Reel ve mali sektör birbirinden kopar mı?

DÜNKÜ yazımda özel sektörün yurt dışından borçlanmalarının yurt içinden iki kat fazla olduğunu yazmıştım.

Toplam yurt içi kredilerinin yarısı yabancı para üzerinden olduğuna göre, özel sektörün kullandığı toplam kredilerin altıda beşi döviz üzerinden krediler olarak karşımızda durmaktadır. Rakamsal olarak, finansal kurumlar dışındaki özel sektörün toplam döviz borcu bu yılın haziran ayı itibariyle yaklaşık 42 milyar dolardır.

Yurt dışından alınan kredilerin önemli bir bölümü sermayedarların kendi paraları dahi olsa, bu çeşit kredileri alan şirketler çok ciddi boyutlarda kur riski almaktadırlar. Bankaların aldıkları kur riskleri sistemin krize girmesiyle çözüldü. Krizden şirketler de nasiplerini aldılar. Ama, bilançolarındaki çarpıklıklar değişmedi.

KUR BAĞIMLILIĞI

Reel sektörün aldığı kur riskleri ‘‘Demokles'in kılıcı’’ gibi ekonominin üzerinde durmaktadır. Türkiye ekonomisinin geleceği açısından sorun buradadır. Şirketlerin bilançoları ve dolayısıyla finansal sağlıkları döviz kuruna çok duyarlı bir hale gelmiştir. Döviz kurlarının düşmesi ya da enflasyon kadar artmaması özel sektör şirketlerinin finansman yapısını düzeltmekte ya da en azından bozmamaktadır.

Diğer yandan, Türkiye'de üretilen malların uluslararası pazarda rekabetçi olabilmeleri için, döviz kurunun en azından kár marjlarının korunabilmesi için ihraç ürünlerinin üretim maliyetleri kadar artması istenmektedir. Yurt içine yönelik üretim yapanlar ise ithal girdilerinin maliyetlerinin göreli olarak daha az artması için döviz kurlarının yavaş gitmesini istemektedirler.

Ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır: Döviz kurlarındaki artışın zaman içinde enflasyona göre daha düşük olması yurt içine yönelik satış yapan ve döviz borçlanan tüm firmaları her bakımdan rahatlatmaktadır. Buna karşılık, ihracat yapanlar da dahil olmak üzere, döviz geliri elde eden tüm firmalar döviz kurlarının yurt içindeki enflasyondan daha fazla artmasını arzulamaktadırlar.

Dikkat edilirse, döviz kurlarının düştüğü ya da artışının yavaşladığı dönemlerde Türkiye ekonomisi göreli bir rahatlığa kavuşur. İhracatçı ağlar. Ama, ekonominin geri kalan kısmı hayatından memnundur. Türk Lirası'nın kıymetlenmesi mali piyasaları da rahatlatır. Faizler göreli olarak düşer. Yani, yaklaşık bugünlerdeki ‘‘pembe tablo’’ ile yaşarız. İşlerin düzeldiğini ya da düzelme yoluna girdiğini düşünürüz. Halbuki, reel sektörle yurt içindeki mali sektör giderek birbirlerinden kopmaktadırlar.

Madalyonun diğer yüzünde ise Türkiye'nin ödemeler dengesi vardır. Döviz harcamalarının artıp döviz gelirlerinin aynı hızla artmadığı dönemlerde dış ticaret açığı büyür, döviz borçlanma gereği yükselir. Türkiye, kendi parasına olan güveni sağlayamadığından, enflasyonla yaşamayı bir süre kolaylaştırır, ardından bir krizle beraber dengeler yeniden bir süre daha rahat yaşamaya olanak verirler. Giderek rahat yaşama süresi kısalmakta, kur riskleri daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu resimde, büyümeye önem vererek finansal dengeleri kalıcı bir biçimde istikrara kavuşturmak giderek zorlaşmaktadır. Galiba, önce paramıza olan güveni sağlayacağız, ondan sonra ekonomik büyümeyi bir hedef haline getirmek zorunda kalacağız. İkisini bir arada yapan stratejiler dünkü yazımda belirttiğim mali sistem yapısı içinde olanaksız gibi görünmektedir.
Yazarın Tüm Yazıları