oysa daha bir hafta önce, halk İstanbul’da ‘Fedai Kemal, Fedai Kemal’ diye sevinç gösterileri yapmıştır...
“HÜRRİYET” (Hurriet) Gazetesi’nin isim babası.
Bir dizi ifade ve kavramı Türkçeye kazandırdı:
Vatan, millet, vicdan, inkılap, ihtilal, siyasiyat, matbuat, hükümet, hayal, heyecan ve niceleri.
21 Aralık 1840’ta doğdu.
19 yaşında Tasvir-i Efkâr’da gazeteciliğe başladı.
25 yaşında Tazminat ve Islahat Fermanı’nı yetersiz bulan ilk gizli siyasi örgüt “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”nin kuruluşuna katıldı. Anayasa’yı ilan etmezse Sultan Abdulaziz’i tahtından indireceklerdi. Aralarındaki bir muhbirin ele vermesiyle, Ziya Bey ile yurtdışına kaçtı. “Hurriet”i Londra’da çıkardılar.
ÜTOPYA, insanın yeryüzünde bir cennet hayatı oluşturma çabasıdır. Düşseldir. Daha iyiye, güzele ulaşma isteğidir. Platon’un “Devlet”i belki Batı edebiyatında ütopya türüne ilk örnek sayılabilir. Ancak Yeniçağ Avrupa’sında ütopyalara daha çok tanık oluruz.
Türkiye’nin “ütopya” kavramıyla tanışması 19’uncu yüzyılın ortalarına denk geldi. 150 yıllık bir geçmişe sahip Türk ütopyası genel anlamda “siyasi rüya”yla başlar. Bu süreç aynı zamanda Türkiye toplumunun çağdaşlaşma ve modernleşmesinin başlangıcıdır.
Kavramın felsefi, siyasi ve edebi
açıdan incelenmesi 50 yıl önceye, yoğun olarak işlenmesi ise 1980 darbesinden sonrasına aitti.
HEP KORKUTTU İnsanın insan üzerindeki baskısı arttıkça hep yeni/alternatif bir toplum projesi/ütopya anlayışı doğdu.
Ütopyalar, aslında toplumsal çelişkilere dikkat çeken ilk eleştirel metinlerdi. Manifestolardı.
Ütopyanın (Utopia) yazarı Thomas More bir politikacıydı. Başbakanlık yaptı. İngiltere Başbakanı olmasına rağmen, bu eseriyle ezilenlerin ve özellikle de köylülerin içinde bulunduğu yoksulluğa dikkat çekti.
MODERN Mısır’ın kurucusu bir Osmanlı; Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1769-1849). Kavalalı dönemin tüm askerleri gibi Napolyon hayranıydı. Ve ilginç bir tesadüf sonucunda hayatını Napolyon değiştirdi!
Fransızlar Mısır’ı işgal edince Osmanlı Serdarıekrem Yusuf Ziya Paşa komutasındaki orduyu Mısır’a gönderdi. Bu orduya Kavala’dan 300 kişi katıldı.
Bunlardan biri de Mehmed Ali adında bir askerdi.
Fransızlar Mısır’dan çıkarken Kavalalı uzaktan; Napolyon’a, disiplinli Fransız askerlerine ve üniformalarına hayran oldu.
Zekâsı ve cesur kişiliğiyle sivrilip Mısır’ın başına geçtiğinde ilk yaptığı yeni bir ordu kurmak oldu. Bu amaçla zorunlu askerliği başlattı; Mısır’ın yoksul halkını askere aldı; onlara üniforma, silah, para ve en önemlisi kimlik verdi.
Bu aslında “ulus-devlet” olmanın ilk adımıydı; Mısır yoksulu orduya alınarak, bin yıl sonra hak ve görev duygusu içinde ülkesine sahip çıkacak bir bilince kavuşturuldu. Mısır’da (pro) milliyetçilik duyguları “ulusal ordu”nun kuruluşuyla işte böyle başladı.
Fransa nasıl krallığa son verip ulus-devlet kurduysa, Kavalalı da padişah boyunduruğuna son verip ulus-devlet kuracaktı.
ŞAİR Ece Ayhan hasta yatağında 1999’da yazdığı ve henüz yayınlanmamış güncesinde, bir dönem aşk yaşadığı Nilgün Marmara için şunu yazdı:
“Muzip kadın Nilgün Marmara. Tezer (Özlü) ile birlikte bana muziplikler yapmaya bayılırdı. İkisi de aynı anda göğüslerini gösterirlerdi. Güzeldi...”
Nilgün Marmara; 13 Ekim 1987 tarihinde, beşinci kattaki evinin, yatak odası penceresinden atlayarak intihar etti.
29 yaşındaydı.
Manik-depresif idi.
Tıpkı 31 yaşında intihar eden manik-depresif şair Sylvia Plath gibi.
Nilgün Marmara’nın yaşamöyküsünü ve intiharını anlayabilmek için Sylvia Plath’ın yaşamını bilmek gerekir...
Bu tartışma yeni değil; on yıllardır yanıtını arayan bir soru. Bırakın bağdaşıp bağdaşmadığını bundan 100 yıl önce Melamiler, “Balkan Sosyalist Melami Federasyonu” kurmak için çok çaba harcadı. Melamiler’in sosyalizmle ilişkileri konusunda ne yazık ki hiç araştırma yapılmadı. Bu da Sol’un bu topraklara ne kadar yabancı olduğunu gösteriyor aslında...
Önce bir tespit:
Bir aydın düşünün ki; 50 yıllık yazı yaşamı boyunca hep müstear ad kullanmak zorunda kalsın. Marksizmle ilgili onca kitaba ve çeviriye imza atmış bir
entelektüelin hayatı aslında bu topraklarda solun ne derece baskı altında olduğunun bir delilidir.
“Kerim Sadi” ve “A.Cerrahoğlu” (1900-1977) adını sol literatürü birazcık bilenler hemen tanır. Asıl adı neydi: “Nevzat Cerrahlar” mı yoksa “Ahmet Nevzat Cerrahoğlu” mu? Bir önemi var mı; bu benzersiz, sessiz, ünsüz, “İnsaniyet kütüphanesi”nin kurucusu, adam gibi adamın yazdıklarını anlamak için. Hayır!
Peşinen görüşümü yazayım:
Kim kendini hangi etnik gruba ait görüyorsa o kimliktedir. Yani “Ben Kürt’üm” diyorsa Kürt’tür.
Dil konusunda istediğiniz bilimsel çalışmayı yapabilirsiniz, ama biri “Bu benim dilimdir ve Kürtçedir” diyorsa, öyledir.
Ve ben hâlâ, kendi kaderini tayin hakkına inanırım...
Tamam. Şimdi istediğimi yazabilirim.
Gündemde, Kürtlerin iki dil ve özerklik talebi var.
Meselenin iki dil ve özerklikle biteceğine inanıyorsanız, yanılırsınız. Bu sadece başlangıçtır.
GÜNDEMDE Kürtçe var.
Kürtçe moda, Türkçe demode!
Bugün: “Türk” ya da “Türkçe” sözcüğünü dile getirenler ırkçılıkla, faşistlikle itham ediliyor.
Dün: Türk Dil Kurumu’nu kapatan 12 Eylül 1980 darbecilerine göre ise Türkçe ile ilgilenenler komünistlerdi!
“Güneş Dil Teorisi” dün de bugün de hep safsata olarak değerlendirildi.
Bütün dillerin kaynağının “Türk kökenli” olduğunu savunan “Güneş Dil Teorisi” Kemalist çevreleri bile artık sadece gülümsetiyor.
“Kemalist aşırılık” olarak değerlendiriliyor teori.
TEVFİKA Hanım’ın babası Hacı Ali, Kırım Tatarı bir göçmendi. Tire’de büyük bir çiftlikte kâhyalık yaptı; çiftliğin dul hanımıyla evlenerek “ağa” oldu.
Dört çocuğu oldu: Sadık, Şükrü, Refik ve Tevfika.
Tevfika genç yaşında gönlünü Halepçizade İbrahim Edhem’e kaptırdı. İbrahim Edhem İstanbul’da hukuk öğrenimi görüyor ve yazları Aydın’daki Kızılseki çiftliğinde kalıyordu. Bu çiftlik Tevfika’nın ailesiyle oturduğu konağın tam karşısındaydı.
Yaz aşkı mektup yazmakla başladı. Sonra gizli buluşmalarla sürdü.
Araya öğrenim yılı girse de birbirlerini unutmadılar. İbrahim Edhem, Aydın Vilayeti Tahriratı Umumiye Müdürlüğü’nde kâtip olarak çalışmaya başlayınca evlenmeye karar verdiler.
İbrahim Edhem’in babası İsmail Efendi bu birlikteliği karşı çıktı; çünkü Tevfika veremdi. Ama oğlunun ısrarlarına dayanamadı ve Tevfika’yı istemek için Hacı Ali Ağa’yı ziyaret etti.
Bekledikleri yanıtı alamadılar; Hacı Ali Ağa kızını vermedi.
ARKADAŞIM dert yandı:
“Oğluma yatarken hikâye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.
WIKILEAKS belgeleri sayesinde ABD’nin Ankara büyükelçileri Eric Edelman, Ross Wilson ve James Jeffrey isimlerini ezberledik...
Peki Sir Percy Loraine (1880-1961) adını anımsıyor musunuz?
1933-39 yılları arasında İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi’ydi.
1938’de gizlilik kaydıyla Londra’ya gönderdiği, “Notes On Leading Turkish Person Alities” adlı raporunda, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin toplam 96 yönetici, gazeteci ve aydını hakkında ne yazdığını biliyor musunuz?
WikiLeaks tartışmalarına ışık tutması için bu rapordan -daha önce de bu sayfada özet vermiştim- örnekler sunayım.
Bakın Sir Loraine, tanınmış Türkleri Londra’ya tanıtırken nasıl bir üslup kullandı ve haklarında neler yazdı:
“Yunus Nadi Abalıoğlu: Gazeteci. Kısa boylu, şişmandır. Kelebek gözlük takar. Herhangi bir rüzgâra kapılmaya meyillidir. Vicdansız, alçak adamın tekidir.
Ahlak, aklın polisidir.
Hayatın içinde ne var ya da ne yoksa; hepsi edebiyatın/sanatın konusudur.
Siz sanata; otoriteye dayalı kendi ahlakınızı dayatırsanız bunun adı tüm dillerde aynıdır: Faşizm!
Aşağıda ironik bir yazı kaleme aldım.
İstedim ki, gerçekten neyi tartıştığımızın farkında olalım.
Ya da nereye gittiğimizin!..
Umarım bu şaka (ki bazıları ne yazık ki, akıl tutulması sonucu artık neyin şaka olduğunun bile farkında değil) gerçek sayılmaz!
28 EKİM 1957’de Malatya’da doğdu.
Babası Mahmut Kaya işçiydi. Kürt’tü. Annesi Zekiye ev hanımıydı, Erzurumlu Türk’tü. Mustafa, Nurcan, Emine, Songül’den sonra doğmuştu.
Çocukken lakabı dudaklarının iriliğinden dolayı “Loş Dudak” idi.
Dayısı Muzaffer Genç cümbüş, amcası Yusuf Kaya tambur çalıyordu. Kulağı müziğe yatkındı. İlk sazı/curayı babası 6 yaşında aldı. 15 günde çalmayı öğrendi. Yetenekliydi.
Sahneye ilk kez 9 yaşında, -1 Mayıs yerine o dönemde kutlanan- 24 Temmuz 1966’da Çalışanlar Bayramı’nda çıktı.
1972’de Mahmut Kaya Sümerbank’tan emekli olunca, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak için ailesini İstanbul’a taşıdı.
Almanya’da yaşadı
‘Şairler hücresi’ kimi öldürecekti
Taksim’de canlı bomba terörü yaşandığı saatte, bir Osmanlı şairinin biyografisini okuyordum. Ne tesadüf ki, kitap edebi anılarla dolu değildi; şair eylem adamıydı. Suikast bile planlamıştı. Hatta fikrini -aralarında Tevfik Fikret’in de bulunduğu- bazı edebiyatçı arkadaşlarına söylemişti.
Ve suikast için gizlice buluştuklarında kimin neyi savunduğunu da not almıştı. “Şairler Hücresi” tarihin seyrini değiştirecek suikastı
nasıl tartışmıştı...
TAKSİM ’de canlı bomba terörü gerçekleştiğini öğrendiğimde elimde “Son Jön Türk Kalesi: Ahmet Kemal Akünal” adlı biyografi kitabı vardı. (Derleyen M. Kayahan Özgül, Kitabevi) Bu kadar tesadüf olmaz; tam da şair Ahmet Kemal’in, Sultan II. Abdulhamid’e düzenleyeceği suikast planıyla ilgili bölümü okuyordum.![/images/100/0x0/55eab7f7f018fbb8f8924d08]()
Servet-i Fünun yazarı Ahmet Kemal defterine bakın suikastla ilgili neler yazdı:
“Benim Tartaksiyon Cemal Paşa adında bir eniştem vardı. Halamın kocasıydı. Eşi diyemiyorum, çünkü eşi değil, kocasıydı. Sultan Abdulaziz’in mabeyincilerinden Ahmet Bey’in oğlu idi. Harbiye Mektebi’nden çıkınca babasının iltimasıyla Avrupa’ya ataşe militer yolladılar. Oralarda yirmi-otuz sene oturdu. Nüzul isabet etti, ancak bu suretle İstanbul’a döndü.(...)
Kimseye zarar vermeden Abdulhamid’in teveccühünü ve atıfetini kazanmaya çalışırdı. Mesela kötürüm olduğu halde, her cuma selamlığına koşar ve efendisine görünür idi. Abdulhamid buna bir nefer tahsis etmişti. İnişte, yokuşta, kalkışta, oturuşta Paşa’yı bu nefer sırtında taşırdı. Hulasa eniştem Abdulhamid’in emniyet ettiği bir adamdı.”
Hücre toplantısı
Ahmet Kemal 1900 yılında bir gün eniştesinin “güvenilir adam” olma özelliğinden yararlanmak istedi. Suikast planı yaptı ve bunu da defterine şöyle kaydetti:
“Ben yazları Paşa’nın Büyükada’da merhum Üstad-ı Ekrem’in köşküne bitişik evinde geçirirdim. Şeker bayramına bir hafta kalmıştı. Şeytan bana dedik ki, ‘Paşa bu bayram saraya muayedeye (bayramlaşmaya) gidecek. Paşayı arabaya, Dolmabahçe Sarayı’nda merdivenlere bindirip indirecek, koluna girerek muayede salonuna götürecek ve onu salonun kapısında bekleyecek nefer Mustafa’dır. Bu bayram bu işi sen görsen ve iki parmağının ucundan fırlayacak ümmet-i Muhammed’e bir ıyd-i necat ilan etsen olmaz mı?’ Bu fikir yılan gibi beynimi kemirmeğe başladı. İnanınız iki üç gün gözüme uyku girmedi.
İstanbul’a indim. Hemen (Peyami Safa’nın babası, şair-yazar) İsmail Safa’yı, (yazar) Ubeydullah’ı ve bize yakın Ağayokuşu’nda oturan Tevfik Fikret’i Taşkasap’taki evime topladım. Mafiyyü’z-zamari (gönlümden geçeni) bunlara açtım.
Tevfik Fikret ile Ubeydullah, ‘Milletçe bir hazırlık yokken ve ba-husus böyle bir fırsattan memleket için tehlikeli bir surette istifadeye kalkışacak olan Rusya’ya karşı siyasi tedbirler layıkıyla temin edilmemişken, yapılacak bu iş doğru olmaz’ dediler.
İsmail Safa ise, Rusya’nın Türkiye hakkındaki meş’um maksadına zamanın şartları muvafık gelince fırsat ve vesile ihdasını bizden beklemeyeceğini; Abdülhamid’in öldürülmesiyle Türkiye’nin taksimi meselesinin ortaya çıkacağını düşünmenin, devletin onun sayesinde yaşadığına inanmak demek olacağını ve böyle düşünüldüğü takdirde, şimdiye kadar aleyhinde bulunduğumuz için, hemen tövbe ve istiğfar etmemiz lazım geleceğini söyleyerek, ‘Kemal! Kalbinde cesaret, önünde muvafakkiyet görüyorsan bir dakika durma!’ dedi.
Ubeydullah: Ali Süavi vak’asına bir nazire yapılmış olur. Hele onun gibi muvaffakkiyetsizlikle neticelendiği takdirde, idare makinasının ne kadar sıkıştırılacağı, ne kadar hainane işleyeceğini akla getirmek lazım. Bugünki tazyikle Midhat Paşa ve Ali Süavi vak’alarının ehemmiyetli tesirlerini unutmamalı.
Tevfik Fikret: Çok konuştuk. Bence her şeyden evvel bu işin bu dört kişinin vereceği kararla yapılacak kadar iş olmadığını teslim etmelidir. Ahmed Kemal’in anlatışına bakılırsa, padişahın imha-yı vücudu mümkün görünüyor. Gelecek padişah da bu hadiseden foya meydana çıkıncaya kadar korkacak ve kendisine uzatılan metalib (istekler) listesine iltifat edecektir. İşte bu esnada dahili ve harici siyaseti ve bilhassa padişahı idare edecek kabineyi teşkil ettiniz mi ve riyasetine kimi getireceksiniz? Eğer bu zat Said ve Kamil paşalardan biri olacaksa, yapılan fedakârlığın bu iki menhus (uğursuz) herife makam-ı ikbal hazırlamaktan başka bir semeresi görülemez. Böyle bir inkılabı idare edecek yeni bir adam da benim aklıma gelmiyor.
Ubeydullah: Ben Tevfik’in fikrindeyim. Bu işi devlet siyasetinde tecrübe görmüş, namuslu adamlarımızdan biriyle görüşmeliyiz. Mesela İsmail Kemal, Berlin Sefiri Galib, Ali Paşa damadı Ferik Nazım Paşa...”
Galib Bey’e teklif
“Üç saatten fazla süren bu müzakere neticesinde Ubeydullah ile benim milletin en namuslu adamı olan Galib Bey’le görüşmemiz kararlaştırıldı. Merhumun Şehzadebaşı’ndaki konağına ertesi sabah erkenden gittik. Merhum bizi asil, cemil ve beşuş simasıyla kabul etti. Bir saat kadar görüştük. Bize işin bu kadar basit görülemeyeceğini, buna kuvvetli bir tertibatın tekaddüm etmesi (öncelikle) lazım geleceğini beyan ve izah etti. Biz de elini öptük çıktık.
Arkadaşlara anlattık ve işi, iki ay sonra gelecek Kurban Bayramı’na talik ettik.
Ben iki gün sonra eniştemle muayedeye gittim. Paşa benim kolumda olarak muayede salonuna kadar salinen çıktık. Salonunun bulunduğu kat sırmalı adamlarla dolmuştu. Bunların kimi odalarda, kimi sofalarda dolaşıyordu. Ben Paşa’nın yanından ayrılmıyordum. Bir tanıyana rastlarım diye korkuyordum.
(...) Bir kapıdan zat-ı şahane göründü. Çok seri adımlarla kanapenin önüne geldi, durdu, nakibü’l-eşraf tarafından kısa bir dua okunduktan sonra muayedeye başladı.
(...) Muayede bitti. Padişah da çıktığı kapıya doğru çekildi, gitti. İşte muayede bu kadar basit bir şeydi. Eniştem gibi bir vasıtayı bulduktan sonra saraya, muayede salonuna girmek ve Abdulhamid’i öldürmek hatırı sayılır bir iş bile değildi. Fakat eniştem gibi Abdulhamid’in mutemedi, sarayca tanınmış bir zatı bulmak, onu şüphelendirmeden koluna girmek ve haşmetli insan mahşeri içinde kurşunu hedefe isabet ettirmek... İşte bunlar hatırı çok sayılan işlerdendir.
Netice nasıl olurdu? Tarih över miydi, söver miydi, buralarını hâlâ düşünmek istemiyorum.
Fakat işi arkadaşlarıma açtığıma bugün de yanarım. Tercüme-i halimin son sahifesini o intikam sahnesiyle kapayarak huzur-ı ilahiye, Abdulhamid ile gırtlak gırtlağa çıkmak daha iyi olurdu gibime geliyor. Akıllı düşününceye kadar deli köprüyü geçer derler. Ben o deliliği yapamadım. Arkadaşların ukalalığına yandım vesselam.
İşte talik ettiğimiz Kurban Bayramı’nda ben, (yazdıklarından ötürü tutuklanmamak için) hayfa ki Atina’da bulunuyordum.”
Ahmet Kemal’in anılarında beni şaşırtan Tevfik Fikret oldu. Suikasta karşı çıkmış! Oysa 5 yıl sonra Tevfik Fikret, II. Abdulhamid’e suikast düzenleyenleri yazdığı şiiriyle övecekti. Hatta Ermeni komitacılara, “Müslümanları niye öldürüyorsunuz, gidin padişahı öldürün” dediği de bilinir.
5 yıl içinde ne değişmişti? Tevfik Fikret neden suikastçıları över hale gelmişti?
Münevverlerin içine sürüklendikleri çaresizlik olabilir mi?
Osmanlı münevverlerinin dilekçesi:
İNGİLİZLERİ DESTEKLİYORUZ
“Aydınlar Dilekçesi” denilince aklınıza ne gelir?
5 Mart 1984’te Aziz Nesin-Yalçın Küçük önderliğinde 1300 aydının 12 Eylül darbecilerinden demokrasi talep eden dilekçeleri kuşkusuz.
Aydının 12 Eylül darbesine karşı toplu başkaldırısının miladıdır bu dilekçe.
Tevfik Fikret ve arkadaşlarının II. Abdulhamid’e suikast planlamasının nedeni üzerine düşünürken imdadıma yine Ahmet Kemal’in defterlerine yazdığı notlar yetişti. Osmanlı münevverinin ruh halini harika yansıtıyor bu defterdeki bilgiler. Şöyle...
Yıl 1899.
İngilizler Güney Afrika’nın altınına göz dikip bu toprakları 500 bin askeriyle işgal etti. Topraklarını ve altınlarını kaptırmak istemeyen Boer’ler İngilizlere karşı gerilla mücadelesi verdi. Evleri yakılıp yıkıldı; eşleri-çocukları öldürüldü; toplama kamplarında işkenceler gördüler ama Boer’ler geri adım atmadılar.
Tam o günlerde Osmanlı münevverleri ne yaptı dersiniz?
Şu analizi yaptılar:
İngilizler kaybederse bu İngiliz karşıtı bir politika izleyen II. Abdulhamid’in işine gelir. O halde biz İngilizleri destekleyelim!
Ve bu desteği de verdiler. Nasıl mı?
Eski sefirlerden Ali Galib Bey’in Rumelihisarı’ndaki evinde toplantı düzenlediler. Toplantıya, İsmail Kemal, Hüseyin Siret, İsmail Safa, Ubeydullah katıldı.
İngiltere Büyükelçisi Sir Nicholas O’Conor’a hitaben bir mektup kaleme aldılar. Bir de desteklerine kılıf buldular: “İngilizler Kırım Savaşı’nda bizimle birlikte harp ettiklerinden İngiltere’nin bu savaşta muzafferiyetlerini temenni ederiz!”
Fakat gerçek niyetlerini de yazmadan edemediler: “Sultan Hamid’in İngilizlere karşı planladığı hasmane siyasete millet iştirak etmemektedir.”
Hüseyin Cahit Yalçın’a göre metni Tevfik Fikret kaleme almıştı. Kimine göre ise Hüseyin Siret yazdı. Neyse, konumuz bu değil.
Sonuçta dilekçe Osmanlı münevverlerine sunuldu; destek imzası istendi.
Kimler destek vermedi ki: Recaizade Ekrem, Sami Paşazade Sezai, Mehmet Cavid, Mehmet Rauf, Ahmet Kemal, Tevfik Fikret gibi yirmi dokuz münevver.
Tarih: 20 Kasım 1899.
Güney Afrika sömürgesi İngilizler oluk oluk kan akıtırken Osmanlı münevverleri İngiltere Büyükelçiliği’nin kapısını çaldı. On iki kişiydiler.
Dilekçelerini bizzat Sir O’Conor’a elden verdiler.
Kuşkusuz II. Abdulhamid bu girişimi duydu. Korktu. Operasyon başlattı.
İlk önce Hüseyin Siret ve Ubeydullah Beşiktaş Karakolu’na çekildi.
İngilizler bu gözaltında rahatsız oldular. Büyükelçi O’Conor girişimde bulundu; gözaltına alınanlar serbest bırakıldı.
Ancak II. Abdulhamid bu olayı unutmadı. İki ay sonra Hüseyin Siret’i Bitlis’e, İsmail Safa’yı Sivas’a, Ubeydullah’ı Taif’e sürgüne gönderdi.
Tevfik Fikret evinde göz hapsine alındı.
Kimi de yurtdışına kaçtı.
Bunlardan biri Ahmet Kemal idi.
Kaçmasının nedeni birkaç ay önce başına gelenlerdi.
Pul Mecmuası’nın başyazarıydı. Servet-i Fünun’da yazıyordu. Tanınmış biriydi yani.
O dönem Paris’te bulunan Ali Kemal, İstanbul’daki bir dostuna mektup gönderir. Bu hemen Yıldız Sarayı’na jurnal edilir. Ancak “Ali Kemal” yerine yanlışlıkla “Ahmet Kemal” denir.
Eh dolayısıyla Ahmet Kemal evinden alınarak Zaptiye Nezareti’ne götürülür. Burada Nazır Şefik Paşa’nın huzuruna çıkarılır. İki soru sorulduktan sonra Şefik Paşa, “Kemal Bey, sizinle görüşeceğim; lakin şimdi saraydan çağrıldım. Acele gideceğim ve çabuk geleceğim. Siz komiser beyin odasında biraz istirahat buyurun” diyerek gider. Gidiş o gidiştir. Ahmet Kemal, Şefik Paşa’nın gelmesini tam 7 ay bekler!
Başına gelen bu durumu şöyle yazıyor defterine:
“O zamanın hükümeti az çok tanınmış kimseleri güpegündüz, halkın gözü önünde tevkifhaneye götürüp tıkmayı korkak siyasetine muvafık bulmuyordu. Bu sebeple, şunun bunun odasında iltifatlı muamelelerle avutuyor, ortalık kararıp tenhalaştıktan sonra menzil-i maksuda ulaştırılıyordu. Ben de bu suretle komiserin odasında nazırı beklemek üzere yatsı vaktini bulmuş ve ‘Nazır Paşa belki daha geç kalırlar, anlaşılıyor ki sarayda çok mühim bir işi çıkmış, zat-ı âliniz rahatsız olmayınız, Paşa gelince sizi uyandırırız’ sözleriyle tevkifhanede karyolalı hususi bir odaya sevk olunmuştum. İşte o yedi ay tevkifhane müdürüne ait bu odada geçmişti.”
İşte bu olayı iyi bildiği için İngiltere Büyükelçiliği’ne verilen dilekçeyle ilgili gözaltıları duyar duymaz Ahmet Kemal Atina’ya kaçtı. II. Abdulhamid’e Kurban Bayramı’nda yapılacak suikast bu nedenle gerçekleşemedi.