Sosyal medyada bir şey dolanıyor. Arada 10 yaş fark varsa ve evlilik gerçekleşirse “tecavüzcüye af” deniyor... Nedir bu?
15 yaş ve altı “erken yaşta evlilik” yapmış kişiler hakkında -şikâyet olmasa dahi- kamu davası açılıyor biliyorsunuz. TCK’ya göre bu suç çünkü. İşte bu açılan davalarla, tutuklanan erkeklerle ilgili, çocuk istismarı hakkında açılan davanın affı sözü edilen. Bu konuyu içeren bir yasa taslağının TBMM’ye gelecek olan yargı paketinin içinde olacağı konuşuluyor ve üzerinde çalışılıyor TBMM milletvekillerince...
Bu affın şartları ne?
Dini nikâhla evlilik yapmış bu kişilerin arasında yaş farkının 10 yaş üstü olması gerekiyor ve evlilik birlikteliğinin 5 yıl devam etmiş olması isteniyor.
Peki bu ne anlama geliyor?
Çocuklarımıza tecavüz edenlere karşı işlenmiş suç için af kılıfı getirilmeye çalışılıyor... Anlamı bu! 2016’da TBMM’ye 286 kişi için verilen ve o zaman her görüşten vatandaş ve sivil toplum örgütleri tarafından reddedilen bu önergeyle, bugün 10 bin kişinin işlediği “suç”, cezasız bırakmaya çalışıyor. Felaket! Üstelik bu, çocuklar için 23 Nisan bayramını ilan etmiş bir ülkenin meclisinde konuşuluyor...
2015’te Anayasa Mahkemesi’nin “Resmi nikâh olmadan dini nikâh olmaz” diyen TCK maddesi iptal edilmişti değil mi?
Evet. Sonra 2016’da “tecavüz önergesi”yle tecavüzcüler aklanmaya çalışıldı. Şimdi ise aklamayı yasalaştırma çalışmalarına “merhamet adaleti” getirerek, duygusal sömürüyle tecavüzü aklayacak irade devrede...
Bu olaylar kaza filan değil, cinayet!
Trafik cinayeti... Sakın “trafik kazası” demeyin yani. Ağzınızı alıştırın. Trafik cinayeti. Trafik cinayeti. Literatüre böyle yerleşsin. İşleyen de “trafik cinayeti işlemiş bir katil” olarak. Ve bu suça insan hayatına kast etmiş, onu hayattan silmiş birine verilecek ceza verilmesi gerekiyor.
Artık yeter ya!
Binlerce insan bu ülkede yollarda öldürüldü; yaya geçitlerinde, karşıdan karşıya geçerken, otobüs duraklarında beklerken...
Günahsız insanlar zamansız bir şekilde can verdiler, hayattan silinip gittiler. Buna sebep olanlarsa özgür. Nasıl oluyor da trafikte can alanlar o ya da bu sebeple yırtabiliyor? Akıllara ziyan bir durum.
‘TAKDİRİ İLAHİ’ YA DA ‘KADER’ DEĞİL BU! CİNAYET
İngiltere’de beni en çok çarpan yayaların üstünlüğü oldu. İnanılır gibi değil. Yaya geçinden geçerken kralsın, bütün araçlar duruyor. Durmak zorunda.
Yaşasın 29 Ekim! Yaşasın Cumhuriyet! Bugün ülkemizin doğum günü. Ata’mızı bir kez daha saygı ve minnetle anma günü. Birbirinden güzel Cumhuriyet Bayramı ve Atatürk videoları yapılmış sosyal medyada. Bayılıyorum izlemeye. Her yerde bayrağımızı görmeye de bayılıyorum. Dibine kadar, bütün ülkede, her şehirde, her semtte kutlanmalı. Yer gök Atatürk ve Türk bayrağı olmalı. Sadece Türkiye’de değil, biz de burada Londra’da kutlayacağız. Çünkü en büyük bayram, bu bayram. Yaşasın Cumhuriyet!
ANNEMİ BİZ, BİZİ UNUTTUĞU SABAH KAYBETTİK ASLINDA...
HAYATIMIN bu döneminde yaşlanmak, yaşlılık ve çevremizdeki yaşlılara kafayı takmış durumdayım. Ben de İclal Aydın gibi, yaşlılığın bize anlatıldığından farklı olduğuna inanıyorum. Çünkü pek çok şeye tanık oluyorum. Ve hayatın ileri dönemleri beni korkutuyor. O yüzden ne zaman İclal’le bir araya gelsek, romanlar, edebiyat, ilişkiler üzerine konuşuyoruz. Ama kızı kadar, Alzheimer hastası annesini de merak ediyorum. Onun annesiyle ilgilenmesine; annesini yanına, İzmir’e, alt katına almasına, bebekler gibi bakmasına içim titriyor. Biz yeni çıkan ‘Kalbimin Can Mayası’ romanı üzerine buluştuk, pazar başlayan söyleşinin devamı bugüne kaldı.
- Yaşlılık bizim bildiğimiz gibi bir şey mi?
Değil Ayşe.
- Annenin durumu nedir? En son röportajda bebek olmuştu, şimdi nasıl?
Çok zayıfladı, küçücük kaldı. Bir emanet can bize... Annem biliyorsun Alzheimer. Annemi biz, bizi unuttuğu sabah kaybettik aslında... Bazen çok mutsuz oluyorum. Durup dururken ağlamaya başlıyorum. “İnsanın dünya üzerindeki serüveni bu kadar hüzünlü olmamalı!” diyorum. Ne kadar güzel, becerikli, bilgili bir kadındı. Nasıl silindi her şey? Annem ne yaşadığının bilincinde bile olmadan nefes alıp veriyor... Kim neden gidiyor, kim neden kalıyor anlamaya çalışıyorum. Kim kimin öğretmeni, kim ne ile görevli? Zor sorular bunlar. Biz şimdi ondan emanet kalan o cana göz kulak oluyoruz. Bazen onu yıkarken, giydirirken, “Biz ne olacağız, nasıl olacağız?” diye düşünüyorum. Çok acı bütün bunlar..
Yahu senin sırrın nedir? Bir önceki kitap 220 bin mi ne sattı...
- (Gülüyor) Aslında ciltli kapak, özel basımla beraber 230 bine ulaştı!
Oha yani! İnsanlar samimiyetine mi, hikâyenin kurgusuna mı, kalemine mi, sana mı bayılıyor, nedir?
- Belki söylediklerinin hepsinden bir parça vardır, bilmiyorum. Sürükleyici ve sıcak aile hikâyeleri anlattıklarım. Her kitapta, bir sonraki için düğümler atıp bırakıyorum. Sanıyorum o çözülmeleri merak etmeleri de bir etken...
Yeni kitabın, ‘Kalbimin Can Mayası’ da çıktı. Bir yapbozun parçaları misali, büyük bir resmi tamamlayan, diğer üç romanına eklenen yeni bir parça... Güzel olanı, bu dört romanı hangi parçadan okumaya başlarsan başla, eksiklik hissetmiyorsun. Bunu özellikle mi yaptın?
- Kesinlikle! Her kitap bitiminde bir sonrakinin kurgusu, öyküsü hazır oluyor kafamda. Hatta bazen yazdığım kimi bölümleri çıkarıp “Bunu, diğer kitaba saklayayım” diyorum. Kitapların bağımsız okunması benim için çok önemli. Hangisinden başlarsan başla, bir şekilde hikâyeye girersin. Altı kitapta bitecek bu seri inşallah. Geriye iki kitap kaldı...
BİR SÜREDİR KORE DİZİLERİNE SARDIRDIM
Seni tanıyalım...
Ben Bahar. İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Çocukken televizyon reklamlarına bayılır, reklamcı olmak isterdim. İşletme okudum, sonra kendimi bir şekilde medya dünyasında buldum. Ve tüm profesyonel kariyerim boyunca, Türkiye’nin en büyük medya gruplarından birinde reklam ve pazarlamadan sorumlu genel müdür ve icra kurulu üyesi olarak çalıştım.
Şimdi peki?
Şimdi artık girişimciyim! İlikli kemik suyu ve sakatat çorbaları üretiyorum. Aslında sağlık veren sular da diyebiliriz. Müthiş bir tutkuyla yapıyorum. 50 yaşımda kendimi hiç aklımda yokken, girişimci olarak buldum. Şunu da öğrendim: İnsan “Ben girişimci olayım” diyerek girişimci olmuyormuş. Mutlaka bir derdine, ihtiyacına bulduğu çözümü hayata geçirmesiyle girişimci oluyormuş.
Senin derdin neydi?
Dört yıl önce erken yaşta kemik erimesi teşhisi konuldu bana. Doktorlarım ilaç tedavisinin yanında kemik ve bağ dokuyu güçlendirmek için kolajen, jelatin ve aminoasit zengini kemik suyu ve sakatat çorbalarını mutlaka tüketmemi önerdiler. Sürekli olarak kullandım ve inanılmaz faydasını gördüm. Gerçekten de bağışıklık sistemim kuvvetlendi. Dayanıklılığım arttı. Kendimi çok daha enerjik hissettim. Bunun yanında sağlıklı kilo verdim. Cildimde gözle görülür bir fark oluştu. Ama bir sorun vardı.
Nedir o?
Yılın ‘Bodrum zamanı’ budur!
Bu mevsimde Bodrum’u ve Bodrum ruhunu yaşamayan ne demek istediğimi anlayamaz, hissedemez.
İki gündür buradayım, o kadar sevdim ki gidesim yok.
Burada kalasım, kök salasım var.
Tek kelimeyle şa-ha-neee...
*
Yazın farklı bir Bodrum yaşıyoruz biz.
Hep derlerdi de anlamazdım.
İşte budur!!!
Kararı alkışlıyoruz.
Bu kararı verenleri de bütün yüreğimizle kutluyoruz. Hatta yanımızda olsalar, yemin ederim, boyunların atlayıp yanaklarından öpeceğim! Öyle mutlu oldum. Aslında olması gereken oldu, ama genellikle olması gereken olmadığı için bu kararla çok mutlu olduk.
TCK madde 82/1-a ve b bendinden ‘tasarlama ve canavarca hisle öldürme’den ceza verilmedi. Sadece 81. maddeye göre ceza kuruldu. Yani ‘haksız tahrik’ ve ‘takdiri indirim’ uygulanmadı.
Cani MÜEBBET hapis aldı!
Evet, o bir can aldı, günahsız bir kadının canını aldı, onu feci bir şekilde öldürdü.
Ama KENDİSİ DE YAŞARKEN ÖLECEK!
Son nefesini verinceye karar yaptığı şeyin bedelini çekecek, çeksin. Tabii ki hiçbir şey
İbrahim’in başarısında abi-kardeş inanılmaz emeğiniz var. Kaç sene oldu İbrahim Çolak’la bu yolculuğa çıkalı?
19! 2000’de tanıştık ve bu uzun ve zorlu yolculuğa çıktık. Müthiş bir sporcu ve yolculuk arkadaşıdır İbrahim. Antrenörü olmak ikimize de gurur veriyor...
Gerçekten onun ilkokula bile gitmeden önceki kısa pantolonlu halini hatırlıyor musunuz?
(Gülüyor) Elbette! Bize geldiğinde henüz 5 yaşında bir çocuktu. Ama yaşıtlarına göre inanılmaz güçlü bir çocuktu. Biz bütün minikleri bir testten geçiririz, cimnastiğin hangi dalına daha uygun olduklarını anlamak için. İbrahim’den şınav çekmesini istedik. Ve abimle ağzımız açık kaldı...
Gerçekten o bücür haliyle 40 şınav mı çekti?
Evet! Makine gibiydi, sürekli şınav çekiyordu. O yaşta bir çocuğun yapması gereken şınav, en fazla 10 olmalıydı. Oysa İbrahim 40 tane çekti, durdurmasak devam edecekti...
Onun gelecek vaat eden bir sporcu olacağını nasıl anladınız? Sadece çok güçlü olması mı?
Cimnastiğe gelen bütün çocuklar sağlık için spora başlarlar, sonrasında kontrol antrenmanlarımızda onları kuvvet ve esneklik testine sokarız. İbrahim geldiğinin ilk haftasında dikkatimizi çekti. Hızlı, kuvvetli, kararlı ve çok istekli bir çocuktu. Abim Yılmaz’la onu ilk gördüğümüzde, “Yaşasın! Gelecek vaat eden bir sporcu adayı” dedik, yanılmamışız...
Fotoğraflar: Emre YUNUSOĞLU
◊ Müthiş bir başarı elde ettin! Dünya Şampiyonu oldun. Gururumuzsun, genç sporculara rol modelsin. Neler hissediyorsun?
- Çok mutluyum. Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar. Biraz şaşkınım da. Rüyada gibiyim sanki. Sporculuk kariyerimdeki üç hedef madalyadan biriydi, gerçekleşti.
◊ Öbür ikisi ne peki?
- Biri Avrupa Şampiyonası’nda madalyaydı, 2018’de kazandım. Geriye Olimpiyatlar kaldı. İnşallah orada da madalya alacağım.
Fizik kurallarına aykırı hareketler yapıyoruz
◊ İnsan Dünya Şampiyonu olduğunda nasıl bir duygu seline kapılıyor? Dans etmek mi istedin? Koşup antrenörüne sarılmak mı? Kız arkadaşını aramak mı? Sosyal medyaya post atmak mı?
- (Gülüyor) Ben ağlarım diye düşünüyordum ama ağlamadım. Sadece İstiklal Marşı okunurken biraz gözlerim doldu. İçimden hep “Şükürler olsun, emeğimin karşılığını aldım!” diyordum. Gerçekten çok çalıştım. Zaten başka türlü bu başarı elde edilemiyor. Tam 19 yıl bu 90 saniye için çalıştım! Sonuç açıklandıktan sonra bir fotoğrafım var; kollarım yanda açık, bağırıyorum. İşte orada bir mutluluk patlaması yaşıyorum. Türkiye ekibinden ilk gördüğüm kişiye koşup sarıldım. Aslında antrenörümü arıyordum, meğer tam arkamdaymış, sonra ona sarıldım. Çünkü tek başına elde ettiğim bir başarı değil bu, birlikte yaptık ne yaptıysak. Bende inanılmaz emeği var.
Müthiş bir başarı elde ettin! Dünya Şampiyonu oldun. Gururumuzsun, genç sporculara rol modelsin. Neler hissediyorsun?
- Çok mutluyum. Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar. Biraz şaşkınım da. Rüyada gibiyim sanki. Sporculuk kariyerimdeki üç hedef madalyadan biriydi, gerçekleşti.
Öbür ikisi ne peki?
- Biri Avrupa Şampiyonası’nda madalyaydı, 2018’de kazandım. Geriye Olimpiyatlar kaldı. İnşallah orada da madalya alacağım.
FİZİK KURALLARINA AYKIRI HAREKETLER YAPIYORUZ
İnsan Dünya Şampiyonu olduğunda nasıl bir duygu seline kapılıyor? Dans etmek mi istedin? Koşup antrenörüne sarılmak mı? Kız arkadaşını aramak mı? Sosyal medyaya post atmak mı?
- (Gülüyor) Ben ağlarım diye düşünüyordum ama ağlamadım. Sadece İstiklal Marşı okunurken biraz gözlerim doldu. İçimden hep “Şükürler olsun, emeğimin karşılığını aldım!” diyordum. Gerçekten çok çalıştım. Zaten başka türlü bu başarı elde edilemiyor. Tam 19 yıl bu 90 saniye için çalıştım! Sonuç açıklandıktan sonra bir fotoğrafım var; kollarım yanda açık, bağırıyorum. İşte orada bir mutluluk patlaması yaşıyorum. Türkiye ekibinden ilk gördüğüm kişiye koşup sarıldım. Aslında antrenörümü arıyordum, meğer tam arkamdaymış, sonra ona sarıldım. Çünkü tek başına elde ettiğim bir başarı değil bu, birlikte yaptık ne yaptıysak. Bende inanılmaz emeği var.
Fame’i kim getiriyor?
Piu Entertainment olarak biz! Çok da heyecanlıyız. Güzel bir iş. Türk izleyicisi de sevecek diye düşünüyoruz. Gerçekten keyif alacakları bir müzikal. Ana sponsorumuz Yapı Kredi. 75. yıl etkinlikleri kapsamında, 80’lerin ikonu bu müzikali İstanbul’a taşıyoruz.
Kaç kişilik bir ekip geliyor?
46.
Birebir aynı cast mı?
Evet, evet. West End’de şimdi sizin izleyeceğiniz cast’ın aynısı. Sadece Mika Paris yerine Josie Benson İstanbul’da sahneye çıkacak. Tek değişiklik bu.
OSCARLI KÜLT MÜZİKAL AYAĞIMIZA GELİYOR
- Heyyyoooo! Pınar seni tebrik ediyorum. 3 çocuk annesi bir mobilya tasarımcısısın. Veeeee çocuklara ödüllü tasarımlar yapıyorsun. Junior Design Awards’ta daha yeni “en iyi beşik kategorisi”nde ödül aldın! İngiliz firmaları arasında ödül alan tek Türk firmasının. Neler hissediyorsun?
Haber geldiğinde havalara uçtum! “İşte budur!” dedim. En şahanesi de İngiltere’de, dünya markaları arasında Türkiye’yi temsil etmek ve ödüle layık görülmek...
- Onaylanmış gibi hissediyor musun?
Kesinlikle! Doğru yolda olduğumun kanıtı oldu.
- İngiliz kraliyet ailesinin senin tasarımını seçmesi ne anlama geliyor? Senden daha iyi beşik yapan yok mu dünyada?
Tabii ki vardır, olmaz mı? Aynı soruyu ben de onlara sordum, “Neden ben?” diye. Çok araştırdıklarını, ürünlerimi özgün bulduklarını, tasarladığım tüm odaların iyi bir aile yaşantısına örnek teşkil ettiğini söylediler. 30 yıllık kraliyet muhabiri Robert Jobson, her şeyimizi araştırmıştı. Pek gururlandım.
O görüntüler karşısında hepimiz dehşete düştük. Bir baba, kızına resmen girişiyordu, inanılmaz bir şiddet uyguluyordu. O kızın adı Tuğba’ydı. Sizin de müvekkiliniz...
Evet.
Tuğba nerede, ne durumda şu anda?
Haluk Levent’in, Ahbap grubunun ve belediyenin katkılarıyla ona tutulan evde yaşıyor. Yüzde 87 engelli annesiyle birlikte. Tuğba gece gündüz ona bakıyor. Hakkında çıkan yalan yanlış haberlere çok üzüldü tabii. Ama güçlü bir kız.
Nasıl bir hikâye onunki? 19 yaşında gencecik bir kızdan söz ediyoruz değil mi?
Evet, omuzlarında çok ağır bir sorumluluk var. Biz aslında bir çocuktan söz ediyoruz. 19 nedir ki? Annesi 11 ay önce beyin kanaması geçiriyor. Tuğba o sırada çalışıyor, işinden ayrılmak zorunda kalıyor ve önce hastanede annesine bakıyor. Annesinin her türlü ihtiyacını o karşılıyor. Annesini yediriyor, içiriyor, altını temizliyor... Hem hastabakıcısı hem hemşiresi hem de her şeyi. Bizzat tanık olduğum bazı şeyler var. Annesiyle ifadesi alınırken birlikteydim. 25 dakika filan sürdü, bana 25 saat gibi geldi. Normal ağızdan beslenemiyor, aldığı her şeyi geri çıkarıyor. Sürekli birinin yardımına ihtiyaç duyuyor. Otururken, yürürken, konuşurken, beslenirken, hareket ederken... Gece gündüz birinin onunla ilgilenmesi gerekiyor. Bütün o yük, 19 yaşındaki o kızın omuzlarında.
‘SATANİST O... UYUŞTURUCU KULLANIYOR’ DİYE İĞRENÇ İFTİRALAR ATTILAR!
Bir sürü işin altından kalkıyor. Bu arada Birleşmiş Milletler Uluslararası Uyuşturucu Kontrol Kurulu üyesi. Dünyanın çeşitli coğrafyalarında tecrübelerini paylaşıyor. Yeni çıkan kitabı ‘Çürük Elmalar ve Masum Mahkûmlar’ vesilesiyle buluştuk.
Pazar başlayan röportaj bugün de devam ediyor...
- Suçu aydınlatma konusunda biz ülke olarak ne vaziyetteyiz?
Her ülkenin polis teşkilatının yıldızlaşan soruşturmaları var. Ama herkes her suçu aydınlatamaz. Türkiye’nin de yıldızlaşan soruşturmaları var. Mucizeler kimi zaman otopsi salonunda, kimi zaman olay yerinde, kimi zaman da laboratuvarda yaşanır. Ayakkabıya takılıp kalmış bir cam parçası, kurbanın saçları arasındaki bir yaprak bile soruşturmayı başarıya götürebilir. İntihar süsü verilen cinayetleri, kaza sanılan intiharları, hatta cinayet sanılan intiharları... Kısacası, bazen fail tarafından sahnelenen, bazen olay yerini inceleyenlerin düştüğü tuzaklar ya da onaylama önyargısıyla hareket ettiği durumlarla karşılaşılabilir. Burada mesele, “olay yeri incelemesi”nin iyi yapılması...
- Bir türlü sonuçlanamayan Şule Çet davasında sizce sorun ne?
Bence soruşturmada eksikler var.
- Filmlerin, romanların ya da sosyal medyanın suç oranını arttırdığı, suça teşvik ettiğini iddiası için ne diyeceksiniz?
Suçu arttırdığını kesin olarak kanıtlayan bilimsel bir araştırma bulunmuyor. Ama bunların intiharı özendirdiği muhakkak! Romalı din bilgini Tertullianus, “Şu oyunları izlemeyin, toplumu şiddete ve kan dökmeye yöneltiyor!” demişti. Sözünü ettiği gladyatör dövüşleriydi. Demek ki 1800 yıldır aynı şey söyleniyor.
Fotoğraflar: Emre YUNUSOĞLU
Sizdeki enerji kimsede yok! Bir taraftan dünyanın dört bir yanına yaptığınız mesleki seyahatler, bir taraftan üniversitede hocalık, bir taraftan yeni kitap, bir taraftan da TLC’deki yeni program... Pek çok program yaptınız bugüne kadar, yakında başlayacak bu programın diğerlerinden farkı ne?
- ABD’de çözümü yıllar, hatta on yıllar almış, gazetelerde defalarca manşet olmuş, TV programlarında tartışılmış, kimi yakın zamanda sonuca ulaşmış, kimi hâlâ tartışılan vakalarla ilgili bir program bu. Cinayetler, intiharlar, kazalar... Her bir bölümün içine girerek yorum yapmamı istediler.
Delil avcısı, haksız mahkûmiyetleri önler
◊Sizi nasıl buldular?
- Sanırım dünyada, Türkiye’de olduğumdan daha meşhurum! Hele Amerikan ve Avrupa kriminalcileri arasında... Birçoğunu şahsen tanırım. 1980’lerden başlayarak profesyonel derneklere de üyeyim.
◊Siz, bir ‘delil avcısı’sınız. Bu tam olarak ne demek?
- ‘Delil Avcısı’, “Ben yaptım!”, “Ben gördüm” ya da “O yaptı” diyenlere itibar etmeyen, yani gördüğüne, duyduğuna inanmayan; bir suçu mutlaka delillendirmeye çalışan, haksız mahkûmiyetlerin ancak böyle önlenebileceğine inananları tanımlayan bir kavram. 2005-2010 arasındaki Hürriyet Pazar ekinde yazdığım sayfanın da adıydı bu. Kanat Atkaya’yla Ertuğrul Özkök’ün birlikte buldukları bir isim.
Sosyal medyaya yansımasaydı, kimsenin ruhu bile duymayacaktı...
Babası tarafından şiddete uğrayan Tuğba...
“Yardım edin!” çığlıkları hâlâ hepimizin kulağında.
Bu babası kızın ya... Öz babası!
Var mı dünya üzerinde böyle bir adilik!
Resmen işkence ediyor kıza...
Ve biz bu görüntülere tesadüfen ulaşabildik. Engelli -belki de engelli dememek gerekiyor, yüzde 87- ve özel durumda olan annesi tarafından çekilen bu görüntülere...
Bunun üzerine Aile ve Sosyal Çalışma Bakanlığı,
O şahane bir seksolog, danışman ve eğitmen. İnsan “seksolog” lafını duyunca önce bir “Bu ne ya!” oluyor di mi? Ben olmuştum. Karşımda inanılmaz donanımlı birini görünce de şaşırmıştım. Sıkı bir eğitimi var. Önce The University of British Columbia’da sosyoloji ve cinsellik bilimlerinde lisans eğitimi, ardından Curtin Üniversitesi’nde seksoloji yüksek lisansı ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde pazarlama iletişimi yüksek lisansı. tabukamu.com ve reglhikayeleri.com web sitelerinin de kurucusu. Dünyayı takip eden, açık beyinli biri. Avrupa Seksoloji Federasyonu Genç Komitesi üyesi ve araştırmacısı, Dünya Cinsel Sağlık Derneği, Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği ve Amerikan Cinsel Eğitmenler, Danışmanlar ve Terapistler derneklerinin de üyesi.
Çok faydalı bir kitaba imza attı. Çocukları olduğu kadar yetişkinleri de aydınlatacak bir kitap: ‘Hoş Geldim’. Sadece bilgilendirici değil, eğlenceli de...
Ben Alya’dan biliyorum, sorduğu milyonlarca soru arasında en üst sıralarda yer alan soru, “Ben dünyaya nasıl geldim?”di. Ben hiç “Yavrum, seni leylekler getirdi!” demedim. Ama zorlandım, çünkü çok ayrıntıya girmek de istemedim. O zaman tabii Rayka’nın kitabı da yoktu. ‘Hoş Geldim’, benim gibi bocalamak istemeyen ebeveynlerin hayatını kolaylaştıracaktır. Rayka’yı yakaladım, sordum...
- Nerden çıktı bu kitap? Hangi amaca hizmet etmek için yazıldı?
Çocukların en sık sorduğu, ebeveynlerde da en çok panik yaratan soru: “Ben nereden geldim?”. Bu sorunun temelinde varoluşçu bir yaklaşım olsa da ebeveynler tamamen cinsellikten ibaret olduğunu ve çocuklarının yaşlarına uygun olmayan bir şey merak ettiğini düşünebiliyor. Yalan söylemekle kafa karıştırıcı bilgi vermek arasında gidip gelebiliyor. İşte bu kitabı, bu süreçte çocukların “Ben nereden geldim?” sorusunu cevaplamak isteyen tüm anne-babalar ve yetişkinler için hazırladık.
- Piyasadakilerden farkı ne?
Hem dili hem de çizimleri farklı. Kitap, “Ben nereden geldim?” sorusunun cevabı arayan, kendine bugüne kadar anlatılan hikâyeleri sorgulayan bir çocuğun ağzından yazıldı.
- N’apıyor bu çocuk?
‘Deliha’ları çok sevdim ben. Sen o seriyle erkek komedi dünyasına kafa mı tuttun?
Deliha’nın ilk filmi çok yadırgandı başta. Afişte tek başına bir kadın karakter o kadar az ki! Türkiye’de de dünyada da. Erkeğin kadın komedisine bilet alması zor. Hâlâ da zor. Bütün dünya kadınları olarak bu önyargıyı kırmaya çalışıyoruz. O yüzden, erkek komedi dünyasına değil de seyircinin önyargısına kafa tuttum diyelim.
Seni Recep İvedik mizahı yapmakla eleştirdiler, buna vereceğin cevap nedir?
Şahan’ın çok üstüne gidiyorlar, gittiler. Komedinin amacı güldürmek. Ve mizahın farklı çeşitleri var. Biri İngiliz komedisi sever, diğeri Amerikan. Biri diyalogdan hoşlanır, diğeri beden komedisinden. Benim o noktada eleştirildiğim için üzüldüğüm şey şuydu: Başka bir filmi taklit etmişim gibi lanse edildi. Oysa kendi küçüklüğümde de olduğu gibi, erkekler tarafından kabul görmek veya kendini savunmak ve korumak amacıyla hafif erkeksi hale girmek zorunda kalmış, sevimli ama kaba saba bir kız çocuğu hikâyesiydi o. Yeri gelmişken kendimi de eleştireyim...
Evet, dinliyorum...
İlk filmde cinsiyetçi birkaç şakam vardı. Uyardılar. O yüzden sonraki filmde hepsini yok ettim! Çünkü haklılardı. Artık Deliha’yı kıyafet alışverişi, kuaför, makyaj ve zayıflama çabaları olan “müzikli bir güzelleştirme fırtınası” içinde göremeyecekler.
‘ELTİLERİN SAVAŞI’ GELİYOR
Sen benim için bu ülkedeki en yetenekli kadınlardan birisin. Yazıyorsun, çiziyorsun, düşünüyorsun, gerçekleştiriyorsun... Hayal ettiğin rol için manyak kilolar alıp sağlığını tehlikeye atıyorsun. Senaryoyu yazıyor, oynuyor, bir de üstüne filmi yönetiyorsun...
- Çok teşekkür ederim. İnsanın hayran olduğu bir kadından övgü duyması çok güzel.
ÜRETMEK TÜM KADINLARA ÇOK YAKIŞIYOR
Şimdi de çok farklı iki çocuk kitabı yazdın. Harbi yaratıcı kitaplar. Bütün bunları niye yapıyorsun?
- Ya ben boş duramıyorum, üretmeyi seviyorum. Denemeyi seviyorum, denemekten de korkmuyorum. Neyi sevip neye dokunmam gerektiğini iyi biliyorum galiba. İlkokulda tahtaya çıkıp kendi yazdığım skeçleri oynayıp bütün sınıfı güldürürdüm. Bayramlarda da evde yapardım. Yani özünde insanları güldürmeyi ve ortamı yumuşatmayı seviyorum. Bu da seçtiğim alanlarda proje üretmemi sağlıyor. Üretmek insana iyi geliyor.
Sence insanlar seni anlıyorlar mı? Çabanı, kendini ne kadar paraladığını...
- Anlayan da oluyor, gıcık olan da! Ben anlayıp ilham alsınlar istiyorum. Özellikle kadınlar. Çünkü durmadan üretmek ve çabalamak hepimize çok yakışıyor.
Seni tanıyalım...
Ben Duygu. 26 yaşındayım. ODTÜ İşletme mezunuyum. Okurken bölüme bir türlü ısınamadım, kendimi çok ait hissetmiyordum. Yaratıcılığıma engel olan, zihnimi baskılayan bir tarafı vardı. Bir şirketin hayallerinin peşinde koşturmak tüm topluma, en çok da kendime haksızlık etmek gibi geliyordu. Ben insana dokunan bir iş yapmak istiyordum. Yan dal olarak ürün tasarımı okumaya karar verdim. Bir ürünün tasarımı süreci insanlığa dair o kadar çok şey söylüyordu ki. Ben de hayatımın direksiyonunu buraya kırdım, yüksek lisansımı da gene bu bölümde, sosyal inovasyon için tasarım alanında geçtiğimiz ay tamamladım. Eşzamanlı olarak da hayatıma Azra ve “Joon” girdi.
‘Joon’ neyin nesidir? Kimin sesidir?
“Joon”, eşitsizlikleri ortadan kaldıran bir dünya yaratmak isteyen ve tüm gücünü kuvvetini buna vakfetmeye hazır iki kadının hayali aslında. Benim ve Azra’nın. Sonra İrem ve Cansu da eklendi bize. Dezavantajlı üreticilerin ekonomik olarak güçlenmelerini sağlayan, bunu da bunu tasarımın sihirli değneğiyle gerçekleştiren bir köprü kurmaya çalışıyoruz...
‘Joon’un anlamı ne? Uydurduğunuz bir kelime mi, bir anlamı var mı?
Farsça “Can, yaşam” demek.
Yanlış anlamıyorum dimi? Siz dezavantajlı grupların -kadınlar, engelliler ve mülteciler gibi- üretmesi için çabalıyorsunuz... Neden?
Sabrina's House günlerim
<B>H</B>oppalaaa! Bu ne acaba? Denizden bize doğru yüzen bir <B>‘‘şey’’</B> geliyor. Bu bir sal...
Hani üzerinde güneşlenirsin, balıklama ya da çivileme filan atlarsın ya. Ama kıçına bir motor takılmış. Dubanın mütevazı ahşabıyla, motorun güneşte ışıldayan pırıl pırıl metali, tarifi zor bir tezat oluşturuyor. Görüntü absürd yani. Farklı olduğunun da bilincinde kerata, Bozburun'un sularını ‘‘Benim eşim benzerim yok’’ edasıyla yara yara geliyor.
Hayatımda ilk defa bu şekilde yüzen bir duba görüyorum. İnanmayacaksınız ama üzerinde hasır bir masa ve iskemleler de var.
Sanki oturma odan suda yüzüyor!
*
Yaklaştıkça ayrıntıları seçebiliyorum.
Koltuğun çiçekli yastıklarını falan.
Ve hasır masanın üzerinde sigara ve kül tablası var. Hani misafirlere ikram edersin ya. Bitmedi, masanın tam ortasında da bir şampanya duruyor. Buz kovasının içinde tüm haşmetiyle dikiliyor ve patlatılmayı bekliyor. Yanında da ince-uzun kadehler...
Yüzen oturma odasına ve bu sıcak karşılamaya yabancılaştırma efekti gibi bakıyoruz. Karaya atlayan biri nazikçe ‘‘Buyrun sizi Sabrina's House'a götürmeye geldik’’ diyor.
*
Demesi kolay tabii.
Ama yüzen oturma odasına atlayıp gitmek zor. Arabada bir bagaj dolusu bavul var. Bir haftalık tatile çıkıyoruz ya, arabayla çıkıyoruz ya, bir kadının böyle bir lüksü değerlendirmemesi mümkün mü?
Ne bulduysam tıktım.
Kontrol etmek için bile kaç çanta hazırladığımı sayamayacağım kusura bakmayın! Oysa, Sabrina's House bilmediğim yer değil, Aynur ve Tobias benim arkadaşlarım. Onların sahibi olduğu, karadan ulaşımı olmayan Bozburun'daki bu küçük otelde daha önce de çeşitli vesilelerle kaldım. Sadece bikininize ihtiyacınız var orada. En azından altı şart. Bunu gayet iyi biliyorum ama yine de ‘‘Belli mi olur!’’ diye, yanıma bir iki gece elbisesi almayı ihmal etmiyorum.
İğrencim yani.
Gece elbiselerinin altına giymek için alınmış topuklu ayakkabılar da eksik değil. O kadar feci. Üç gece kalacağımız mekana, şampanya içe içe ama bagajlarımızdan dolayı hafif utanç içinde ulaşıyoruz.
*
Yok böyle bir güzellik.
İşte adı gibi boz olan o tepelerde (kel sıfatı da yakışırdı, Bozburun yerine pekala Kelburun da denilebilirdi) yaratılmış saklı cennet.
Hımmmmmmm.
Geçen seneden farklı olarak, palmiyeler boy atmış. Ve mevsimi midir nedir bütün çiçekler, bitkiler pırtlamış. Havada kekik kokusu ve etrafta bir renk çümbüşü ki, sormayın. Aileye üç yeni arkadaş (Şenol, Yasin ve Rasim) katılmış. İskelede bizi karşılayan Aynur, bütün kış spor yapmış, iyice fıstık olmuş. Tobias, yine atom karınca gibi oradan oraya koşturuyor, yüzen duba onun fikriymiş ama gün içinde yüzen duba, normal duba oluyor. Yaşasın, üzerinden cup cup suya atlamak yine mümkün yani! Ama ‘‘Koyları keşfe bununla çıkacağım’’ diye tutturursanız, acilen kıçına motor takılıyor. Orada herşey pratik anlayacağınız. İncir ağaçları arasındaki hamaklar ikilemiş. Şu denizin neredeyse üzerinde olan hamağı kimseğe kaptırmayalım. Aval aval uyurken üzerinde düşer miyiz acaba? Yok canım. Tobias yine çekmiş numaralarını, geçen sene dekorasyonuyla uğraştığı bir takım odalar vardı, onları bitirmiş.
Allah'tan hálá 16 odası var Sabrina's House'un. Yani o kadar sakin bir tatil yeri ki... Herkesin tatil anlayışı farklı tabii... Kalabalıklara karışmak ve insanlarla sosyalleşmek istiyorsanız orası yanlış adres.
Sakın gitmeyin.
Patlarsınız sıkıntıdan!
*
Türkiye'nin En Güzel Küçük Otelleri kitabında favori üç mekanım var benim. Sabrina's House, Olympos Lodge ve Börtübet. Börtübet'te kalmak hiç nasip olmadı, önümüzdeki aylarda inşallah. Ama Sabrina's House'u ve Olympos Lodge'u avucumun içi gibi biliyorum. Zaten tatilimizin son durağı da Olympos Lodge'du. Yakında onu da anlatırım. İki mekan da bende ‘‘tanıdık bir ev’’ hissini uyandırıyor.
Dolayısıyla tanıdık ailelerden söz ediyoruz...
Misafirliğe gitmişsiniz, onlar sizi ağırlıyor.
Sabrina's House muhteşem bir tembelliğin, pratik alıştırmalarının yapılacağı ideal bir mekan. Sağ tarafının üzerinde yarım saat yatıp, karıncalanmaya başladıktan sonra, sol tarafa en iyi nasıl geçilir ilminin şahikasına çıkılacak bir yer yani. Uyurken, sigara böreği yemenin, bunun rüyada mı gerçekte mi olduğunu kavrayamamanın ideal cenneti. Her halükárda sigara böreğini yemiş oluyorsun. Ya gerçekte ya rüyanda. Tabii rejimin ara öğünü olarak. O nasıl bir rejimse? Tatilde rejim mi olur lan!
Tepedeki güneş, insanı erimiş bir sarhoşluğa sürüklerken, bir de vücut üzerinde baklava izleri bırakmadan hamakta uyuyabilmeyi becerebilirseniz ya da iki kişi bir hamağa ya da şezlonga sığma işini halledebilirseniz, bu bölgede tatil yapmanın felsefesine ulaşmış olursunuz...
*
Deniz kenarında yapılabilecek yüksek enerji isteyen, her türlü spor aktivitesini yaptıktan sonra (sudaki güzel taşları toplama, denize atlama, yavaş yüzme, hızlı yüzme, suda takla atma, ön takla, ters takla, Esther Williams'ın su perileri numaraları, tek bacak dışarıda, iki bacak dışarıda, şnorkelle suya bakma, dalma, saatini suya atıp çıkarma, kanoya deniz yatağı muamelesi yapma, suda uzun eşek oynama, iki eli sıkarak su fıştırtma, çıp çıp çıp birbirini ıslatma...) nereden geliyorsa aklımıza motor gezisi yapma fikri düşüyor.
Dikiliyoruz Aynur'un karşısına:
- Kıçtan takmalı motorunuzla biraz gezebilir miyiz? Şu sürat motoruna benzeyenle...
Nedense yüzünün ortasında hain bir gülümseme, Aynur soruyor:
- Motor kullanmayı biliyor musunuz?
- Ha ha ha! yapıyoruz.
Bir omuzu yukarıya kaldırarak ve en gururlu halimizle...
Aynur'sa omuzlarını silkiyor ve ‘‘Siz bilirsiniz’’ diyor, yine de ‘‘Cebinizi yanınıza alın'' demeyi ihmal etmiyor.
Pıt pıt pıt yola koyuluyoruz.
Koyu şöyle bir geziyoruz, Bozburun limanını selamlıyoruz, dümeni tekrar açık denize kırıyoruz.
Hızlanıyoruz, hızlanıyoruz...
Ne oluyorsa... İşte o sırada oluyor.
Birdenbire motor duruyor.
Açık denizin ortasında.
İnanılır gibi değil.
Önce gülüyoruz, bir süre sonra suratımız asılıyor. O ipi çekerken ellerimiz su topluyor.
Çek babam çek, motorda tık yok!
Onca gururla kaldırdığımız başımızı, utançla yere eğiyoruz cep telefonundan S.O.S istiyoruz.
- Denizin ortasında kaldık kurtarın bizi...
Sabrina's House'a ulaştığımızda bir daha motora binmemeye kararlıyız.
Ama şundan da eminiz:
- Bu motorun mutlaka karbüratörü tıkalı. Arıza onda yani, bizde değil!
*
Bu seyahatin anlatmazsam çatlayacağım bir bölümü de Bozburun'un kardeş köyü Selimiye'de yediğimiz yemek.
Dolunay gecesi Sardunya.
Sahilden karayla da ulaşılıyor ama aslında bir tekne lokantası. Prens Charles da gitmiş, salak değil ya! Mükemmel bir yer. Muz ağaçlarının altında kurulan masalarda kendinizi tropikal bir adadaymış gibi hayal etmemek için hiç bir sebep yok. O mezelerle, o balıklarla birlikte parmaklarınızı da yememek mümkün değil yani.
Öyle güzel, öyle keyifli.
Sardunya, dolunay, kıpırtısız deniziyle Selimiye gerçekten muhteşemdi.
Demek istiyorum ki, en az Akyaka'daki Halil'in Yeri kadar süperdi. Halil Yeri'nin bilmiyorsanız öğrenmenizde acayip fayda var. Başka şeyler de yiyebilirsiniz ama alabalığı tavsiye edilir. Sazlarla bütünleşmiş ördekler ve kazlar doğal dekor. Mezeler öldürücü. Fiyatlar makul.
Offff be!
Daha gidecek görecek ne kadar çok yer var. Niye çalışıp duruyoruz, anlamak imkansız!
YARIN: Alçaklığın sonu yok. Tatilin devamı...