GeriSeyahat Ramazanda beş şehir
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Ramazanda beş şehir

Ramazanda beş şehir

Her gezmenin ardında bir bahane vardır. Kimi yemeğin, kimi manzaranın, kimi geçmişin, kimi denizin peşine düşüp, uzak yakın coğrafyalara doğru yelken açar. Bu hafta ramazanı bahane edip, insanı şaşırtan mimarileriyle bulundukları kentleri süsleyen camilerin izinde bir tura çıkabilirsiniz.

Mimarların öykülerini okuyun, gökyüzüne doğru uzanan minarelerine, birbirine destek veren kubbelerine, avizelerine, vitraylarına, çinilerine bakarak bir süreliğine kendinizi başka bir alemin kucağına atın. Ramazan yolculuğu için beş şehir öneriyorum: İstanbul, Bursa, Edirne, Amasya, Konya.

Sinan’ın peşinde İstanbul

İstanbullulara veya gezmeye gelenlere bu ramazanda Mimar Sinan’ın peşine düşmelerini öneririm. Kentin hemen her tepesinde bir eseri bulunan Sinan için en güzel tanımlamayı Ahmet Hamdi Tanpınar yapar: “Yaratıcı, nizam verici hamleleriyle İstanbul ufkunu, mermeri, kalkeri, porfiri, kubbeyi, kemeri, istalaktiti, asırlık şekilleri birbirine karıştırır, nisbetleri değiştirir, tenazurları kırar, sanki dehasıyla kendisinden öncekilerin tecrübelerini, buluşlarını bir sonsuzluğa taşımak istiyormuş gibi, her şeyi genişletir, büyütür, sayıları çoğaltır, her motiften ayrı ayrı şekiller ve terkipler çıkartır...”

MİHRİMAH’TAKİ RENK VE IŞIK OYUNLARI

Sizler için şöyle bir rota çizdim: Geziye Süleymaniye Camii’nin hemen karşısındaki Rüstempaşa Camii’nden başlayın. Burada Sinan’ın mimarlık dehasının yanı sıra, İznik çini sanatının en mükemmel örnekleriyle karşılaşacaksınız. Sonra bütün İstanbul’a tepeden bakan Süleymaniye’de, Sinan’ın mimarlık sanatının doruğuna nasıl ulaştığını izleyebilirsiniz. Süleymaniye’nin gölgeliklerinde dolaşırken taş ustalarının çekiç seslerini, büyük kazanlarda kubbeler için eritilen kurşunların kokusunu, çini fırınlarında nar çiçeklerinin, karanfillerin, badem, erik çiçeklerinin, sonsuza kadar solmayacak renklerinin ağır ağır pişmesini düşleyebilirsiniz. Avluda soluklanırken, hattatın elinden yeni çıkmış bir ayeti taşa geçirmeye çalışan bir sanatçıyı veya Kastamonu ormanlarından getirilmiş keresteleri kan ter içinde taşıyan işçileri de görür gibi olabilirsiniz.

Oradan Şehzadebaşı’na gidip, ustanın “çıraklık dönemi eserim” dediği Şehzade Mehmet Camii’nde, zaman ve mekanın mistik kucaklaşmasını seyredebilirsiniz. Rotadaki Sinan eserlerinden biri de, Kadırga sırtlarındaki Sokollu Mehmet Paşa Camii. Burada da İznik çinilerinin büyüleyici renkleriyle kendinizden geçeceksiniz. Ardından Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nde, Sinan’ın taş, renk ve ışıkla nasıl oynadığına şahit olacaksınız. En son durakta ise yine Edirnekapı’daki Gazi Kara Ahmet Paşa Camii sizi bekliyor.
Eğer vaktiniz kalırsa, Sinan’dan sonra meşaleyi eline alan Sedefkar Mehmed Usta’nın muhteşem eseri Sultan Ahmet Camii’ni de gezebilirsiniz. Tanpınar’a göre Sultanahmet’in içi bütün bir mavi bahar rüyasıdır. Pek az mimar ışığı bu kadar lezzetle dokuyabilir.

Kutsal şehir Konya

Ramazan gezilerinin en gözde kenti bence Konya’dır. Cami, medrese, türbeleri, damak çatlatan yemekleriyle ziyaretçilerini kendine aşık eder. Diğer kentler gibi Konya’yı da en güzel anlatan yazar bence Ahmet Hamdi
/images/100/0x0/55eb3ce8f018fbb8f8b436ca
Tanpınar’dır. “Beş Şehir” adlı kitabında, şu eşsiz cümleleri kurar: “Konya, tam bir bozkır çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen esrarlı güzelliği vardır. Bozkır kendine serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya’ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bu serap vehmi karşılar. Çok arızalı bir arazinin arasından ufka daima bir ışık oyunu, bir rüya gibi takılır...

Konya, sağlam ruhlu, kendi başına yaşamaktan hoşlanan dışarıdan gösterişsiz, içten zengin Orta Anadolu insanına benzer. Onu yakalayabilmek için saat ve mevsimlerine iyice karışmanız lazımdır... Konya insanı ya bir sıtma gibi yakalar, kendi alemine taşır, yahut ta ona sonuna kadar yabancı kalırsınız...”

60 YILDA TAMAMLANAN CAMİ

Konya gezisine Mevlana’nın türbesinden başlamakta yarar var. Türbenin içindeki mezarlar Mevlana’nın kutsallığının ışığı ile adeta parlar. Duvarları süsleyen çiniler, Mevlana’nın deyişlerinin yazılı olduğu kobalt mavisi tabaklar, mezarların üstünü örten altın sırma işlemeli yeşil, kırmızı ipekler, yerdeki asırlık halılar, pırıl pırıl parlayan 19. yüzyıl yapısı Avrupa kristaller... Tüm bunlar başka bir boyuta geçmeniz için yeterli görüntülerdir. Daha sonra müze kısmına geçip, Mevlana’nın giysileri karşısında dalıp gidebilirsiniz.

Konya’daki diğer önemli bir eser de, 60 yılda tamamlanan Alaeddin Camii’dir. Bu camiinin abanoz ağacından oyulmuş mimberi, Selçuklu sanatının en eski ve en güzel eserlerinden biridir. Caminin tam karşısında yer alan Karatay Medresesi, Selçuklu taş işçiliğinin en önemli örnekleri arasında yer alır. İnce Minareli Medrese’nin taç kapısı, Türkiye’deki en muhteşem oymalı kapılardan biridir.

PAZARDAKİ PEYNİR CENNETİ

Konya’da camiler, medreseler, türbeler öyle birkaç günlük gezi programına sığmaz. Geniş bir zaman dilimi ister. Ama Konya’ya gitmişken tüm bunların yanısıra Kadınlar Pazarı’nı da görmek gerekir. Adından başka kadınlarla hiç bir alakası olmayan bu pazar, bir hanın alt avlusunda kurulmuştur. Orta yerini sebze satıcıları işgal eder. Kenarlar ise peynircilerle çevrilmiştir.

Bu dükkanların önündeki sergilerde, özellikle Doğu Anadolu yöresinin tüm peynirlerini bulmak mümkündür. Siirt’in, Siverek’in, Bingöl’ün, Erzurum’un, Konya’nın birbirinden değişik peynirleri, ünlü Ermenek tulumu, çeşit çeşit kaşar peyniri, keçi tulumu, bez tulumu, eski tulum, yağlı tulum, küflü peynir... Bu peynir cennetinde ne alacağınıza karar vermekte çok zorlanırsınız.

Binbir kültürlü Amasya

Amasya gezinize Yeşilırmak’ın kıyısından, Yalıboyu’ndan başlamanızı öneririm. Orada bir banka oturup, karşı kıyıda yan yana dizilmiş evleri seyredebilirsiniz. Ayvanlı, çıkmalı, cumbalı bu tarihi evlerin bazıları restore edilmiş, bazıları da
/images/100/0x0/55eb3ce8f018fbb8f8b436cc
yıkılmaya yüz tutmuş. Evlerin tam arkasından yükselen yamaçlarda ise Pontus Krallarının mezarları yer alıyor. Dorukta ise Harşane Kalesi kuşbakışı kenti seyrediyor.

Yalıboyu’ndan kalkıp, arka sokaklara doğru yönelebilirsiniz. Ana caddede vakit geçirmenin pek anlamı yok. Her yerde gördüğümüz beton binalar, trafik karmaşası, insan kalabalığı... Hititlilerin, Phriglerin, Kimmerler’in, Lydialıların, Persler’in, Selçuklular’ın, Osmanlılar’ın gelip geçtiği bu kentte asıl görünecek olanlar, arka taraflardaki dar sokaklara gizlenmiştir. Cami, mescit, hamam, medreseler. Son Selçuklu Hakanı Sultan Mesud’dan, Osmanlı sultan ve şehzadelerinden kalma izlere adım başı rastlanan Amasya, tarih tutkunları için mutlaka gidilmesi gereken bir kent. Yörenin en zengin müzelerinden biri olan Amasya Müzesi’ni gezmeyi ihmal etmeyin.

FERHAT BU DAĞLARI ŞİRİN İÇİN DELMİŞTİ

Bir de kentin 18 kilometre uzağında Şahin Kayası’nda bir su kanalı var. Bu su kanalı kimilerine göre Pontuslular zamanında yapılmış.. Dağın eteği boyunca ilerleyen kanal arada bir tünellere girip çıkıyor. Evliya Çelebi’ye göre, kanalın yapımcısı Ferhat. Aşkı Şirin uğruna bu dağları delip geçmiş.

Şehzadelerin adeta yönetim stajı yaptığı Amasya camiler, türbeler, medreseler, hanlar, hamamlar kenti. Tüm bu eserleri gezip görmek için burada en az bir hafta geçirmek gerek. Bunların arasında en önemli eserlerden bir tanesi II. Bayezid Külliyesi’dir. 1486’da yapılan külliye medrese, cami, imaret, türbe, şadırvan ve çeşmeden oluşmakta. Avludaki çınar ağacının ise külliye ile aynı yaşta olduğu tahmin ediliyor. Kent Çakallar Tepesi’nden kuş bakışı görünür. Eğer buraya çıkarsanız Amasya’nın en güzel fotoğraflarını çekebilirsiniz.

Sultan şehir Edirne

Edirne artık bir taş atımı uzaklıkta. Otoyol sayesinde İstanbul’a iyice yaklaştı. Ama eskiden öyle miydi? Köy, kasaba, kent tıngır mıngır gidilirdi. Tıpkı Safiye Erol’un yaptığı yolculuklar gibi: “Silivri, Çorlu, Babaeski, Havsa... Camilerini, çeşme ve köprülerini gözle selamlayarak, halkın hayatından bir uçar koku kaparak geçiyoruz. Tarlalar, bereketli
/images/100/0x0/55eb3ce8f018fbb8f8b436ce
körpe yeşil, hep düz ova gidiyor. Koyunlar, davarlar otluyor, ötede beride leylekler keyif üstü...” Bu satırların yazarı Safiye Erol, Cumhuriyet dönemi romanımızda geçmişin değeriyle, yeninin ihtiyaç duyduklarını birleştirme çabası gütmüş ender yazarlardan biridir.

ŞAŞIRTAN ÇELİŞKİ

Kente her gelişimde önce soluğu Selimiye Camii’nde alırım. Size de öneririm. Çinileri, kalem işi bezemeleri, pencerelerindeki cam işçiliği, bir oya gibi işlenmiş minberi, mihrabı, insanı gökyüzüne çeken muhteşem kubbesi... Selimiye, “sanatta zamanın olmadığının” muhteşem bir kanıtıdır.

Camiden çıkıp, yokuş aşağı Edirne’nin içine doğru yürüdüğünüzde gözünüze çarpanlar pek hoşunuza gitmez. Sanırsınız ki Edirne sahipsizdir. Asfatları sökülmüş caddeleri, özensiz sokakları, yapılardaki mimari karmaşayı gördükçe, kendinizi unutulmuş bir kasabada dolaşıyormuş gibi hissedersiniz. Burası sanki Avrupa’nın komşusu değildir. Sanki imparatorluğun başkenti olmamıştır!.. Safiye Erol 40 yıl önce yazdığı makalesinde bu sahipsizliğe şöyle isyan eder: “Traklar’ın kurduğu, İmparator Hadirya’nın imar ettiği, Hüdavendigar’ın aldığı, sıra sıra Osmanlı padişahlarının bir metropol haline getirdiği belde, Avcı Mehmed’in İstanbul’a tercih ettiği, Damad İbrahim Paşa’nın çırağan sefaları tertiplediği sultan şehir nerede?..”

Edirne’de kaldığınız sürede gezeceğiniz o kadar çok tarihi mekan var ki: Kentin ilk anıtsal yapısı Eski Cami, mavi-beyaz çinileriyle Muradiye Camii, farklı biçimlerde tasarlanmış dört minaresiyle üç şerefeli cami ve diğer hanlar, hamamlar, eski evler...
Tüm bunları gezdikten sonra Edirne Darüşşifası’nı da görmenizi öneririm. Sultan II. Bayezid Külliyesi’nde yer alan Şifahane ve Tıp Medresesi’nin, bugüne kadar gözünüzden kaçmış olmasına mutlaka şaşıracaksınız.

Osmanlı’nın ilk şifa evlerinden biri olan bu külliyede, yataklı bir ana bölüm, bu bölümün tam ortasında 12 köşeli fıskiyeli küçük bir havuz, müzisyenler için özel oda ve eczane yer alıyordu. Şifahanede daha çok ruh hastalarına yönelikmiş.

MÜZİKLE TERAPİ YAPILIYORDU

Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde, şifahane hakkında şunları yazmıştı: “Merhum ve mağfur Bayezid-i Veli vakıfnamesinde hastalara deva, dertlilere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve def’i sevda olmak üzere on adet hanende, biri neyzen, biri kemani, biri santuri, biri çengi, biri çenk-santuri, biri udi olup, haftada üç kere gelerek hastalara ve delilere musiki faslı ederler... Doğrusu musiki ilminde neva, rast, dügah, segah, çargah, suzinak makamları onlara mahsustur. Ama zengüle makamı ile buselik makamında rast karar kılsa insana hayat verir. Bütün saz ve makamlarda ruha gıda vardır...”

Evliya Çelebi, Darüşşifa’da hastalara verilen yemekleri şöyle anlatır: “Gece, gündüz üç kere, ister divane, ister hasta olsun mutfaktan her hastanın derdine göre nefis yemekler verilir. Keklik, turaç, sülün, güvercin, üveyik, kaz, ördek ve bülbüle varıncaya kadar bütün kuşları, avcılar mütevelliye getirip, hekimlerin isteği üzerine pişirilerek hastalara verilir.”

Şimdi sağlık müzesine dönüştürülen şifahanenin odalarında, eşyalar ve mankenlerle o günler yeniden canlandırılmış. Müze Avrupa Birliği’nden bir de özel ödül almış. Edirne’ye gittiğinizde, Tunca ve Meriç nehirlerinin üstündeki köprüleri aşıp, karşı kıyıda, sınıra doğru uzanan, asırlık çınarların gölgelediği yolda yürümenizi de öneririm. Yürüyüp giderken içinize huzur dolacağından emin olabilirsiniz.

Zamana direnen Bursa

Bursa’yı gezmeye başlamadan, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir” adlı kitabındaki “Bursa’da Zaman”ı okumak gerekir. Çünkü bu metin kent üstüne yazılmış bir destandır adeta. Tanpınar, ilk izlenimlerini şöyle anlatır: “Bursa’ya birkaç defa gittim ve her defasında kendimi daha ilk adımda bir efsaneye çok benzeyen bu tarihin içinde buldum.
/images/100/0x0/55eb3ce8f018fbb8f8b436d0
Zaman mefhumunu adeta kaybettim ve daima, bu şehre ilk defa giren ve onu yeni baştan bir Türk şehri olarak kuran dedelerimizin yaşayışlarındaki halis tarafa hayran oldum...”

ANDRE GIDE, NEDEN YEŞİLCAMİ’Yİ SEVMİŞTİ

Demek zaman, Bursa’da hâlâ durabiliyordu!.. Onca fabrika dumanı, sanayi, kalabalık, duran zamanın içinde yarına doğru nasıl yürür giderdi? Tanpınar, duran zamanın önündeki engelleri yıkıp atmış sel gibi Bursa’nın dört bir yanını kasıp kavuracağından korkmuştu: “Bu şehre tarih damgasını o kadar derin ve kuvvetle basmıştır. O her yerde kendi ritmi, kendi hususi zevkiyle vardır, her adımda önünüze çıkar. Kah bir türbe, bir cami, bir han, bir mezar taşı, burada eski bir çınar, ötede çeşme olur ve geçmiş zamanı hayal ettiren manzara ve isimle, üstünde sallanan ve bütün çizgilerine bir hasret sindiren geçmiş zamanlardan kalma aydınlığıyla sizi yakalar. Sohbetinize ve işinizin arasına girer, hülyalarınıza istikamet verir...”

Yeşil Türbe, karşısındaki tepede Emir Sultan Türbesi, Muradiye Medresesi, Nilüfer Hatun, Somuncu Baba Türbesi... Eğer ramazanı bahane edip Bursa’ya giderseniz, duran bir zamanda, efsaneye benzeyen bir tarihin içine girersiniz. Tüm bu eserlerin ve diğerlerinin geçmiş dediğimiz o uzak masal ülkesinden toplanmış özel renkleri, çok özel aydınlıkları ve geçmişe ait bütün duygulardaki gibi hasretli lezzetleri vardır.

Bursa’nın arka sokaklarında gezerken tozlanmış birer süs taşı gibi, yorgun argın yok olacakları günü bekleyen eski evler, belki biraz yüreğinizi burabilir. Sokaklarında gezdikçe insanın kafasına bir çok soru üşüşür. Cevabını yarım yamalak bildiğimiz, duran zamandan kalma sorular!.. Örneğin Geyikli Baba kimdi, etrafına toplananlara ne öğretirdi?.. Konuralp, Bursa ovasında her bahar açan nergislere bakarken ve her akşam uzak dağların üstünde batan güneşi seyrederken neler düşünürdü?.. Bursa’yı bir bahar güzelliği ile tek başına dolduran, genç Orhan’ın dudaklarına aşk gülümsemesi konduran Nilüfer Hatun kimdi?.. İstanbul’da gördüğü her şeye düşmanca gözlerle bakan Andre Gide’e, Yeşil Cami’yi sevdiren sır neydi?..

Tarihi Koza Han’ın avlusunda çayınızı yudumlarken tüm bu sorulara yanıt arayabilir veya Bursa ipekçiliğinin geçmişi ve bugünü hakkında sessiz yorumlar yapabilirsiniz.

ULUCAMİ’NİN HEYBETİ

Çayınızı içtikten sonra, biraz ötedeki Ulucami’ye girip, onun heybeti karşısında şaşırıp kalabilirsiniz. 1398 yılında inşa edilen caminin üstü camla kaplı kubbesi, 16 köşeli mermer şadırvanı, ağaç işçiliğinin şaheseri minberi, taç kapısı sizi bu camiye aşık edecektir.

Türbeler ve camiler kenti Bursa’daki gezinizi bitirirken, Tanpınar’ın şu benzetmesine hak verir miydiniz bilemiyorum: “Kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer. İlk önce Edirne’nin kendine ortak olmasına, sonra İstanbul’un tercih edilmesine kim bilir ne kadar üzülmüş ve nasıl için için ağlamıştır...”
False