Polonezköy

Tuğrul ŞAVKAY
Haberin Devamı

Bayramdan hemen önce, Polonezköy’e gittim.

Maksat hava almak. Kentin yoğun trafiğinden çıkmak. Doğayla en kestirme yoldan buluşmak.

Dünyanın birçok büyük metropolünün kendine özgü sayfiye yerleri vardır. Bunlar kentin nispeten kolay ulaşılabilir yerlerinde bulunur.

Sözde Polonezköy de bunlardan biri.

Şimdi 'kentin nispeten kolay ulaşılabilir' tanımına dönelim.

Bunun anlamı araba veya otobüs -ya da denizden gidiliyorsa vapur- ile en çok bir saatlik mesafede olması.

Öyle de, yolların doğru dürüst olması kaydıyla!

Polonezköy yolunun büyük bir kısmı feci denecek kadar kötüydü.

Oysa burası bildik anlamda bir köy olmaktan artık çok uzak. Polonezköy, Murat Belge’nin deyimiyle, 'Uzak İstanbul'. Şehrin 'turistik hinterlandı' içinde. Gelen gidenlerden ötürü, kentle organik sayılacak bir ilişkiye girmiş yerlerden birisi.

Sorumlusu kim bilmem ama, bu yollar mutlaka düzelmeli.

İstanbullu, hiç olmazsa hafta sonlarında Polonezköy’e olsun rahatça gidip kentin içinde çoktan yitirdiği yeşille daha uygarca kucaklaşabilmeli.

Tahin pekmez

Nedense turizm bakanlarımızın çoğu şirin insanlar. Hele son yıllardakiler asık suratlı devlet ciddiyeti geleneğimizi pek önemsemiyor. Bence iyi de ediyorlar. Turizme böyle bakan yaraşır.

Şimdiki bakanımız ve meslektaşımız Ahmet Tan da aynı şirinlik muskasına sahip. Yalnız şirin değil, çok da yaratıcı. Ondaki akıllar Selahatin Duman’da bile yok. Her fırsatı basiretli bir tüccar gibi değerlendirmeye çalışıyor.

Son zamanlarda, büyük bir isabetle, Türk mutfağının Türk turizmindeki değerine işaret ediyordu. Birkaç gün önceki bir telefon görüşmemizde bu işi ne kadar önemsediğini samimi bir heyecanla dile getirmişti.

Bayramın ikinci günü dayanamayıp bu meseleyi gazetedeki sütununa taşımış.

Yazının tamamını iktibas etmem mümkün değil. Yalnız bir son paragraf var ki, okumayanlar eksik kalmasın diye aktarmadan geçemeyeceğim.

Ahmet Tan, Türk yemeklerinin yabancı isimlerle vaftiz edilmesine ifrit olmakta. Pidenin niçin 'Turkish pizza' diye satıldığını anlamadığını söylüyor. Daha başka örnekler de verdikten sonra yazıyı şöyle noktalıyor:

'Yoğurt dünyanın bütün dillerine girmiş olan belki de tek sözcüğümüz. Yoğurdun yanına örneğin tahinimizi ve pekmezimizi de katmak ('katmamak' olacak T.Ş.) için bir nedenimiz yok. Çünkü dünya, tahini de pekmezi de mutfağına ve sofrasına almak için hazır. İkisi de doğal nitelikte gıda. Bunun için tahin ve pekmezin de yoğurt kadar yenebilir ve söylenebilir bir lezzet olduğunu tanıtmak gerekiyor.'

Herhalde bu konuda Ahmet Tan’ı destekleyecek olanlar büyük çoğunluktadır.

Ayrıca, resmi bir sıfatım olmasa da, yemek yazarlarının en eskisi olmak hasebiyle yeni bir yemek yazarının aramıza katılmasından duyduğum mutluluğu da herkesle paylaşmak istedim.

Aramıza hoş geldin sevgili Ahmet Tan!

Müjdeli bir davet

Aslında anlatacağım hoş bir davet. Ama işin haber yanını başa alayım dedim. Dördüncü Levent’te, Sabancı İkizleri’nin karşısındaki sokağın başında çok hoş bir restoran açılmak üzere. Burada Akdeniz mutfağının incelikleri sergilenecek.

Yerin adı daha konmamış. Sahipleri Ayla Sevand ve Ayşe Kapancı iki kızkardeş. Eski bir İstanbullu ailenin iş hayatına atılmış iki kardeşi daha önceki işlerinde zaten başarıyı yakalamış. Ayla Sevand büyük bir bilgisayar şirketini başarıyla yönetmekte. Ayşe Kapancı ise özellikle işadamlarına yönelik bir yabancı diller okulunun sahibi ve yöneticisi.

Her iki kardeş de bundan yaklaşık on, on iki yıl önce Nişantaşı’nın ilk modern kafesini açtılar. Café Keyif, bütün Nişantaşı iş dünyasının adeta bir buluşma noktası haline gelmişti. Müşteriler arasında Rafi Portakal gibi sanatla ve dolayısıyla akla gelebilecek her türlü incelikle çok ilgili birinin müdavim olması boşuna değildi. Rafi Portakal bir yere laf olsun diye bir kere gider, iki kere gider, ama müdavim olmaz. Zaten beğenisini de bana kaç kez söylemişti.

Café Keyif’in başarısının nedeni, Ayla Sevand’ın her ayrıntıyla her zaman bizzat kendisinin ilgilenmesiydi. Bunu belli niteliklere sahip kim yaparsa, bence başarı kaçınılmaz.

Şimdi aynı kardeşler Levent’teki bir eve müthiş bir yatırım yapmışlar. Sanki her şeyi yeniden yaratmışlar. Hele bir bahçe var ki, yazın bence keyfine doyulmayacak.

'Açılmamış, hatta adı bile konmamış bir yeri sen nasıl böyle biliyorsun?' sorusunu duyar gibiyim. Çünkü geçen hafta burada çok hoş bir davet verildi. Evsahipleri, yerin sahibi iki kızkardeşti. Davet sebebi ise ağabeyleri Atilla Dorsay’ın doğumgünü idi.

Leman ve Atilla Dorsay çifti elbette gecenin bir başka evsahibi durumundaydı. Evsahibi onlar olunca sinema ve basın dünyasından çok ismi davette görmek mümkün oldu. Vizyon dergisinin yazıişleri müdürü Hülya ve eşi Adnan Ekşigil ile aynı masada oturduk.

Hasan Cemal son kitabı dolayısıyla en çok ilgi çeken konuklardan biriydi. Kitabımı yanıma almadığımı söyleyince, 'ne zaman istersen getir, imzalayayım' dedi. Müthiş neşeliydi ve neşesi etrafa yansıyordu.

Üst kattaki tapas barının çevresindeki yıldız ise Atıf Yılmaz’dı. Atıf Bey İstanbul barlarının en büyük çekim merkezidir. Bunu Bilsak’ın Cihangir’deki barından çok iyi bilirim. Sonra Atıf Yılmaz nereye gittiyse, 'anturaj'ı da onu izledi. O her zaman bir kral. Bunu o gece kendisine söylemeyi unuttum. Bari şimdi burada yazayım.

Ömer Madra ve ekibi de davette gördüğüm eski dostlardan biriydi. Ömer Madra’nın çevresinde yine radyosunun önde gelen adları vardı. Bence eksik olan Türkan Şoray’dı. Gözlerim hep onu aradı. Atilla Dorsay’ın doğumgününü bence o varlığıyla taçlandırırdı.

Ne yapalım, bütün güzellikler birarada olmuyor.

Yazarın Tüm Yazıları