Neden

Neden Allah’ın çölü Dubai’de hiç su sıkıntısı yok? Neden Allah’ın Arapları, tuzlu sudan tatlı su elde ediyor da, üç tarafı deniz memleketimizde böyle bir uygulama yok? Las Vegas da çöl. Neden Las Vegas’ta sular kesilmiyor da, İstanbul’da kesiliyor?

Neden sigara içmenin yasaklandığı Atatürk Havalimanı’nda üstelik 6 polis memuru, sigara içerken görülüyor? Tamam sohbet etmelerine itirazım yok ama sohbetin sigara eşliğinde mi yapılması gerekiyor? Neden turistlere yasak olan, bize de olmuyor?

Neden Perihan Mağden, herkesle kavga ediyor? Neden? Ve neden Nuray Mert ile düellosu daha detaylı haber olmuyor? Güzel güzel okurduk...

Bütün fetişistlere duyurulur, özellikle ayak fetişistlerine

Arkadaşlar! Yıllar evvel bir ayak fetişizmi dosyası yapmıştım. Sağ olun, var olun, konuyu hiç unutturmadınız. Geçen süre zarfında, düzenli olarak hemen her hafta siz ayak fetişisti dostlarımdan haber aldım. Ya ayaklarımı ne kadar çok beğendiğinizi anlattınız ya da sayınızın günden güne arttığını ve bu konuya yeniden değinmem gerektiğini... Yazın bu günlerinde ben de bir güzellik yapmak istiyorum, bu konuyu yeniden ele alayım diyorum. Sizin yardımınıza ve beni yönlendirmenize ihtiyacım var. Geyik dışında bilgi vermek isteyenler lütfen bana e-mail atsın. Güzel öyküler arıyorum. İsminiz her zamanki gibi bende saklı kalacak.

HAMİŞ: Bütün fetişistlere bir davettir bu. Şu sıcak günlerde sıcak konulara değinelim...

Prens Abi, kuşlar dövmesini nerede yaptırdı?

Bir süredir insanlar peşimde.

"Karadeniz gezisinde size rehberlik eden yakışıklı Bülent Saraloğlu, o kuşlar dövmesini nerede, kime yaptırdı?" diye soruyorlar. Bu sorudan o kadar sıkıldım açtım Prens Abi’ye sordum. İşte cevabı: İstiklal Caddesi’nde İş Bankası’nın arkasında Sacret Tatoo var, işte orada Emrah’a yaptırmış... Korku içinde, "Nasıl yani, herkes şimdi vücuduna kuş dövmesi mi yaptıracak?" dedi ve ekledi. "Söyle yaptırmasınlar..."

İtalyan kocaların dezavantajı ne biliyor musun?

Kocam İtalyan. Ve İtalya’da yaşıyorum. Beş yıldır birlikteyiz, iki yıldır evliyiz. Dünyanın en mükemmel insanıdır. Aramızda hiçbir zaman din, dil, kültür problemi olmamıştır. Bana hep derler, "Ayyyy ne güzel İtalyan bir eşin var!" Nedense, Türk kadınlar için İtalyan erkekleri bir ilahtır. Hep de sorarlar, "Dezavantajları ne?" diye. Sana itiraf ediyorum: "Sezen Aksu’nun şarkılarını anlamaması, benim gibi dinleyememesi ve ağlayamaması..." Yabancı damat alacaklara duyurulur... (Seba.)

Geç kalmış bir soru: Zaman Gazetesi’nde şortlu ya da atletli kadın sporcu fotoğrafı neden yok?

Geçen gün bir gazeteci büyüğüm dedi ki, "Ne zamandır aklımdaydı bir türlü karşılaşmadık sana söyleyemedim. Yaptığın Ekrem Dumanlı röportajında bence bir soru eksikti..."

Tabii heyecanla "Neymiş o?" diye sordum.

Söyledi.

"Zaman Gazetesi’nin arşivine gir, spor sayfalarını incele, fark edeceksin ki, kısa şortlu, atletli kadın sporcu fotoğrafı yok. Acaba neden?"

Hemen Ekrem Dumanlı’yı aradım.

Soruyu aynen sordum.

İşte cevabı: "Çok var öyle fotoğraf. Hemen yollayayım size. Galiba o gazeteci büyüğünüz, 15 yıl öncesinin Zaman’ından söz ediyor. Özellikle de voleybol ve basketbol oynayan kadın sporcu fotoğrafını sıkça basıyoruz. Ama maç esnasından bir görüntü. Yapmadığımız şu: Kasıtlı olarak kadınsı unsurları öne çıkarmıyoruz..."

"Yani Süreyya Ayhan’ın şortlu ya da mayolu fotoğraflarını bastınız öyle mi?" diye soruyorum.

"Tabii canım... Spor servisini arıyorum, hemen size yollasınlar..."

*

Bir süre sonra tekrar konuştuk Ekrem Dumanlı’yla...

Ben de o arada sözünü ettiği fotoğrafları yollamasını bekliyordum.

Aradı ve şöyle dedi: "O meslek büyüğünüz kısmen haklı. Spor servisindeki çocuklara bunun nedenini sordum, ’Kötü niyetle yapmıyoruz’ dediler. Bayan sporcu fotoğrafı bir hayli çok çıkıyor bizde. Titiz davranıyorlarmış. İki sebebi varmış 1- Cinsel öğe olmamasına gayret ettikleri için. 2- Okurdan tepki gelmesin diye. Çünkü gelmiş. Okurun hissiyatına saygı duydukları için böyle davranıyorlarmış..."

O kadar içten ve dürüsttü ki, Ekrem Dumanlı’ya teşekkür ettim ve telefonu kapattım.

Bu ülkede tam 37 Filiz Akın var

Onun da adı Filiz Akın.

Benim arkadaşım.

Dünyanın en şeker, en komik kadınlarından biri. 17 sene Betûl Mardin’le çalıştı.

Şimdi Lütfi Kırdar’ın ve Adile Sultan Yalısı’nın halkla ilişkiler müdürlüğünü yapıyor. Bebek’te oturuyor. Posta kutusundan çıkan mektupları her gün şöyle ayırıyor: "Bu bana, bu öteki Filiz Akın’a... Bu bana, bu öteki Filiz Akın’a..."

Diğerlerini toplayıp postacının eline tutuşturuyor:

"Bunları lütfen Arifi Paşa’daki Filiz Akın’a götürün..."

Onun hayatında küçük, ufak bir ayrıntı bu... Ama sürekli tekrarlanıyor. Mesela İmaj’da çalıştığı yıllarda gazeteciler, kapıya dayanıyor. "Filiz Akın’ın içeride olduğunu biliyoruz, daha fazla saklamayın, onu bize gösterin!" Ya da mesela bir otele rezervasyon yaptırdığında, ne kadar aşçıbaşı, garson, komi varsa, bütün görevliler, ellerinde Filiz Akın resimleri, imza attırmak için onu kapıda karşılıyorlar.

O da her seferinde "Sizi hayal kırıklığına uğratmak istemem ama ben o değilim" diyor. Bir sürü önce, Beşiktaş Vergi Dairesi’nden bir davet alıyor, gidiyor, oradakiler de, neyse ki sinema sanatçısı Filiz Akın olmadığına ikna oluyorlar, kahve filan ikram ediyorlar.

Ve bir şekilde geçenlerde, sinema sanatçısı Filiz Akın’la karşılaşıyor.

O da çok gülüyor bu meseleye...

Bizim Filiz onu uyarıyor:

"Sadece ben yokum Filiz Hanım. Bu ülkede tam 37 Filiz Akın daha var. Şanslısınız, soyadınızın yanında bir de Köksal yazıyor. Kendinizi kurtarıyorsunuz, biz ne yapalım?"

Güner Kuban’ın Port’u

Son derece zevkli kadındır.

Gustosu vardır. Aynı zamanda mimar olduğu için, evini de kendisi yapmıştır.

Hayatımda gördüğüm en geniş yatak odası onunki. Evin üst katı neredeye tamamen yatak odası.

Müthiş bir manzara. Şömine. Duvarlarda eski sevgililerinin fotoğrafları.

Güner Kuban’dan söz ediyorum.

İşte o güzel evindeyken, göstermişti.

"Şu karşısı" demişti, "Port Bodrum Yalıkavak olacak. Benim koordinatörlüğümde açılacak..."

Açıldı, haber veriyorum.

Karadeniz üzerine

Bu mail Cahit B.’den geldi, aynen şöyle: "Birileri bana Türkiye’nin nasıl bölündüğünü görüp, tepki göstereyim diye Hürriyet’teki Lazlarla ilgili yazınızı gönderdi. Tepkimi gösteriyorum: ’Sizi tebrik ederim. Zevkle okudum. Övünç kaynağı olması gereken etnik ve kültür zenginliğimiz, bütün saldırılara rağmen ancak halkın kendi geleneklerine sahip çıkması ve sizin gibi aydınlık düşünceli insanların direnişiyle korunabilir ne yazık ki. ’Memleket bölünüyor’ yaygaralarından yılmadan, demokrasi ve insan hakları temelindeki tutumunuzu cesaretle sürdürmenizi dilerim..."

Karadeniz yazıları üzerine pek çok mail aldım. Sadece Türkiye’deki Karadenizlilerden değil, yurtdışında yaşayanlardan da. Genel olarak son derece olumlu. "Hangi gün gazetedeysen, söyle de sana Laz böreği yollayalım" diyenler bile vardı, sağ olsunlar.

Ama...

Her zamanki gibi, aşırı tepki gösteren, bağırıp çağıran, hakaret etmeye yeltenen ve tehdit edenler de yok değildi. Bu ülkede bu mesleğin kaderi bu.

Elimdeki Karadeniz yazıları bitmedi.

Adnan Genç, Özhan Öztürk ve Haşmet Pamuk’la da yapılmış Karadeniz röportajlarım var, yörenin etnik kültürüne ve tarihine dair. Fakat ne yazık ki yerim yok hemen giremiyorum.

En kısa zamanda... İlk yaşadığım boşlukta... Gireceğim inşallah...

Bir düzeltme Lazuri.com sitesinin elbette ki kuruluşunda benim de katkılarım var ancak sitenin sahibi ben değilim. Sadece sitede yazılarım yayımlanıyor. Sizden bu bilginin insanlara ulaştırılmasını rica ediyorum. (İsmail Bucaklishi)

Ölsem de önemli değil, tabutum hafif olur

Çok şeker bir adam. Böyle biriyle karşılaşacağımı tahmin etmiyordum. Röportaj yapmak için Piyer Loti’ye giderken /images/100/0x0/55eb4a7bf018fbb8f8b7b911yol boyunca bana bugünlerde piyasaya çıkan yeni albümünü dinletti. Adı Maalesef. Bazı şarkıları çok beğendim. Ozan Orhon, bir hayata pek çok şeyi sığdırmış bir adam. Bana "Şöhret, felakettir" deyişinin canlı örneği gibi geldi. Ama artık birtakım şeyleri aşmış. Yeni albümünden haberim yoktu, ben kelepçe röportajı yapmak istemiştim. Ve gördüm ki, Ozan Orhon’da zayıflamak her şeyin önüne geçmiş ve bir obsesyon haline gelmiş. Bu röportajı yapmamın sebebi de bu zaten. Bu, çağın takıntısı. Az çok hepimizde var, dereceleri değişik. Size en yüksek dereceden bir zayıflama takıntısı röportajı sunuyorum...

Gözlerinizi kapatın... Çocukluğunuzda kendinizi nerede ve nasıl hatırlıyorsunuz?

- Ayağımda patenler, Ulus yokuşundan aşağıya kayıyorum. Ulus’un eski hali geliyor gözümün önüne... Orada oturuyorduk, tam bir fırlamaydım... Piç, piç!

O fotoğrafta başka kimler var...

- Annem, anneannem... Dönemin bütün güzel kadınları bizim orada, Filiz Akın’lar, Türkan Şoray’lar, İnci Abla (Aksoy), Arap Füsun... Sürekli provaya geliyorlar.

Baba?

- Baba, karanlık. 14 yaşına kadar hiç görmedim. Hep Amerika’daydı. Devlet Tiyatrosu genel müdürlerindendi. Amerika’da bir Türk tiyatrosu kurdu. Maceracı, sanatçı bir adam. Kolombiyalı bir kadınla evlendi, ondan bir kardeşim var, benim uzun saçlım. Şimdi Afganistan’da Amerikan askeri. Babam geri döndü, üçüncü evliliğini yaptı...

Anneniz hiç evlenmedi mi?

- Evlenmez olur mu? Üvey babamla büyüdüm. Bana müziği sevdiren odur. Mühendisti ama müzik hastasıydı...

Uyumlu bir çocuk muydunuz?

- Tam tersine, asinin tekiydim. Liseden sonra okumadım. Ergenlik dönemlerinde epey bir bocaladım. 17 yaşında da evden ayrıldım. Buz hokeyi, yüzücülük, sörf hocalığı derken animatör oldum. Club Salima, Club Med. Elimde gitar, şarkılar söyledim. Baktılar, beğendiler, sana albüm yapalım dediler. Garo Mafyan da aile dostumuz, her şey kendiliğinden oldu. Kendimi Türkiye’yi temsilen iki yarışmada buldum. Polonya’da, Romanya’da birincilikler aldım. Düşünebiliyor musunuz, ilk albümüm 1.5 milyon sattı.

Neye bağlıyorsunuz bu ani şöhreti?

- O yıllarda hiç genç yoktu piyasada. Bir de arkamda en büyükler vardı: Garo Mafyan, Şehrazat, Aysel Gürel...

Nasıl taşıdınız bu erken gelen şöhreti?

- Taşıyamadım. 19 yaşındaydım. Ve hayatım birdenbire değişti. Korumasız bir yere gidemez oldum. Çünkü kızlar, sabaha kadar kapının önünde yatıyordu. Her gün çuvallarla mektup geliyordu. Ben doğa adamıydım, bir çıkardım motosikletimle 4-5 gün eve gelmezdim, bir anda her şeyine dikkat etmek zorunda kalan bir adama dönüştüm. Aptallaştım. Şöhretin büyüsüne kapıldım, beni pohpohlayanlara inandım. E çok gençtim, dünyayı ben yarattım sandım...

Sonra?

- Sonra üç albüm daha yaptım, hiçbiri ilki gibi olmadı. O başarıyı bir daha yakalayamadım. Ve askere gittim. O da sonun başlangıcı oldu, 18 ay ortadan kayboldum ve 30 kilo aldım.

Ne zaman başladı bu sorun?

- Birinci albümden sonra. O başarı beni mahvetti. Hep onu yeniden yakalama telaşı bende inanılmaz bir stres yarattı. Hakkımda çok kötü bir yazı yazdın diyelim, ben de sana telefon açıp "Niye böyle yazdın?" demiyorum, hemen gidiyorum bir McDonald’s’a, üç tane Big Mac yiyip rahatlıyorum. Geceleri makarna yapar mı insan? Yapıyordum.

O yıllardaki Ozan Orhon’u şimdi nasıl değerlendiriyorsunuz? İlk albümdeki başarıyı yakalayamamasında onun da katkısı yok mu?

- Olmaz mı, var tabii. Ukalaydım. Gazetecilerle ilişkilerimi ayarlayamadım. Bu işlerde ince ayar var, dalkavuk olmayacaksın, yalakalık yapmayacaksın ama durumu da idare etmeyi bileceksin. Ben beceremedim. Bir de kimseyi dinlemedim. Garo Abi’nin bir lafı vardır. Şu anda kulağımda küpe. "Oğlum, birinci albümde Garo Abi muhteşem, her şeyin en iyisini Garo Abim bilir diyeceksin. İkinci albümde ’Ben de bir şeyler biliyorum Garo Abi’ diyeceksin, üçüncü albümde ’Bırak Garo Abi’yi ya, ben her şeyi biliyorum’ diyeceksin" dedi. Ve aynen öyle oldu. Hıyarlıklarım say say bitmez. Bir de gittim şöhretin tam zirvesindeyken evlendim. Hataydı bunların hepsi. E o zaman da birileri altından o kırmızı halıyı çekiveriyor.

O kadar şöhret içinde, aşk nasıl yaşanıyordu? İlk evliliğiniz şimdi ne ifade ediyor sizin için?

- İnanır mısın, hatırlamıyorum bile. Evlilik ve şöhret yürümemeye başladı. Ben de eve kapanıp, yemeğe başladım. Bu kadar.

Bu arada anne, üvey baba ve iki kardeşinizin yurtdışına kaçması gibi bir şey var galiba...

- Gittiler diyelim. Tekstille uğraşıyorlardı, iflas ettiler. O sırada ben de kendimi dine verdim. Antalya’ya yerleştim, müthiş bir ekonomik kriz yaşıyordum. Barlarda şarkıcılığa başladım. 2000 yılıydı, gazeteciler artık benimle ilgilenmiyordu bile...

Şöhret, suyun çekilmesi gibi mi...

- Aynen. Bana öyle oldu. Aniden geldi, aniden gitti. O arada, ikinci eşim Yeşim’le tanıştım. 15 gün içinde evlendik. Ve kızım Yağmur doğdu. Dört yıl evli kaldık. Yağmur hayatımda yaptığım en iyi şeylerden biri, kızına çok düşkün bir babayım...

Peki o kilolar nasıl alındı?

- Yeşim’le evliliğimizin ilk yılında, panik atak başladı. Korkuyordum, insanların arasına giremiyordum. Kalabalık fobisi oluştu. Yeşim’i seviyordum ama ona istediğim gibi bir hayat yaşatamıyordum. Kalktık Amerika’ya gittik. Yeni bir hayat.

Orada ne iş yaptınız?

- Hafta sonları kilisede şarkı söyledim. Barlarda söyledim. Hafta içi, pizzacıda garsonluk yaptım. Limuzin şoförü olmayı düşünüyordum, hálá düşünüyorum. Şöyle bakıyordum; o ilk hayat bitti, bu ikinci hayat, kızım için her şeyi yaparım. O arada Yeşim’le kavgalarımız başladı. O tekrar mankenliğe dönmek istiyordu, ver elini Türkiye. Boşanmaya karar verdik.

Kilolar, kilolar?

- Bu tartışmaların hepsi bana kilo olarak geri döndü. Hele Yağmur evden gidince, aman Allah’ım, sadece yiyordum. Sapıttım yani. 132 kilo olmuştum. Çok sevdiğim bir kayınpederim var. Boşanmış olmamız da aramızdaki ilişkiyi bozmadı, "Oğlum bu gidişat iyi değil" dedi, "Aşırı kilo aldın. Ya hormonlarında bir bozukluk var ya da başka bir şey. Hadi bir baktıralım..." O da kelepçe ithal ediyor. Testler-mestler yapıldı, durum feci. Dalak büyümüş, kalp yağlanmış, sola yatmış, damarların durumu parlak değil. E ben de gittim, kendi isteğimle mideme kelepçe taktırdım, bir de bunu deneyeyim diye...

Risklerini biliyor muydunuz?

- Bilmez miyim? Bir sürü ölen insan var. Çok ciddi bir ameliyat. Ama her şeyi göze aldım. İlkini bir buçuk yıl önce yaptırdım. Altı ayda 60 kilo verdim. Annem bile beni tanıyamadı. Ama akabinde başka psikolojik şeyler başladı. 60 kiloya inmişim, erimişim, artık kemiklerim sayılıyor, hálá kendimi şişman zannediyorum. O arada bulimia hastalığına tutuldum. Kelepçe içimde, her yediğimi kusuyorum. Halsizlik, göz kararmaları, bayılmalar... Beni kelepçemden ayırdılar. Zorla ameliyata soktular, çıkardılar...

Şişmanlıkla başarı sizin için ters orantılı mı?

- Kesinlikle. Şov dünyasının gerçeği bu, Demis Roussos gibi adam istemiyorlar. Şişman şarkıcı olmuyor. Seksi olacaksın, kadınlar seni görünce arzulayacak. E beni nasıl arzulasınlar 130 kiloyla? Bu da baskı oluşturdu. Menajerim devamlı kafamın etini yiyordu, "Kilo vermen lazım. Böyle olmuyor, seni bu halde televizyona çıkartmıyorlar..." Dizilerde oynamak istiyorum, arayan soran yok. Osman Yağmurdereli "20 kilo ver gel" dedi. Ben de "Tamam anasını satayım, zayıflayacağım" dedim.

Kelepçe çıkınca ne oldu?

- Hemen kilo almaya başladım...

N’apıyor bu kelepçe?

- Mide, bir torbaya benziyor. Onun girişine, silikon bir madde takıyorlar. Ona bağlı da bir boru var, onun da bir düğmesi var. Dokun mideme, bak hissedeceksin. İşte o düğmeden özel bir sıvı veriyorlar ve o silikon madde kapanıyor. Kapandığı zaman bir şey yemek istemiyorsun. Doktor, yiyebilmen için duruma göre sıvıyı çekiyor veya artırıyor...

Nasıl bir his insanın midesinde bir alet olması?

- His yok. Açlık hissetmiyorsun. Fazla yiyemiyorsun, yiyince çıkartıyorsun. Çok sıvı tüketmek gerekiyor. Günde bir tane de şeker atıyorum ağzıma ve vitamin alıyorum. Birinci kelepçe çıkarılıp kilo almaya başlayınca, gittim ikincisini taktırdım. Tabii "Delilik" dediler, "Yapma" dediler, "Kafadan hastasın" dediler ama dinlemedim. 11. gündeyim şu anda tam 9 kilo verdim.

Çok hızlı değil mi?

- Haklısın, biraz hızlı oldu, yavaşlarım. Zaten şu anda 85 kiloyum, doktorum "İdeal kilon 72" diyor, ama ben yine 60’lara inmek istiyorum...

Kilolu birini görünce ne hissediyorsunuz?

- Onun için çok üzülüyorum. Çünkü şunu biliyorum, şişman ve mutlu diye bir şey yok. Sadece Amerika’da mutluydum, çünkü orada kendimi zayıf hissediyordum. Kötü bir şey şişmanlık. Yine de kimseye kelepçeyi tavsiye etmiyorum. Kimseyi özendirmek filan istemiyorum. Bu bayağı hayati tehlikesi olan bir şey. Kelepçe kartım var, dünyanın neresine gidersem gideyim, yanıma almak zorundayım. Zaten bütün kontrol kapılarında ötüyorum, kolaysa almayayım...

Fakat şu anda şişman değilsiniz... Bunu biliyorsunuz değil mi?

- Ama hálá kendimi şişman görüyorum. Bir 15 kilo daha vereyim, o zaman iyi olacağım...

Dezavantajlarını bir saysanıza şu kelepçenin...

- Enerjik olamıyorsun. Suskunlaşıyorsun. Oysa, konuşkan bir adamım. Hiçbir şey yemeyince ne olur? Öyle bitki gibi duruyorsun. Kendine gelmen 3-4 ay alıyor. Vücut, ancak o zaman kelepçeyi kabulleniyor. Dalıp gidiyorum, kan şekerim düşüyor, akşam üzerleri yaşlılar gibi uyukluyorum. Yazın ortasında üşüyorum. Amaaaa avantajları da var...

Neymiş bakalım...

- Mağazaya giriyorum, "Şu, şu, şu pantolonun 29 bedenini getirir misiniz?" diyorum. Ne giysen yakışıyor. Bu da her şeye değer. Çünkü bu konuda inanılmaz acılar çektim. Hep large, x-large, hep siyah. Oysa, başka renkler giymek istiyordum...

E bu ikinci kelepçeyi çıkarınca da kilo alacaksınız...

- Yok artık çıkarmam. 10-15 sene kelepçeyle dolaşmak istiyorum...

Böyle hayat geçer mi?

- Geçecek mecbur. Bak mesela şu anda kelepçe kaymasın diye sadece sıvı tüketiyorum. Ama hep böyle olmayacak. Yerine alıştırana kadar zorlamamak gerekiyor. Ölümler ondan oluyor. Zorlarsan, iç kanama oluyor...

Yani içinizde kelepçe varken, 1.5. Adana yiyemezsiniz...

- Asla. Neler söylüyorsun öyle? Bir önceki kelepçede şöyle bir yönteme başvurmuştum, sonra bulimia oldum. Nefsime hakim olamıyordum, pizza söylüyordum, yanıma da torbayı koyuyordum, bir dilim yiyorum, akabinde çıkartıyorum...

Sizin bu anlattıklarınız delilik! Psikolojik tedaviye ihtiyacınız var...

- Biliyorum, psikopat oldum. Zayıflık benim için her şeyden önemli. Onca yıldan sonra albümüm çıktı, çok isterim insanlar o albümü sevsin, beğensin, dinlesin... Ama inanır mısın, ondan da önemli...

Amaç ne? Eski günlere dönmek mi?

- Hiç alakası yok. Bana kelepçe mi, şöhret mi desinler, hiç düşünmeden kelepçe derim. Benim derdim zayıf olmak. O kadar. 60’lı kilolarda olayım. Yıllarca büyük gömlekleri pantolonumun üzerine bıraktım, bedenimi gizledim. Issız koylarda denize girdim. Kimse yağlarımı görmesin diye. Sırf bu yüzden gittim, tekne bile aldım. Havlulara sarındım. Bıktım kardeşim. Şu an gardırobumu bir görsen, rengarenk daracık tişörtlerle dolu. Artık onları giymek istiyorum.

Peki 61 oldunuz diyelim, ne olacak yani?

- Süper olacak. Hayattaki en mutlu adam ben olacağım. O zaman da ceketlerimi filan daraltacaklar.

Çok ince adam da iyi değildir...

- İyidir, iyidir. Bu albüm tutmazsa giderim, Amerika’da limuzin şoförü olurum ama ince bir limuzin şoförü olurum...

Kadınların ilgisi değişti mi?

- Kadınları çözmek zor. Şimdi de "Hortlak gibi oldun. Git kilo al" diyorlar. Ama onlar da umurumda değil, yeter ki ben 15 kilo vereyim. Ha tamam, tehlikesini kabul ediyorum, belki de bu yolda öleceğim. Ama olsun, tabutum hafif olur...
Yazarın Tüm Yazıları