Koç Grubu Amerikalı bir şirketle bira sektörüne girmek ister. Tüm hazırlıklar yapılır. Hatta devasa bir arazi satın alınır.
Fakat hazırlıklar tamamlanmışken şirketAvrupa pazarına girmekten vazgeçer.
Bu işe çok büyük bir hevesle giren Rahmi Koç'u alır mı derin bir düşünce...
Her şey bir yana yüklü paralar ödenerek alınan devasa arazi ne olacaktır?
Tepkiler genelde olumlu.
İç talebin ciddi daraldığı şu kriz ortamında siyasi parti liderlerini "tüketici" kimlikleriyle çarşıda-pazarda görmek sembolik de olsa herkesin arzusu.
Öyle ki TOBB öncülüğünde geçen hafta başlatılan "Eve kapanma pazara çık" çağrısına ilk olumlu yanıt Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'den gelmiş.
Abdullah Bey yakın çevresine, Referans'ın manşetini ve orada kullandığımız illüstrasyonu çok beğendiğini ifade etmiş.
Şu sıralar birçok icraatından dolayı Başbakan Tayyip Erdoğan'a samimiyetle sormak istediğim soru bu.
Çünkü birçok konuda pragmatik bir siyasetçi olmasına rağmen Erdoğan'ın, meseleleri "bağcıyı dövmeye" kadar götürdüğünü düşünüyorum.
Çok uzağa gitmeye gerek yok.
Alın size iki örnek!
Şöyle başlıyor: "Sevgili Kardeşim, bu yaşıma geldim, nihayet anlamaya başladım. Ben dünyaya erken gelmişim. Hep erken öten horoz olmuşum! Allah'tan, bugüne kadar sağ kalabilmişim..."
Alaton geçen hafta salı günü Referans'ın manşetine taşıdığımız "Devrimci DİSK'in 30 yıllık evrimi" haberinden çok etkilenmiş.
Etkilenmemek mümkün mü?
1979'da Türkiye'nin içinde bulunduğu kriz ortamından TÜSİAD'ı, yani sanayicileri sorumlu tutan ilanlar veren Tekstil İşçileri Sendikası, geçen hafta gazetelere verdiği ilanla "patronlara" sahip çıktı.
Yıl 1996.
Boston'da yüksek lisans öğrencisiyim.
Ben basit bir bilgisayar satış mağazası beklerken karşımda futbol sahası büyüklüğünde sadece elektronik malzemeler satan bir tekno-market.
Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacak gibi oldum.
Mahalli seçimlerden önce hükümetin piyasalar tarafından epey hayalci bulunan ekonomi hedefleri konusunda "Nuh deyip Peygamber" demeyen Başbakan Tayyip Erdoğan nasıl oldu da 2009 yılı için -3.6'lık bir küçülme hedefini kabul etti?
Soru önemli çünkü global ekonomik krizin en sancılı günlerinde bile Erdoğan 2009 yılı için yüzde 4'lük büyüme hedefinden asla taviz verilmeyeceğini açıklamıştı.
Oysa hafta sonu Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren, Erdoğan'a sunduğu katılım öncesi ekonomik program ve hükümetin yeni ekonomi hedeflerini "sorunsuz bir biçimde" kabul ettirdi.
Peki, nasıl oldu da geçen aya kadar yüzde 4 büyüme hedefinde ısrar eden başbakan bırakın büyümeyi -3.6'lık bir küçülme hedefine razı oldu?
AK Parti yüzde 39, CHP yüzde 23, MHP yüzde 16, DTP yüzde 5,5, SP yüzde 5, DP yüzde 4.
Sonuçlar üzerine birçok analiz yapılıyor fakat benim seçim akşamı en çok merak ettiğim soru şu oldu:
Acaba önceki akşam ilk sonuçları aldığında Başbakan Tayyip Erdoğan'ın tepkisi ne oldu?
Birkaç kaynaktan çek ettim.
Fırtınalı ve dalgalı sularda yol alan piyasa gemisinin direğinde umutsuz gözlerle "kara göründü" diye bağırabileceğim "o günü" bekliyorum.
Herkes aynı şeyi soruyor: "Global ekonomik krizin sonuna geldik mi?"
Korsan filmlerine aşinaysanız siz bunu "eve karılarımızın koynuna ne zaman döneceğiz?" diye de okuyabilirsiniz.
Her iki soruya cevap verebilmek için de henüz çok erken.
Bir grup gazeteci arkadaşla birlikte 14.30’da başlayan sohbetimiz tam Türkiye IMF ilişkilerine gelmişken BlackBerry telefonuma ajanslardan IMF sözcüsü David Hawley’in açıklaması düştü.
Hawley açıklamasında özetle olası bir stand-by anlaşması yönünde Türkiye'ye yeni bir yenileştirilmiş öneriler paketi sunduklarını ve IMF heyetinin Ankara’yı ziyaret etmesi için Türkiye'den davet beklediklerini söylüyordu.
Doğal olarak piyasalar bu haberi "Türkiye IMF’le tekrar masaya oturuyor anlaşma yakın" şeklinde okudu.
Nitekim bu olumlu hava dövizde akşama doğru ciddi bir gerilemeye sebep oldu.
"Şu anda Türkiye'de bir ekonomik kriz yok mu? Var. Bunu görüyoruz eyvallah…"
Peki ama bugüne kadar hükümete uyarıda bulunanları bile "kriz tellalı" olarak suçlayan Tayyip Bey krizin varlığını kabullenmek için neden 6 ay bekledi?
İşin sırrı 15 Eylül 2008 tarihinde!
Daha doğrusu 29 Mart 2009'da.
Hemen söyleyeyim "Bu bir Mahsun Kırmızıgül filmi" olur.
Hafta sonu özel bir gösterimde Mahsun Kırmızıgül'ün yeni filmi "Güneşi Gördüm"ü gördüm.
Film hakkında olumlu-olumsuz çok şey söylenecektir.
Ben herkesten ve her şeyden önce Kırmızıgül'ü böylesine zor bir konuyu, kimi zaman aşırı didaktik olmak pahasına bu kadar cesur ve yürekten anlatabildiği için kutluyorum.
"Nasıl mı?" birazdan anlatacağım.
Şerif Mardin'in gündeme getirdiği "mahalle baskısı" kavramı en son Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Binnaz Toprak'ın "Türkiye'de Farklı Olmak- Din ve Muhafazakarlık Ekseninde Ötekileştirilenler" başlıklı araştırmasıyla hayli gümbürtü koparmıştı. Maksadım o tartışmayı yeniden açmak değil, madalyonun diğer yüzüne dikkat çekmek.
AK Parti iktidarı döneminde bürokrasi-medya ve iş dünyasında "bizden olanlar-olmayanlar" ayrımı yapıldığı "yandaş medya-yandaş bürokrat ve yandaş iş adamı" yaratıldığı artık sır değil.
Fakat dedim ya madalyonun bir de öteki yüzü var.
Gelir İdaresi Başkanı Mehmet Akif Ulusoy'un görevden alınmasına çok içerlemiş.
Meğer Ulusoy'la geçen yıl hac farizasını yerine getirirken tanışmış.
Hatta Gelir İdaresi Başkanı olduğunu bilmeden başlayan sohbetleri dostluğa dönüşmeye başlayınca arkadaşım merakla Ulusoy'a mesleğini sormuş.
O da mahcup bir ifadeyle "Maliye Bakanlığı'nda çalışıyorum" demiş.
Genelde tanımadığım numaraları açmam.
Telaşlı bir ortamda olmama rağmen nedense o an elim cep telefonumun yeşil yani "aç" tuşuna gitti.
İyi ki de gitmiş.
Arayan Merkez Bankası eski Başkanı Süreyya Serdengeçti'ydi.
Efsanedeki kaya sanki hepimizin yüreğinin üstüne oturmuş, bizi eziyor, içimizi dağlıyordu…"
İstanbul-Amsterdam seferini yapan Boeing 737-800 tipi uçağın Schiphol Havaalanı'na 1500 metre kala düştüğünü haber aldığım an Cem Kozlu'nun zihnime kazılı bu satırları geldi aklıma.
Hemen Kozlu'nun iki yıl önce tek nefeste okuduğum Bulutların Üzerine Tırmanırken adlı kitabının "Semalardaki Tuzaklar" başlıklı onuncu bölümünü açtım.
Evet oradaydı.
Erdoğan özetle;
1- Gelir İdaresi'nin özerk kuruma dönüştürülmesi
2- Mükelleflere "nereden buldun" sorgulaması yapılması talepleri
3- Yerel yönetimlerin gelirini artıran yasal düzenlemenin iptali beklentisi karşılanamaz demiş.
Fakat ben bugün sizlere iş dünyasının değil bir vergi denetmeninin isyanını aktarmak istiyorum. Çünkü DYH’ye kesilen her türlü objektiviteden uzak aşırı yoruma dayalı vergi cezasıyla birlikte neredeyse tüm Gelir İdaresi çalışanları, özellikle de denetim elemanları büyük zan altında kaldı.
Dün sabah saatlerinde DYH’nin basın bilgilendirme toplantısına katıldım.
Hem DYH CEO’su Mehmet Ali Yalçındağ, hem de CFO Soner Gedik haksızlığa uğramış olmanın verdiği haklı kırgınlığa rağmen, alabildiğine özenli bir dil kullandılar.
Siyasi yorumu kamuoyunun takdirine bırakıp her konuda alabildiğine detaylı teknik bilgi verdiler.
En teknik, en karmaşık, en çetin soruları hiçbir açık kapı bırakmadan tek tek cevapladılar.
Bunun üzerine aldı beni bir merak.
Madem hisse devrinin 26 Aralık değil, 2 Ocak’ta gerçekleştiği gün gibi aşikâr…
Yer Muğla Sanayi ve Ticaret Odası'nın yeni hizmet binası.
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu gayet soğukkanlı bir biçimde şu çarpıcı tespiti yapıyor:
"Ben Ankara'da vergi rekortmeni olarak ödül alan bir iş adamıyım. Benim gibi bütün ödül alan insanların aklında şu iki soru var:
1- Ben vergimi veriyorum acaba herkes veriyor mu?
2- Ben vergimi veriyorum ama bu kaynaklar yerinde harcanıyor mu?
Verdiğimiz verginin nereye harcandığını sorabiliyor musunuz?
Soramazsınız!
Sormaya kalktığınız an
Piyasalar, ilk hedefiniz 2 Nisan!
ABD Merkez Bankası (FED) Başkanı Ben Bernanke dün, "Siyasi irade, bankacılık sistemini kurtarmaya yönelik destek paketlerini tamamlarsa ABD ekonomisi gelecek yıl toparlanmaya başlar" dedi.
Aynı gün Sanayi ve Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan ise "Kriz inşallah 2009 sonu itibariyle ülkemizi terk edecek" açıklamasını yaptı.
ABD ekonomisi gerçekten de gelecek yıl toparlanmaya başlar, kriz Türkiye'yi bu yılın sonunda terk eder mi?
Fal bakmaya gerek yok, eğer bu iki sorunun cevabını merak ediyorsanız size tavsiyem 2 Nisan 2009 tarihini ajandanıza not edin.
Çünkü global ekonomik krizin dip noktasının görülmesi de ABD'nin toparlanması da krizin Türkiye'yi terk etmesi de iki hafta sonra Londra'da yapılacak G-20 İngiltere Zirvesi'nden çıkacak sonuçlara bağlı.
Biliyorum; bir toplantıya bu kadar büyük anlamlar yüklemek, çok büyük hayal kırıklıklarını da beraberinde getirir. Fakat dünya yaşanan küresel finans krizine karşı öylesine çaresiz bir durumda ki bütün umutlar G-20 zirvesine bağlanmış durumda.
Aslında benzer bir toplantı geçen yılın sonunda 15 Kasım'da Amerika'da yapıldı. Türkiye'nin de aralarında bulunduğu 19 ülke ve Avrupa
Birliği'nin devlet başkanları Bush'un ev sahipliğinde küresel finans krizine karşı ortak bir tutum belirlemeye çalıştı.
Fakat Bush iki ay sonra koltuğu Obama'ya devredeceği için Washington zirvesi iyi niyet temennisinin ötesine geçemedi.
Bir anlamda 2 Nisan'da Londra'da İngiltere Başbakanı Gordon Brown'un ev sahipliğinde gerçekleşecek zirvenin provası yapılmış oldu.
Şimdi tüm piyasalar bu zirveden somut bir sonuç çıkıp çıkmayacağına bakıyor.
Hafta sonu İngiliz Büyükelçiliği'nin tarihi Pera binasında GPOT, EDAM ve Referans'ın işbirliğinde bir grup işadamı, akademisyen ve yönetici bir araya geldik. G-20 Londra Zirvesi'ni ve Türkiye'nin yapabileceği katkıları tartıştık.
Birbirinden değerli tartışmaların ortak sonucu şu: "Söz konusu 20 devlet, temel konularda anlaşamazsa ve somut adımlar atamazsa krizin sonuçları çok daha ağır olur."
Peki nedir bu temel konular ve somut adımlar?
Size tartışma konusu olan sayfalarca konu sayabilirim. Muhtemelen liderlerin açıklayacağı deklarasyonda bunlar uzun uzun anlatılacak.
Fakat piyasalar kısa vadede güven toplayabilmek için esas şu somut adımın atılıp atılmadığına bakacak.
1- IMF ve Dünya Bankası'nın yeni rolü ve yaratılacak yeni kaynak.
Beklenti en az 500 milyar dolarlık bir kaynağın IMF'ye aktarılması yönünde.
2- Bu kaynak nereden gelecek?
Herkes biliyor ki bu kaynağın büyük bir bölümü Çin'den gelecek. Fakat Çin haklı olarak Belçika kadar temsil hakkı varken böylesine büyük bir kaynak aktarımına yanaşmıyor. Amiyane tabirle "Eğer benim elimi cebime atmamı istiyorsanız karşılığında daha fazla güç ve temsil isterim" diyor. G-20 Zirvesi'nde bu sorunun karşılıklı çözümlenmesi hayati önem taşıyor.
3- Mevcut kredi imkânları, yeni global mimari ve yaratılacak yeni kaynaktan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ne kadar yararlanabilecek?
Bu konu en çok Türkiye'nin de içinde bulunduğu gelişmekte olan ülkeleri ilgilendiriyor. Çünkü gelişmiş ülkeler birbiri ardına paketler açıklarken mevcut kredi imkânlarını kendi içlerinde tüketirken gelişmekte olan piyasaları bu kriz ortamında epey nefessiz bıraktılar. Buna bir son verilebilmesi için gelişmiş Batı Avrupa ülkelerinin Doğu Avrupa ülkelerine el atması, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların da konvansiyonel yaklaşımlarının dışına çıkarak gelişmekte olan piyasaları canlandıracak yaklaşımlar üretmesi gerekiyor.
Bir de tabii 2 Nisan'a kadar Obama hükümetinin artık kendi finans kurumlarıyla ilgili uzun zamandır beklettiği zor kararı vermesi gerekiyor.
Bankaların devletleştirilmesi zor bir seçenek, bunu herkes biliyor fakat ABD'nin bizim TMSF benzeri bir modelle bankaların içinde yer alan zehirli varlıkları temizlemesi kaçınılmaz.
"Maliyeti hissedarlara mı yoksa vergi veren vatandaşa mı yükleyeceğim?" diye kara kara düşünen Obama hükümetinin karar vermekte geciktikçe maliyeti daha da katlanılamaz hale getirdiğini görüp acı reçeteyi vakit kaybetmeden uygulaması en büyük beklenti.
Dolayısıyla "Bu kriz ne zaman biter" sorusunun cevabı bir; Obama hükümetinin her an açıklayabileceği acı reçeteye, iki; 2 Nisan Londra Zirvesi'nden çıkacak kararlara bağlı.
"Bana ne yeni küresel finans mimarisinden, sen bana dolar n'olacak onu söyle?" diyenlerdenseniz bile size tavsiyem tüm yatırım planlarınızı 2 Nisan'a göre yapın.