Renkler...

Biten mutlulukBugün, bir uzun mutluluğun aniden bitişinin hazin öyküsünü anlatacağım. Bu öykü, güzel şeylerin hiçbir zaman kalıcı olamayacağının, güzelliğin mutlaka ama mutlaka bir gün ayaklar altına alınacağının da ispatıdır.Günlüğümden:4 Haziran 1997 saat 22.47.53- 27 Ekim 1997 saat 20.37.21 arası: 141 gün ve 12 saat, 43 dakika, 47 salise süren bir uzun mutluluk devri yaşadım. Çok mutluyum.27 Ekim 1997 saat 20.37.22: Telefonum çaldı. Arayan Genel Yayın Yönetmeni'ydi. ‘‘Ne yapıyorsun?’’ diye ilk bakışta son derece rasyonel gibi gözüken ancak biraz üzerinde düşünüldüğünde de telefonda cevaplandırılması son derece güç ve hatta cevaplandırıldığında mantıki çelişkilere yol açacak olan bir soruyu sordu. Ben de ona evde yanlız olduğumu, Rana'nın iş seyahatinde olduğunu ve kafamı dinlemek istediğimi söyledim.20.38.34: Dediklerimi ya yine duymamıştı ya da kafamı dinlemek istediğimi anlamamıştı, çünkü kendisini bizim eve davet etmişti. 141 gün 12 saat 43 dakika ve 47 salise süren mutluluk sona ermişti ne yazık ki. Onun bize son misafirliğe geldiği gün 4 Haziran 1997'ydi. 20.39.45: Yine aradı. Kendisine ne yemek ikram etmeyi düşündüğümü sordu.20.40.12: Yine aradı. Şarabım olup, olmadığını sordu. Var dedim, bu kez de markasını ve tarihini öğrenmek istedi.20.41.34: Telefon tekrar çaldı. Ahizeyi kaldırır kaldırmaz, ‘‘Yeter artık ama, istifa ediyorum. Buraya gelirsen de, risk alıyorsun demektir, sen bilirsin karışmam’’ diye bağırdım. Arayan Rana'ymış. Evden bir gün bile uzaklaştığında kontrolden çıktığımı söyledi ve beni azarladı. Durup dururken ondan özür dilemek zorunda kaldım. Neyse, o da bu işin üstüne fazla gitmedi, çünkü, neden sinirlerimin laçka durumda olduğunu sorunca Ertuğrul Bey geliyor dedim, ‘‘Şunu baştan söyleseydin ya, şimdi anlıyorum meseleyi’’ dedi. Telefonu kaparken ses tonundan bana acımaya başladığını hissetmiştim.21.02.34: Karşı komşunun kapısı çalındı. Göz deliğinden baktım, Ertuğrul Bey o kapının önünde duruyordu. Kapıyı açtım. Beni görünce ‘‘Neden ben yanlış kapıyı çaldım ki?’’ diye bana sordu. Annem bana küçükken büyük insanların kendi yaptıkları yanlışın hesabını mutlaka başkalarından çıkarmayı iyi bildiklerini, aslında onların büyüklüğünün de bu yeteneklerinden kaynaklandığını öğretmişti. İşi fazla uzatmamak için yanlış kapıyı çaldığı için ondan özür diledim. Belki inanmayacaksınız, ama o bu özürümü kabul etti. Yemin ediyorum doğru söylüyorum.21.03.00: ‘‘Merhaba, ne haber’’ dedi ve cevabı beklemeden doğruca koltuğa oturup televizyonu açtı. NBC'de beyzbol maçı vardı. Genel Yayın Yönetmenleri hayattaki her şeyi mükemmel derecede bilmek zorunda oldukları için bana bu oyunun ne kadar da sıkıcı ve saçma olduğunu ayaküstü anlatıverdi. Sonra da Kral TV'yi açtı. Neden böyle bir şey yaptığını sorduğumda da ‘‘Kendimi böyle halka yakın hissediyorum’’ dedi. Bu açıklama karşısında insanın gözlerinin dolmaması imkânsızdı. Bu, benim bugüne kadar duyduğum en doyurucu halkçılık tanımlamasıydı. 21.04.23: Risotto pişirme zahmetli iştir. Yaklaşık 18-20 dakika boyunca ocağın başında pür dikkatinizi yemeğe vermelisiniz. Bunu bütün yemek kitapları böyle yazıyor. Ancak bu yemek kitaplarında verilen bilgiler bence çok yetersiz. Çünkü dünyadaki hiçbir yemek kitabında insanın Genel Yayın Yönetmeni eve misafir geldiğinde Risotto'yu istenildiği gibi pişirmeyi nasıl yapıp da başaracağımız yazılmış durumda değil. Ben daha mutfağa gelir gelmez içerden konuşma sesleri geldi. Bu konuşma sesi bana ‘‘Peki, ama bu gece biz şarap içmeyeceğiz mi?’’ diye soruyordu. Geldiğinden bu yana üç dakika olmuştu. Bunun iki buçuk dakikası onu beyzbol oyunu konusundaki fikirlerini tasdik etmemle geçmişti. Şimdi de şarap servisinin geciktiğini iddia ediyordu.21.04.38: Şarap şişesini almak için içeriye giderken, köşede duran beyzbol sopasına hasretle baktım. Beyzbol belki onun iddia ettiği gibi son derece saçma bir spor dalı olabilirdi. Ama şu da bir gerçek ki beyzbol sopası son derece ciddi bir kavramdı ve üstelik de hayatta birçok iş için de son derece pratikti. Örneğin dünyada en iyi ayak kıran aletin beyzbol sopası olduğu bilimsel olarak kesindi.21.05.45: Tam şarabı bardaklara koyarken kapı çalındı. Genel Yayın Yönetmeni'nin görevlendirdiği yetkililerden bir tanesi eve gitmiş ve bize şarap getirmişti. Şarap yarımdı. Anlayacağınız benim evde bulunan markayı beğenmemiş ve evdeki yarım şişe şarabını getirtmişti. 21.06.00: Risotto'nun başında durmamın gerekip gerekmediğini sordu. Evet, belki uzaktan bakınca tuhaf görünecekti, ama o anda beyzbol sopasına sarılıp ağlamak geldi içimden.21.45.39: Rejimde olduğunu anlattı. Her sabah spor yapıyormuş. Bunları söyledikten sonra ona dondurma servisi yaptım. Ben hayatımda böylesine hızlı ve çok dondurma yiyen bir insanı son kez altı yıl önce New York'ta görmüştüm. Onu da zaten sinema çıkışında daha önce işlemiş olduğu bir cinayetten tutuklamışlardı. 21.50.00: Kendime kahve alıp geldim. O sıhhatli olmadığı için kahve içmedi. Geri geldiğimde Amerika'dan getirmiş olduğum ve televizyonun yanına sıraladığım bütün filmlerin onun kucağında olduğunu gördüm. Filmlerimi götürmeye karar vermişti. Tek tek alıp seyretseniz nasıl olur, şeklindeki önerimi, aklım bu filmlerde kalırsa uyuyamam, hepsi elimin altında olmalı diye redetti. Böylesine önemli görevleri olan bir insanı uykusuz tabii ki bırakma nedeni olamazdım. Bunun yükü taşınamayacak kadar ağır olabilirdi. Filmlerimi aldı ve gitti.
Yazarın Tüm Yazıları