Saddam, failátün işini buldozerle halletmişti

Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu edebiyat derslerinde Türk Edebiyatı'nın klasiklerinden artık üstünkörü, şöyle bir bahsedileceği ‘‘müjdesini’’ verince, ben Saddam Hüseyin'i hatırladım.

Saddam bizim ‘‘Divan Edebiyatı’’ problemini kökünden çözmüş, bu edebiyatın en büyük şairlerinden olan Fuzuli'nin Kerbelá'daki mezarını buldozerlerle yerle bir etmişti.


Türkiye Cumhuriyeti'nin Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu, eğitim tarihimizde asırlardır beklenen müjdeyi bu hafta verdi:

Okullarda Türk Edebiyatı'nın klasiklerinden yani divan şiirinden önümüzdeki yıldan itibaren artık üstünkörü, şöyle bir bahsedilecek, eski edebiyatımız ders kitaplarının son bölümünde birkaç sayfalığına yer alacaktı. Metin Bey, 1923'ü ‘‘milád’’ kabul etmiş, ‘‘Cumhuriyet öncesi’’ ve ‘‘Cumhuriyet sonrası Türk Edebiyatı’’ diye bir de ayırıma gitmişti. Derslerde ağırlık cumhuriyet sonrasına verilecekti.

Sayın bakanın böyle bir karara hangi ilmi kurullara danışarak vardığını bilmiyorum. Ama Kámuran Zeren'in bu ibret verici haberinin yayınlanmasından sonra projeye bir-iki yazar dışında pek kimseden tepki gelmemesine çok daha şaşırdım. Tepki bir yana, edebiyata yakın bilinen bazı yazarlar böylesine bir garabete karşı çıkacakları yerde, köşelerinde ‘‘okutulmaya láyık çağdaş yazarlar’’ listeleri yayınladılar. ‘‘Failátün failün kalktı’’ terennümüyle bir zil takıp oynamadığımız kaldı.

Milli Eğitim Bakanı’nın projesi, bana Saddam Hüseyin'in 1984'teki bir marifetini hatırlattı: Oğuzlar'ın Bayat boyundan gelen, asıl adı ‘‘Bağdadlı Süleyman oğlu Mehmed’’ olan bizim meşhur Fuzuli'nin Kerbelá'daki türbesini yerle bir ettirmesini...

Fuzuli'nin mezar öyküsünün ayrıntılarını yan tarafta anlatıyorum ve açıkça söylemeden edemeyeceğim: Divan Edebiyatı derslerini kaldırmak yahut birkaç sayfaya indirmekle Fuzuli'nin mezarını buldozerlerle dümdüz etmek arasında hiç fark yoktur!


Bakan ‘Miládımız 1923’tür’ diyor, ordu ise 2210. yılını kutluyor


Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu, milád yılımızın 1923 olduğunu buyurdu. Bendeniz, bu ‘‘milád’’ sözüne oldum olası antipati duyardım ve Metin Bey’in söylediklerinde de bir gariplik vardı. Bu sene İstanbul Teknik Üniversitesi'nin 228., polis teşkilátının 156., Danıştay'ın 133., Sayıştay'ın da 139. kuruluş yıldönümleriydi. Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nın internet sitesinde ‘‘Türk kara ordusunun temelleri Mete Han tarafından bundan 2 bin 210 sene önce atılmıştır’’ deniyor, kendi kuruluş yılları olarak Kara Harp Okulu 1835'i, Donanma Komutanlığı da 1897'yi kabul ediyorlardı. Dolayısıyla Milli Eğitim Bakanı'nın ‘‘milád’’ hesabında birkaç asırlık, hatta birkaç bin senelik ufak bir hata vardı.


Fuzuli’nin kemiklerini Azeriler kurtarmıştı


Hazreti Muhammed'in torunu Hazreti Hüseyin'in Kerbelá'daki türbesi, 1984 sonbaharının sıcak bir gecesinde Saddam'ın buldozerleriyle kuşatıldı ve kıble kapısının hemen ilerisindeki ufak bina, ‘‘yol genişletme’’ bahanesiyle birkaç dakikada yerle bir edildi.

Bina, Türk Edebiyatı'nın en büyük isimlerinden birinin, Fuzuli'nin türbesiydi. Şairin mezarı yıkımdan bir gün önce açılmış, kemikleri civardaki Sultaniye Mescidi'ne taşınıp bir kutuya konmuştu. Derken Sultaniye Mescidi de yerle bir edildi ve Fuzuli'ye gene yol göründü: Yıkılan caminin müştemilatında bekçinin yattığı odaya bırakıldılar.

Fuzuli bizim şairimizdi, eserlerinin neredeyse tamamını Türkçe yazmıştı ve Kerbelá'da bütün bunlar olup biterken ne Bağdad'daki büyükelçiliğimizden bir ses geldi, ne dışişlerimizin ne de kültür bakanlığımızın sadası işitildi.

Bağdad'a bizden gitmesi gereken diplomatik mesajı bir başka başkent gönderdi: Moskova... Sovyet hariciyesi, Fuzuli'nin Sovyet cumhuriyetlerinden biri olan Azerbaycan'da ‘‘milli şair’’ kabul edildiğini söyledi ve Kerbelá'daki bekçinin yatak odasında bulunan kemiklerin Baku'ya yollanmasını talep etti.

Fuzuli, ‘‘Kör ölür badem gözlü olur’’ misali, Bağdad'ın gözünde birdenbire kıymete bindi. Iraklılar ‘‘Bağdadlı Süleyman oğlu Mehmed Fuzuli, Arap şairi olmasa bile, Irak'ta yaşamıştır; Irak'ın şairidir ve ona ait hiçbirşey Irak'ın dışına çıkamaz’’ deyip Moskova'nın isteğini reddettiler.

Aradan seneler geçti ve 1994'e gelindi. Sovyetler Birliği tarihe gömülmüş, Azerbaycan ayrı bir devlet olmuştu. Kemiklerin peşine bu defa Azeri hariciyesi düştü ve Baku'dan Bağdad'a garip bir teklif gitti: Azerbaycan, Fuzuli'nin kemiklerinin karşılığında İslamiyet öncesi Arap Edebiyatı'nın en güçlü şairi İmrulkays'ın Ankara'daki mezarının Bağdad'a nakledilmesi için Türkiye'yi ikna etmeyi vaadediyordu. Irak'a bu iş için tam üç Azeri heyeti gitti ama Bağdad'ın cevabı hep ‘‘Láááá’’, yani ‘‘Hayır’’ oldu.

Iraklılar, Azeriler'in ısrarından bir hayli bezmiş olacaklar ki, 1994'ün 17 Eylül'ünde Bağdad'da bir ‘‘Fuzuli Kongresi’’ topladılar. Kongreye katılan Azeri heyeti, tam tam 128 kişiydi ve başlarında o sırada başbakan yardımcısı olan meşhur romancıları Elçin Efendiyev vardı.

Türkiye'den kaç kişinin ve kimlerin katıldığını ise, hiç sormayın...

Irak ‘‘Siz sadece yol paranızı vereceksiniz, buradaki masraflarınız bize ait’’ demişti. Bizim cevabımız ise, ‘‘Tahsisatımız yok, biletimizi yollarsanız geliriz’’ oldu ve neticede Fuzuli Kongresi'ni fuzuli sayan Türkiye, tek kişiyle bile temsil edilmedi.

Bağdad'daki tartışmalar üç gün devam etti, kongre sona erdi ama Azeriler ‘‘Mezar işi halledilmeden, Bağdad'dan gitmeyiz’’ dediler. Irak Kültür Bakanlığı, Azeri edebiyatçıların işgaline uğrayınca Irak tarafı ‘‘pes’’ dedi ve Fuzuli'ye şanına uygun bir mezar yapma sözü verdi.

Ama Azeriler bu defa ‘‘Mezarın yerini de biz seçeceğiz’’ diye tutturdular ve dediklerini yaptırdılar. Fuzuli, Hazreti Hüseyin'in türbedarıydı ve türbeyi çevreleyen caminin kıble girişindeki elyazmaları odası mezarı için uygundu. Kemikler buraya gömüldü ve üzerine mermer bir kitabe kondu.

Fuzuli şimdi bu yeni türbesinde yatıyor ve kubbesinde meşhur beyti yankılanıyor: ‘‘Ne yanar kimse bana áteş-i dilden özge / Ne açar kimse kapım bád-ı sabádan gayrı’’; yani ‘‘Bana gönlümdeki ateş dışında kimseler yanmaz oldu; kapımı ise sabah rüzgárından başka açan kalmadı’’.


Failátün’ü ille de ezberletelim demiyorum ama...


Hasan Ali Yücel, Atatürk'ün milletvekili ve Milli Şef İsmet Paşa'nın Milli Eğitim Bakanıydı. Köy Enstitüleri Hasan Ali'nin zamanında kuruldu, ‘‘Dünya Klasikleri’’ni Türkçe'ye o çevirtip yayınlattı.

‘‘Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz / Sen saçlarını serdiğin akşam seher olmaz’’ diye ‘‘aruzla’’ mısralar yazıp üstüne üstlük bunları Suzinak'ten, Acemaşiran'dan besteleyen kişi, aynı Hasan Ali Yücel'di.

Metin Bostancıoğlu'nun açıklamalarını okuyunca Milli Eğitim'e neler olduğunu kavrayabilmek için epey bir kafa yordum ve nihayet çok eski bir kuralın işlediğini hissettim: ‘‘Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz’’ kuralının...

Bilmem, farkında mısınız? Şiir okumayan, hafızasında güzel sözlere yer vermeyen, kupkuru bir toplum olduk. Bırakın ağdalı divan şiirini, rahatça anlaşılabilen mısraları hatırlamayı bile artık zahmet addediyoruz. ‘‘Dudağımdan kıskanıp adını anamadım’’ gibisinden bir söz bize zevk vermiyor, ‘‘At, bacak, avrat, kucak doldurmalı’’ mısraı güldürmüyor, ‘‘Fukara kalbine her kim dokuna / Dokuna sinesi Allah okuna’’ beyti düşündürmüyor. Şairler artık genellikle göstermelik maksatla okunuyorlar ve hatırlarda da tek bir mısraları kalmıyor.

Dolayısıyla ‘‘olduğumuz şekilde’’ yönetiliyoruz ve artık bir bakan çıkıp ‘‘Failátün devri kapanmıştır’’ diyebiliyor.

Ben, divan şiirinin öğrenciye kuru kuruya ezberletilmesine yahut aruzun öğrenci için bir işkence vasıtası olmasına her zaman karşı çıkmışımdır. Klasik edebiyat derslerinin maksadı zaten öğrenciyi eski zamanlara götürmek yahut o devri bugünlere taşımak değildir. Bu dersler kültürdeki devamlılığın ve gelişmenin hatırlatılmasına, klasik zevkin hissettirilmesine ve neticede öğrencide estetik bir temel oluşturulmasına yararlar. İngiltere'de Shakespeare'in, Fransa'da Racine'in, Arap memleketlerinde de ‘‘Yedi Askı’’nın okutulmasının sebebi sadece budur.

Ama böyle bir neticeye o zevke sahip ve konusuna hakim olan öğretmenlerle ulaşılabilir ki, artık böyle hocalara sahip değiliz! Dolayısıyla kabahat aruzda değil; onu öğretiyor gibi görünen ama aslında kendileri bile bilmeyen ve zevkini almayan edebiyat öğretmenlerindedir; kurbağanın sindirim sisteminin, terliksi hayvanın çoğalmasının yahut Patagonya'nın akarsularının ezberletildiği bir sistemde bunun başka türlü olması da zaten mümkün değildir.

Ama eski edebiyatın ve kültürün meraklıları hiç üzülmesinler. Ben, bu Karakuşî hükmün uygulamasına, binlerce senelik kültür yaşımızın 70 küsurlara inmesine mani olacak mantıklı ve zevk sahibi kişilerin Türkiye'de hálá bulunduğundan adım gibi eminim.
Yazarın Tüm Yazıları