TARİH 20 Ağustos 1951
Hergün gazetesi haberi:
“Türkiye’ye sızan kızıl casuslar: Bunların arasında Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kâtibi Kamçılı Kız da var.
Bulgaristan’dan tehcir edilen Türklerle birlikte yurdumuza sokulan kızıl casuslar hakkındaki tahkikat devam etmektedir. Türkiye’ye giren ve bilhassa İstanbul Üniversitesi’ne kaydedilen kızıl ajanlar üzerinde ehemmiyetle durulmaktadır.
Bundan 3 ay kadar önce Tıp Fakültesi’nde 4’üncü sınıfa yazılan ve Bulgaristan’daki Türk kızları arasında Kamçılı Kız namıyla maruf olan Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kızı hususi tespit edilen kızıl ajanlar meyanındadır.
Türk ırkından olmasına rağmen sistemli bir Bulgar kızıl propagandası altında yetiştirilen mülteci Kamçılı Kız bilhassa Sofya’da ikamet eden ve zaman zaman Bulgar Emniyet Genel Müdürlüğü’ne çağrılan Türk kadın ve kızlarını kamçı ile dövdüğünden dolayı bu namı almış bulunmaktadır. Kamçılı kız Bulgar Dahiliye Nazırı’nın emriyle Türkiye’ye sızdırılmış, kendisi gibi mülteci kisvesi altına giren diğer ajanlara şef tayin edilmiştir. Bu surette Türkiye dahilinde gençlerden müteşekkil bir kızıl şebeke kurmaya vazifelendirilen Kamçılı Kız ve arkadaşları hakkında takibata geçilmiştir.”
DURUŞMALAR GİZLİ YAPILACAK22 Ağustos 1951, Zaman gazetesi “Kamçılı Kız” haberine devam etti. Bir de eylemini yazdı:
Üç gün önce yargılanmadan tutuklanan Namık Kemal ve dört arkadaşı sürgüne gönderilmektedir. Gizlilik içinde ‘Mısır’ adlı gemiye bindirildiler. Namık Kemal güverteden son kez İstanbul’a bakar. Sanır ki, bu adaletsizliğin önüne geçmek için tüm şehir ayağa kalkmıştır. Limanda kimseler yoktur. Oysa daha bir hafta önce, halk İstanbul’da ‘Fedai Kemal, Fedai Kemal’ diye sevinç gösterileri yapmıştır...
“HÜRRİYET” (Hurriet) Gazetesi’nin isim babası.
Bir dizi ifade ve kavramı Türkçeye kazandırdı:
Vatan, millet, vicdan, inkılap, ihtilal, siyasiyat, matbuat, hükümet, hayal, heyecan ve niceleri.
21 Aralık 1840’ta doğdu.
19 yaşında Tasvir-i Efkâr’da gazeteciliğe başladı.
25 yaşında Tazminat ve Islahat Fermanı’nı yetersiz bulan ilk gizli siyasi örgüt “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”nin kuruluşuna katıldı. Anayasa’yı ilan etmezse Sultan Abdulaziz’i tahtından indireceklerdi. Aralarındaki bir muhbirin ele vermesiyle, Ziya Bey ile yurtdışına kaçtı. “Hurriet”i Londra’da çıkardılar.
ÜTOPYA, insanın yeryüzünde bir cennet hayatı oluşturma çabasıdır. Düşseldir. Daha iyiye, güzele ulaşma isteğidir. Platon’un “Devlet”i belki Batı edebiyatında ütopya türüne ilk örnek sayılabilir. Ancak Yeniçağ Avrupa’sında ütopyalara daha çok tanık oluruz.
Türkiye’nin “ütopya” kavramıyla tanışması 19’uncu yüzyılın ortalarına denk geldi. 150 yıllık bir geçmişe sahip Türk ütopyası genel anlamda “siyasi rüya”yla başlar. Bu süreç aynı zamanda Türkiye toplumunun çağdaşlaşma ve modernleşmesinin başlangıcıdır.
Kavramın felsefi, siyasi ve edebi
açıdan incelenmesi 50 yıl önceye, yoğun olarak işlenmesi ise 1980 darbesinden sonrasına aitti.
HEP KORKUTTU İnsanın insan üzerindeki baskısı arttıkça hep yeni/alternatif bir toplum projesi/ütopya anlayışı doğdu.
Ütopyalar, aslında toplumsal çelişkilere dikkat çeken ilk eleştirel metinlerdi. Manifestolardı.
Ütopyanın (Utopia) yazarı Thomas More bir politikacıydı. Başbakanlık yaptı. İngiltere Başbakanı olmasına rağmen, bu eseriyle ezilenlerin ve özellikle de köylülerin içinde bulunduğu yoksulluğa dikkat çekti.
MODERN Mısır’ın kurucusu bir Osmanlı; Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1769-1849). Kavalalı dönemin tüm askerleri gibi Napolyon hayranıydı. Ve ilginç bir tesadüf sonucunda hayatını Napolyon değiştirdi!
Fransızlar Mısır’ı işgal edince Osmanlı Serdarıekrem Yusuf Ziya Paşa komutasındaki orduyu Mısır’a gönderdi. Bu orduya Kavala’dan 300 kişi katıldı.
Bunlardan biri de Mehmed Ali adında bir askerdi.
Fransızlar Mısır’dan çıkarken Kavalalı uzaktan; Napolyon’a, disiplinli Fransız askerlerine ve üniformalarına hayran oldu.
Zekâsı ve cesur kişiliğiyle sivrilip Mısır’ın başına geçtiğinde ilk yaptığı yeni bir ordu kurmak oldu. Bu amaçla zorunlu askerliği başlattı; Mısır’ın yoksul halkını askere aldı; onlara üniforma, silah, para ve en önemlisi kimlik verdi.
Bu aslında “ulus-devlet” olmanın ilk adımıydı; Mısır yoksulu orduya alınarak, bin yıl sonra hak ve görev duygusu içinde ülkesine sahip çıkacak bir bilince kavuşturuldu. Mısır’da (pro) milliyetçilik duyguları “ulusal ordu”nun kuruluşuyla işte böyle başladı.
Fransa nasıl krallığa son verip ulus-devlet kurduysa, Kavalalı da padişah boyunduruğuna son verip ulus-devlet kuracaktı.
ŞAİR Ece Ayhan hasta yatağında 1999’da yazdığı ve henüz yayınlanmamış güncesinde, bir dönem aşk yaşadığı Nilgün Marmara için şunu yazdı:
“Muzip kadın Nilgün Marmara. Tezer (Özlü) ile birlikte bana muziplikler yapmaya bayılırdı. İkisi de aynı anda göğüslerini gösterirlerdi. Güzeldi...”
Nilgün Marmara; 13 Ekim 1987 tarihinde, beşinci kattaki evinin, yatak odası penceresinden atlayarak intihar etti.
29 yaşındaydı.
Manik-depresif idi.
Tıpkı 31 yaşında intihar eden manik-depresif şair Sylvia Plath gibi.
Nilgün Marmara’nın yaşamöyküsünü ve intiharını anlayabilmek için Sylvia Plath’ın yaşamını bilmek gerekir...
Bu tartışma yeni değil; on yıllardır yanıtını arayan bir soru. Bırakın bağdaşıp bağdaşmadığını bundan 100 yıl önce Melamiler, “Balkan Sosyalist Melami Federasyonu” kurmak için çok çaba harcadı. Melamiler’in sosyalizmle ilişkileri konusunda ne yazık ki hiç araştırma yapılmadı. Bu da Sol’un bu topraklara ne kadar yabancı olduğunu gösteriyor aslında...
Önce bir tespit:
Bir aydın düşünün ki; 50 yıllık yazı yaşamı boyunca hep müstear ad kullanmak zorunda kalsın. Marksizmle ilgili onca kitaba ve çeviriye imza atmış bir
entelektüelin hayatı aslında bu topraklarda solun ne derece baskı altında olduğunun bir delilidir.
“Kerim Sadi” ve “A.Cerrahoğlu” (1900-1977) adını sol literatürü birazcık bilenler hemen tanır. Asıl adı neydi: “Nevzat Cerrahlar” mı yoksa “Ahmet Nevzat Cerrahoğlu” mu? Bir önemi var mı; bu benzersiz, sessiz, ünsüz, “İnsaniyet kütüphanesi”nin kurucusu, adam gibi adamın yazdıklarını anlamak için. Hayır!
Peşinen görüşümü yazayım:
Kim kendini hangi etnik gruba ait görüyorsa o kimliktedir. Yani “Ben Kürt’üm” diyorsa Kürt’tür.
Dil konusunda istediğiniz bilimsel çalışmayı yapabilirsiniz, ama biri “Bu benim dilimdir ve Kürtçedir” diyorsa, öyledir.
Ve ben hâlâ, kendi kaderini tayin hakkına inanırım...
Tamam. Şimdi istediğimi yazabilirim.
Gündemde, Kürtlerin iki dil ve özerklik talebi var.
Meselenin iki dil ve özerklikle biteceğine inanıyorsanız, yanılırsınız. Bu sadece başlangıçtır.
GÜNDEMDE Kürtçe var.
Kürtçe moda, Türkçe demode!
Bugün: “Türk” ya da “Türkçe” sözcüğünü dile getirenler ırkçılıkla, faşistlikle itham ediliyor.
Dün: Türk Dil Kurumu’nu kapatan 12 Eylül 1980 darbecilerine göre ise Türkçe ile ilgilenenler komünistlerdi!
“Güneş Dil Teorisi” dün de bugün de hep safsata olarak değerlendirildi.
Bütün dillerin kaynağının “Türk kökenli” olduğunu savunan “Güneş Dil Teorisi” Kemalist çevreleri bile artık sadece gülümsetiyor.
“Kemalist aşırılık” olarak değerlendiriliyor teori.
TEVFİKA Hanım’ın babası Hacı Ali, Kırım Tatarı bir göçmendi. Tire’de büyük bir çiftlikte kâhyalık yaptı; çiftliğin dul hanımıyla evlenerek “ağa” oldu.
Dört çocuğu oldu: Sadık, Şükrü, Refik ve Tevfika.
Tevfika genç yaşında gönlünü Halepçizade İbrahim Edhem’e kaptırdı. İbrahim Edhem İstanbul’da hukuk öğrenimi görüyor ve yazları Aydın’daki Kızılseki çiftliğinde kalıyordu. Bu çiftlik Tevfika’nın ailesiyle oturduğu konağın tam karşısındaydı.
Yaz aşkı mektup yazmakla başladı. Sonra gizli buluşmalarla sürdü.
Araya öğrenim yılı girse de birbirlerini unutmadılar. İbrahim Edhem, Aydın Vilayeti Tahriratı Umumiye Müdürlüğü’nde kâtip olarak çalışmaya başlayınca evlenmeye karar verdiler.
İbrahim Edhem’in babası İsmail Efendi bu birlikteliği karşı çıktı; çünkü Tevfika veremdi. Ama oğlunun ısrarlarına dayanamadı ve Tevfika’yı istemek için Hacı Ali Ağa’yı ziyaret etti.
Bekledikleri yanıtı alamadılar; Hacı Ali Ağa kızını vermedi.
ARKADAŞIM dert yandı:
“Oğluma yatarken hikâye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.
WIKILEAKS belgeleri sayesinde ABD’nin Ankara büyükelçileri Eric Edelman, Ross Wilson ve James Jeffrey isimlerini ezberledik...
Peki Sir Percy Loraine (1880-1961) adını anımsıyor musunuz?
1933-39 yılları arasında İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi’ydi.
1938’de gizlilik kaydıyla Londra’ya gönderdiği, “Notes On Leading Turkish Person Alities” adlı raporunda, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin toplam 96 yönetici, gazeteci ve aydını hakkında ne yazdığını biliyor musunuz?
WikiLeaks tartışmalarına ışık tutması için bu rapordan -daha önce de bu sayfada özet vermiştim- örnekler sunayım.
Bakın Sir Loraine, tanınmış Türkleri Londra’ya tanıtırken nasıl bir üslup kullandı ve haklarında neler yazdı:
“Yunus Nadi Abalıoğlu: Gazeteci. Kısa boylu, şişmandır. Kelebek gözlük takar. Herhangi bir rüzgâra kapılmaya meyillidir. Vicdansız, alçak adamın tekidir.
Ahlak, aklın polisidir.
Hayatın içinde ne var ya da ne yoksa; hepsi edebiyatın/sanatın konusudur.
Siz sanata; otoriteye dayalı kendi ahlakınızı dayatırsanız bunun adı tüm dillerde aynıdır: Faşizm!
Aşağıda ironik bir yazı kaleme aldım.
İstedim ki, gerçekten neyi tartıştığımızın farkında olalım.
Ya da nereye gittiğimizin!..
Umarım bu şaka (ki bazıları ne yazık ki, akıl tutulması sonucu artık neyin şaka olduğunun bile farkında değil) gerçek sayılmaz!
28 EKİM 1957’de Malatya’da doğdu.
Babası Mahmut Kaya işçiydi. Kürt’tü. Annesi Zekiye ev hanımıydı, Erzurumlu Türk’tü. Mustafa, Nurcan, Emine, Songül’den sonra doğmuştu.
Çocukken lakabı dudaklarının iriliğinden dolayı “Loş Dudak” idi.
Dayısı Muzaffer Genç cümbüş, amcası Yusuf Kaya tambur çalıyordu. Kulağı müziğe yatkındı. İlk sazı/curayı babası 6 yaşında aldı. 15 günde çalmayı öğrendi. Yetenekliydi.
Sahneye ilk kez 9 yaşında, -1 Mayıs yerine o dönemde kutlanan- 24 Temmuz 1966’da Çalışanlar Bayramı’nda çıktı.
1972’de Mahmut Kaya Sümerbank’tan emekli olunca, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak için ailesini İstanbul’a taşıdı.
Almanya’da yaşadı
Ve suikast için gizlice buluştuklarında kimin neyi savunduğunu da not almıştı. “Şairler Hücresi” tarihin seyrini değiştirecek suikastı
nasıl tartışmıştı...
TAKSİM ’de canlı bomba terörü gerçekleştiğini öğrendiğimde elimde “Son Jön Türk Kalesi: Ahmet Kemal Akünal” adlı biyografi kitabı vardı. (Derleyen M. Kayahan Özgül, Kitabevi) Bu kadar tesadüf olmaz; tam da şair Ahmet Kemal’in, Sultan II. Abdulhamid’e düzenleyeceği suikast planıyla ilgili bölümü okuyordum.
Servet-i Fünun yazarı Ahmet Kemal defterine bakın suikastla ilgili neler yazdı:
“Benim Tartaksiyon Cemal Paşa adında bir eniştem vardı. Halamın kocasıydı. Eşi diyemiyorum, çünkü eşi değil, kocasıydı. Sultan Abdulaziz’in mabeyincilerinden Ahmet Bey’in oğlu idi. Harbiye Mektebi’nden çıkınca babasının iltimasıyla Avrupa’ya ataşe militer yolladılar. Oralarda yirmi-otuz sene oturdu. Nüzul isabet etti, ancak bu suretle İstanbul’a döndü.(...)
Kimseye zarar vermeden Abdulhamid’in teveccühünü ve atıfetini kazanmaya çalışırdı. Mesela kötürüm olduğu halde, her cuma selamlığına koşar ve efendisine görünür idi. Abdulhamid buna bir nefer tahsis etmişti. İnişte, yokuşta, kalkışta, oturuşta Paşa’yı bu nefer sırtında taşırdı. Hulasa eniştem Abdulhamid’in emniyet ettiği bir adamdı.”
Hücre toplantısı
Said-i Nursi’den CHP’ye mektup
CHP başta türban, önseçim olmak üzere bugün aradığı pek çok sorunun yanıtını bundan tam 63 yıl önce yedinci kurultayında verdi.
1946’da ilk kez çok partili genel seçimler yapıldı.
Seçimleri CHP kazandı.
Kazandı kazanmasına ama bir gerçekle de yüzleşti:
Popülist politikalara başvurmazsa gelecek seçimleri kaybedilebilirdi.
CHP de muhalefet partileri gibi yapmalı; yani, dini söylemlere ağırlık vermeliydi.
17 Kasım 1947 günü başlayan yedinci CHP kurultayı, partinin tüzük ve programını bu amaç doğrultusunda yeniledi.
19 gün süren CHP kongresinde bakın hangi tarihi kararlar alındı…
Din dersi meselesi
17 Kasım 1947 tarihi CHP için dönemeç oldu.
Yedinci kurultayda alınan kararlarla Cumhuriyet Devrimi’nin temel ilkeleri tasfiye sürecine sokuldu.
Cumhuriyetçilik ilkesi sadece seçime indirgendi.
En önemli kararlar kuşkusuz laiklik konusunda alındı.
İlkokullara; “dinimize kayıtsız kalamayız”, “dinsiz millet olmaz” denilerek din dersi konuldu.
Yani, CHP’nin bugünkü ruh hali dün de aynıydı!
Şöyle düşünüyordu partililer:
“Halkın önemli bir bölümü bizim din düşmanı olduğumuzu sanıyor. Bu yanlış algıyı yıkmamız lazım. Dindar olduğumuzu ispatlamamız şart.”
Kimi Behçet Kemal Çağlar gibi CHP’liler bu söyleme karşı çıktı; kimi Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi CHP’liler bu fikri savundu.
Bugün türban konusunda CHP’nin aradığı “orta yolu” o günlerde İsmet İnönü buldu:
“İlkokulların dördüncü ve beşinci sınıf öğrencilerine okul içinde ama ders zamanları dışında isteğe bağlı olarak din dersi verilebilir.”
Din dersi zorunlu değildi; sadece öğrenci velisinin, “çocuğumun din dersi almasını istiyorum” diye dilekçe vermesi yeterliydi.
Sonuç:
Azınlıklar dışında tüm veliler bu dilekçeyi verdi. O günlerde “mahalle baskısı” kavramı henüz bilinmiyordu!
Din dersi uygulamasına 15 Şubat 1949’da başlandı.
Yıl 2010.
Okullarda artık zorunlu olarak okutulan din dersini hala konuşuyoruz; hala tartışıyoruz.
Demek ki neymiş, CHP okullara din dersi koyarak sorunu çözüme kavuşturamamıştı! Neyse, bu ayrı konu devam edelim…
İmam Hatipler açıldı
1947 CHP kongresi, İmam Hatip okullarının açılmasına da “yeşil ışık” yaktı.
Ankara’da İlahiyat Fakültesi kurulmasına onay verildi.
Bu tartışmaya girmeyeyim diyorum ama dayanamıyorum; ne ilginç değil mi; Türkiye 61 yıl sonra hala bu okulları tartışıyor.
Bitmedi.
CHP’liler, hacca gitmek isteyenlere hükümet tarafından döviz verileceğini açıkladı.
CHP milletvekilleri coşmuştu bir kere; muhalefet bir söylüyorsa onlar bin söylüyordu. Kimi partililer, tanınmış evliyaların tekkelerinin, dergahlarının açılmasını gündeme getirdi.
İsmet İnönü bile baskıdan nasibini aldı: mitinglerde “Allah” adını ağzına almalıydı. O da mecbur kaldı, konuşmasını “Allahaısmarladık” diyerek bitirmeye! Oysa İnönü namazında, orucunda bir devlet adamıydı.
Din siyasete alet edilmişti bir kere; İnönü’den Çankaya Köşkü’ndeki seccadesini halka göstermesi istendi!
Hedefinde sandık zaferi olan bir rüzgar vardı; ve kimse önünde duramıyordu.
Asıl tehlike irtica değil
O yıllarda devletin tehlike algısı da değiştirildi.
Asıl tehlike irtica değil komünizm idi. (Bunun sonucu “1947 Türkiye Komünist Partisi Tevkifatı” yapıldı. Geçen hafta kaybettiğimiz usta şairimiz Arif Damar da tutuklananlar arasındaydı.)
Tüm bunların adı ta o zamandan kondu: “Demokratikleşme.”
“Demokratikleşme”nin dış politikada da yansılamaları oldu:
Aynı yılın şubat ve mart aylarında Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’na giriş gerçekleştirildi.
ABD Başkanı Truman’ın meclisten geçirdiği 400 milyon dolarlık Türkiye yardımı sevinç yarattı. Bu aslında “ileri karakol” olmayı kabul etmekti.
ABD ile ilişkiler ekonomi anlayışını da değiştirdi.
1947 kongresinde devletçilik ilkesi değiştirildi:
Devlet sadece, özel sektörün karlı bulmadığı alanlarda yatırım yapacaktı. Kar amacı olmayan denizyolu, karayolu taşımacılığı gibi kamu hizmetlerini artık özel sektör yürütecekti.
Esas olan özel girişimdi. Yani liberalizm.
Bu arada halkçılık ilkesinin en önemli unsuru toprak reformu kanunu rafa kaldırıldı.
Toprak reformunu unutmakla kalmayan CHP, bir yıl sonra Tarım Bakanlığı’na Çukurova bölgesinde geniş toprak sahibi olan Cavit Oral’ı getirdi!
Bugün Kürt meselesinin çözümünde kimse ağzına toprak reformunu almıyor. Dün CHP’nin, DP’nin yaptığını bugünkü partiler de aynen uyguluyor:
Kırsal oylarda etkisi olan büyük toprak sahipleriyle ilişkileri düzenlemek!
Öyle ki…
1947 yılına kadar CHP’nin Güneydoğu Anadolu’da parti örgütü bile yoktu!
Evet, 1947 CHP için dönemeçti.
Cumhuriyet devrimlerinin kültür ocağı halkevleri de bu kongreden sonra yok oluş sürecine girdi. Kurultayda halkevleri meselesi ele alındı; Prof. Fahrettin Kerim Gökay başkanlığında bir komisyon kuruldu ve her kurulan komisyon gibi bundan da bir sonuç alınamadı. 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti ezici bir çoğunlukla iktidara gelince, halkevlerinin durumu netleşti: kapatıldı, mal varlığına el konuldu.
Köy Enstitülerinin akıbeti de aynı oldu.
Kuşkusuz tüm bu olup bitenleri takdir edenler vardı…
Said-i Nursi memnun
CHP yedinci kongresinde alınan kararlar Said-i Nursi’yi memnun etti. Ancak yapılanların az olduğunu düşünüyordu. Kongreden genel sekreter çıkan Hilmi Uran’a mektup yazdı.
“(…) katib-i umumi olduğun Halk Fırkasının millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur:
Bin seneden beri alem-i İslamiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslamiyeyi muhafaza eden ve alem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri!
Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur'ân a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur'âniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size katiyen haber veriyorum ve kat i hüccetlerle ispat ederim ki, alem-i İslamın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret; ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet; ve şimdi alem-i İslamı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup, alem-i İslamın kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimaliden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.”
Said-i Nursi 1947 yılının son günlerinde kaleme aldığı mektubunda 1946 seçimlerini de değerlendirip CHP’yi ne yapması konusunda şöyle uyardı:
“Size karşı elbette çok cihetlerde dahili ve harici muarızlar var. Ben dünya ve siyasetin haline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat beni bu senede çok sıkıştırdıkları için mecburiyetle sebebine baktım ki, size karşı bir muarız çıkmış. Eğer o muarız mükemmel bir reis bulup hakaik-i imaniye namına çıksaydı, birden sizi mağlup ederdi. Çünkü bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an ane-i İslamiye ile, ruh ve kalble bağlanmış. Zahiren muhalif, fıtratındaki emre itaat cihetiyle serfüru etse de, kalben bağlanmaz.” (Emirdağ Lahikası)
Aslında son cümlesiyle Said-i Nursi doğru söylemiyor mu?
CHP bu köklü değişimi oy almak maksadıyla yaptı ise, Said-i Nursi’nin oyunu almış mıdır?
Ya da mesele toplumdaki dindarlık algısını değiştirmekse, CHP bu kararlarıyla halktaki bu algıyı yıkmış mıdır?
Mesele demokratikleşme ise, bugün, 27 Avrupa ülkesinin niye sadece 4’ünde din dersi var?
Tüzük de değişti
Asıl demokratikleşme parti tüzüğü değişikliğiyle gerçekleşti.
Bugün CHP’de tüzük tartışması, “genel sekreterlik” üzerinden yürütülüyor. 1947 kurultayında önemli tüzük değişiklikleri oldu.
Madem genel sekreterlik örneğiyle başladık bu konuyla devam edelim: Genel sekreteri artık parti genel başkanı atamayacaktı. Genel sekreteri parti meclisi belirleyecekti.
“Parti Meclisi” de ilk kez bu kongrede oluşturuldu.
Şöyle:
Genel başkan, genel başkan vekili ve genel sekreterden oluşan “Başkanlık Meclisi” kaldırıldı. Yerine kongre tarafından seçilen 40 üyeli “Parti Meclisi” kurumu geldi. Bu meclis kendi içinden 12 kişilik “Genel Yönetim Kurulu”nu seçecekti.
Bir önemli değişiklik de şu oldu: Valilerin aynı zamanda il başkanı olması uygulaması kaldırıldı. Parti il başkanları seçimle belirlenecekti.
Keza bugün Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirdiği “önseçim” konusunda ilk kez bu kongrede ele alındı: Milletvekili adaylarının yüzde yetmişi yerel parti örgütlerince seçilecekti.
Partinin gençleşmesi için de adımlar atıldı:
Partiye üye olma yaşı 22’den 18’e indirildi.
Gelelim sonuca:
CHP şanslı parti; ders alacağı koskoca bir parti tarihi ve Atatürk gibi büyük bir lideri var.
Peki, bugünkü kafa karışıklığının sebebi ne:
Temel neden siyasi kimliksizlik mi?
Bu partiye günümüzün cılız yapay düşünceleri yakışmıyor.
FİLOZOF HEIDEGGER’DEN ÇIKARILACAK DERSLER
İki haftadır yine Martin Heidegger (1899–1976) okumaya başladım.
Son günlerde aydın-iktidar ilişkisi üzerine düşünüyorum.
Kafamda sorularım var:
20’inci yüzyılın en etkili felsefe üstatlarından biri ve aynı zamanda tarihin en büyük “entelektüel zanlısı” olan Heidegger, Alman Nasyonal Sosyalistleri neden destekledi?
Hitler, sadece kendi içinde yıkılmış, zihni parçalanmış, istekleri darmadağın olmuş yığınları değil, filozof Heidegger gibi entelektüelleri de nasıl büyüledi?
Sorunun yanıtını Heidegger’in sevgilisi felsefeci Hannah Arendt’te buldum:
“Birinci Dünya Savaşı’nda dünkü dünyanın değerlerini yitiren entellektüel seçkinler, faşist hareketlerin iktidara geldiği anda gemileri yakarlar. Bu savaş sonrası seçkinlerin içine gömülmeyi arzuladığı kitledir.”
Arendt’e göre bu, “yığın ile seçkinler arasındaki ittifak” idi.
Peki…
İyi bir noktaya geldik:
1990’da Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla başlayan “yenilgi süreci”, Türkiye’deki entelektüelleri nasıl etkiledi?
İdeolojik yenilgi ruhlarda hangi tahribatlara yol açtı? Bugünlerde sürekli dillerinden düşürmedikleri popülist söylemlerin-kavramların sebebi; geniş kitlelerin içine gömülme arzusu mu? Onaylanma, takdir edilme duygusu mu?
Keza…
Bu kadar saldırganlığın, kibrin, küstahlığın altında hangi onarılmaz ruhsal yaralar, yalnızlıklar var?
Benzer travmayı Heidegger de yaşadı mı?
Bakınız…
Hitler kendini hiç saklamadı.
Nefretini gösterdi. Öfkesini haykırdı. “Şeytan” dediği “öteki”yle savaşacağını ilan etti. Heidegger bunları duymadı mı?
Hitler’in kişiyi aşağılayarak nesneye dönüştürdüğünü Heidegger görmedi mi?
Hitler’in kaostan beslendiğini, sürekli korkutarak kazandığını anlamadı mı?
Aslında gerçek şuydu:
Heidegger’in kafasında felsefi bir teorisi vardı. Teorisine uygun “gerçekleri” görüyor ötesini görmek istemiyordu.
Ya diğer Alman entelektüelleri?
Farkında olamadılar, analiz edemediler mi ayak sesleri duyulan faşizmi?
Aslında çoğu Heidegger gibi farkındaydı.
Görmek istediklerini gördüler, duymak istediklerini duydular.
Şiddeti, kötülüğü, bayağılığı, kabalığı yok saydılar. Zamanla yok olacağına inandılar. Geçiş döneminin sancıları olarak değerlendirdiler tüm olup biteni. Ufukta, iyiliğin-güzelliğin var olduğunu sandılar.
Aslında işin özü şuydu:
Düşünme yetisini kaybetmişlerdi.
Siyasi zekalarını kaybetmişlerdi.
Yani kaybedendiler.
Bu nedenle gerçekle bağları kopmuştu; siyasi olmayan bir siyaset özlemi içindeydiler.
Başta Heidegger olmak üzere sandılar ki, “Hitler’i yönetiriz, kontrol ederiz.”
Yanıldılar.
Tarihte bunun yığınla örneği var zaten:
Kimi entelektüeller, fikirleriyle yönlendirmek için politik liderlere yanaşır. Oysa o politik liderlerin çoğu, kendilerini yönlendirmeye kalkışanlardan nefret eder. Bu nedenle, birçok entelektüelin sonu acıyla bitmiştir.
Heidegger bunun sadece bir örneğidir. Bir gecede gözden düştü. Hitler o gece (Uzun Bıçaklar Gecesi) bin küsur SA’yı öldürdü.
Heidegger’in şu sözlerinden umarım Türkiye’de bazı aydınlar dersler çıkarır:
“Şiddet kullanan, iyiliği ve dinginliği bilemez. Ne rahatlamayı, ne huzuru, ne ateşkesi bilir; ne de bunlardan haberdardır.”