Nevruz’a selam Twitter’a devam

ŞİZOFRENİK bir gündü, Türkiye aynı anda hem olgun bir demokrasi hem de Twitter’ı yasaklayan bir ülke fotoğrafı verdi.

Haberin Devamı

Diyarbakır’daki ‘Nevruz Meydanı’ndan bir özgürlük şöleni yansıdı ekranlara. Elimdeki mobil telefonda ise geceden kalma bir Twitter fırtınası... İkisi arasında bölündü memleketin psikolojisi.

* * *

Twitter’a erişimin tamamen engellenmesi yanlış ve vahim, ona ne şüphe. Türkiye’nin bu görüntüyü hak etmediği de kesin.
Aksini söyleyene ben daha rastlamadım, malumun ilamı gibi bir şey.
“Ne iyi oldu da Twitter yasaklandı” diyen yok.
Yalnız, yasağı yerip çuvaldızı hükümete batırdıktan sonra Twitter’a da iğnenin ucuyla dokundurmamak olmaz.
Mahkeme kararına rağmen kişilik haklarıyla ilgili şikâyetlere duyarlı, sorumlu ve atik tepkiler vermiyorsa Twitter, eleştiriyi hak ediyordur.
Evet, sorun şalteri indirmeden aşılabilmeliydi. Mahkeme kararlarını kaale aldırıp Twitter’a uygulatmanın başka yolları bulunmalıydı.
Misal, Caroline Criado-Perez olayında, İngilizler de Twitter’la takıştı. Tehdit ve taciz içeriklerine müdahalede geç ve yetersiz kalmasından yakınıyorlardı.
Twitter yetkililerinden hesap soruldu, hükümet de parlamento da reaksiyon gösterdi. Ama kapatma yoluna gitmediler.
İngiltere’deki gibi bizde de kullanıcıların tepkisi, imza kampanyası, olmadı boykot çağrısıyla halledilebilirdi mesele.
Twitter, orada nasıl kabullendiyse burada da hatasını kabullenip düzeltme yoluna gidebilirdi.
İngiltere’de mum gibi ama Türkiye’de burnundan kıl aldırmıyor, muhatap bile olmuyor diye Twitter’a orantısız bir tepki verildi...
Yasağı onaylamak ne mümkün, bir çuval incir berbat oldu.

* * *

Haberin Devamı

Bugün aslında, Öcalan’ın birinci Nevruz mektubu ile ikinci Nevruz mektubunu karşılaştıracaktım.
Geçen Nevruz’dan bu Nevruz’a nelerin değiştiğini yazacaktım.
Öcalan’ın, Kürtleri çözüm sürecine iknaya uğraşırken Türkleri de rahatsız etmeyecek bir dil seçtiğini, hassasiyetini bu Nevruz’da da sürdürdüğünü söyleyecektim.
Ancak, Pervin Buldan tarafından seslendirilen Kürtçesi, Sırrı Süreyya Önder’in Türkçesi kadar meydanı heyecanlandırmadı yine diyecektim.
Geçen sefer sahnede güçlü bir kıyafet sembolizmi de vardı.
Ahmet Türk ile Selahattin Demirtaş alta şalvar, üste yelek giymişti. Bellerine şal takmış, omuzlarına puşi atmışlardı. Bir tek ayaklarında potin olup olmadığını çıkaramadığımı hatırlatacaktım.
Bir de şöyle dediğimi:
“Kürtlerin geleneksel kıyafetidir şal-u şepik, yakıştıran giyer elbette. Fakat bu giysiyi, Kürtlerin bayram üniforması haline getirmek ne kadar doğru? Bayram kostümü buysa Nevruz günü niye Diyarbakır sokaklarında ceket-pantolon kombinasyonlarını daha çok görüyoruz?”
Size bu sefer, aynı soruyu sormama hacet kalmadığını da bildirecektim.
“Giyenler giymişti yine fakat köstekli saatiyle hançeri eksik bir merasim kıyafeti izlenimi uyandırmayacak tarzda...”
Şal-u şepik, geçen seneden daha önde değildi gözüme çarpan detaylarda.
Gardırop şekilciliği, esasın önüne geçmedi, geçirilmedi...
İşte bütün bunları tek tek sayıp dökecektim ama heves mi bıraktılar?

Yazarın Tüm Yazıları