Ömer Erdem

Tarihin içinden bir insan tecrübesi

16 Haziran 2023

Günlük tutmak ile hatırat yazmak arasında esaslı farklar var. Yaşananların günü gününe, açık, özgürce ve hesapsızca yazılmasından olacak, hatırata rağmen daha zor ve zorlu bir yol günlük. Hatırat ise her şeye rağmen geçmişin an içinde ve anın şartlarının gözetilerek elekten geçirilmesi. Hatta bir geçmiş tamiri. Bununla birlikte her hatırat tarihin büyük bünyesine atılmış şahsi bir çentik sayılır. Eskiden yeniye geçişte en kritik eşik kabul edilen ve her yönden büyük gerilim ve dönüşümlerin yaşandığı 2. Abdülhamid ve sonrası hâlâ cazibesini koruyor. Mustafa Asım’ın (Çalıkoğlu) tefrika edilen hatıratının büyük kısmı 2. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi ve Cumhuriyet’in kurulmasından sonra yazıldığı için savunma içgüdüleriyle dolu. Herkes uzun sürmüş bu büyük baskı rejiminin içinde yaşarken hakiki duygularını ve fikirlerini tam yazmıyor. Bu kadar geniş cepheli bir saldırının olması akla çok içten bir bağlılığın da yaşandığını düşündürtüyor.
Mustafa Asım Çalıkoğlu, Girit’ten başlayıp da İstanbul’a uzanan anıları boyunca ilkin uzun uzun 2. Abdülhamid ve dönemi üzerinde duruyor. Bir gazeteci olarak Ahmet Midhat Efendi’nin yanında başladığı kariyerini dönemin akışına göre şekillendirmiş, Reji İdaresi dahil pek çok işte çalışmış, tercümeler yapmış, İttihatçılarla beraber olmuş, Serbest Cumhuriyet Fırkası ve CHP’de politika yapmış bir şahsiyetle karşılaşıyoruz. Onun uzun ve değişken hayatı aslında Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e yaşadığımız arayış ve çekişkilerle örülüdür. Eksik kalan hatıralarında daha çok bir gözlemci gibi gözükür. Gazeteci yanı adeta ağır basar. Gerçi, Serbest Cumhuriyet Fırkası kapatılınca Ali Çetinkaya ile arasında geçen konuşma gibi altın değerinde pasajlar da vardır. Devlet gücünü kuşananın en yakınlarındakini bile nasıl yediğinin tipik bir örneğidir bu bölüm.
Dönemin her genci gibi Avrupa’ya kaçmak hayali kuran, Yıldız korkusuyla dolu, hürriyet özlemiyle yanıp tutuşan tutuşan Mustafa Asım, Neyzen Tevfik ile arkadaşlık etmenin yanı sıra Alman İmparatoru 2. Wilhelm’in İstanbul ziyaretinde fotoğraf çekmiştir. 1911-16 arasındaki Babıâli Yokuşu’nu anlatması içeriden ve daha canlı gözlemler içerir. Girit’e dair yazdıkları ise ayrıca dikkate değer. Eski İstanbul hayatı, çocukların okula başlayışları, şehrin çehresi, dönemin önde gelen şahsiyetleri kalem değdirdiği konular arasındadır. Ayrıca bugün güncelliğini koruyan Suriye meselesi üzerinde de durur. Günlükler tutar.
İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Meşrutiyet bölümünde Mustafa Asım hayli detaylı bilgi paylaşır. Yer yer dönem romanı pasajlarını hatırlatan tanıklıklar romancılar için kaynak niteliğinde. Hatıraların en içeriden bölümü burası sayılabilir. Masonluk ve İttihatçılık konusundaki bağdaştırmaları ise şapka çıkartacak ölçüdedir. Resneli Niyazi (geyiği dahil) ve Makedonya meselesi üzerinde uzunca durması, Selanik’te olup bitenler onun gözünden bir kez daha can bulur. Tarih biraz da insan tecrübesi ise eğer, Mustafa Asım Çalıkoğlu onun bir adı kabul edilebilir.

DEVR-İ HAMİD’DEN MEŞRUTİYET’E 
GÜCÜMÜZÜ HÜRRİYET AŞKINDAN ALDIK

Yazının Devamını Oku

Tabiatta yalan yok

9 Haziran 2023

Şairlik de kendi içinde pek tabii bir haldir ve oradan doğan şiirle mutlak değer ilişkisi içindedir. Metin Eloğlu için ise ‘şair tabiatı’ kelimenin tam manasıyla kendisine özgüdür. Mizaçla biçim, içerikle arayış birleşir, aynı hizaya gelir onda. Bu sebepten ‘Baktım ki tabiatta yalan yok’ mısraı pekâlâ bir karakter yansıması diye yorumlanabilir. Zaten, ‘Düdüklü Tencere’, ‘Sultan Palamut’, ‘Ayşemayşe’, ‘Horozdan Korkan Oğlan’, ‘Odun’ vb. sıradışı kitap isimlendirmeleriyle artistik olanın yeni doğasını çalıştırır Eloğlu. Onu ilginç olduğu kadar değerli kılan, bütün bunları hep dile bağlı kalarak yaratıcı hamlelerini ilerletmesidir. 1959 tarihli ‘odun’ ve 1961’de basılan ‘horozdan korkan oğlan’ dönem şiiri kadar Eloğlu şiirinin çizgisine oturur.
1958-62 arasında İkinci Yeni şiirinin tipik kitapları arka arkaya gelir. Modern şiir teknik olarak tamamlanmakla kalmaz her şair kendi insanını da şiire taşır. Edip Cansever’in süzülmüş, seçkin şehirli ve elit insanı Metin Eloğlu’nda kendine has bir espriyle adeta daha sıradan vatandaşa dönüşür. ‘odun’, ‘horozdan korkan oğlan’ vasfı seçkinlerin değil sıradan insanların olabilir. Garip Şiiri’nin karikatürize ettiği kadar karakterize de ettiği sıradan kentli kişi ayağa kalkar burada. Dilsel sürçmeler kadar dünyayı tersinden okuyan zekâsıyla kendisine ayrıksı bir yer edinir. ‘Anı’ ateşleyici temel faktördür bu şiirde. ‘Yarındaki dün’ çekişmesinde olduğu gibi bir sürek enerjisi içerir. Ayrıca, doğa olan tabiat, şehrin, İstanbul’un peyzajlarından süzülür, insani oluşun fırfırları yapılır; ‘Ellerimiz el olmadıktan sonra/ Vazgeçelim be kardeşler/ Aklımız akıl değilse/ Gönlümüz gönül değilse/ Gücümüz boşunaysa/ Vazgeçelim olsun bitsin/ Böyle yarı yalan yarı yanlış/ Yaşamakta fayda yok.’ Fakat, yaşamak adınadır bütün bu sözler. Hayat bilinçle ve özellikle yüceltilir. Çünkü Eloğlu’na göre ‘İnsan yaşarken varır bir ölmezliğe’.
‘odun’ bir yönüyle fragman bir kitap sayılabilir. ‘horozdan korkan oğlan’ ile yan yana okunduğunda bazı dilsel deneyimlerin burada tam yerini bulduğu görülür. ‘Yaşanık’ şiiri bu gözle okunmaya değer. ‘Artımlı tohumgaç bir ürün müydün sarıcık/ Tekinsiz bir konuk muydun o soyut odalarda/ Alilendin mi bu ara Ayşelendin mi hiç/ İzmirlediğin Muşladığın oldu mu/ Ekmeğin sapa mıydı urban iğreti miydi/ Ekşisi gerçek miydi limonların/ De bana’. Şair, ardık dediklerini dilsel kaydıraklarla gezdirir rahatlıkla. Biraz ham gibi biraz fazla cesur fakat ‘olmazlığın hem aykırı hem kaba’ doğasını aramakta hep istekli.
Eşcil, yaşanık, çılgar, aşklama, gidişen, değilleme, ça ça ça, umu, hadi adyö gibi şiir adları bile Metin Eloğlu’nun şiiri hangi ‘sapa’da aradığını gösterir. ‘...ben buyum, ne güzel huy bu’ dercesine yeni tabiatını dokur şair şiirler boyunca. Hayat onda ‘yıllardır kulaçladığı su’ gibidir ve alabildiğine ona dalmaktan geri durmaz. Resim sanatıyla da yakından ilgilenen şair, adeta renkleri karar gibi kelimeleri değiştire değiştire Metin Eloğlu uzayını keşfeder. Onu tabiat kılar.

ODUN 
HOROZDAN KORKAN OĞLAN

Yazının Devamını Oku

Bizanslıların şiiri

13 Ocak 2023

Bizans kelimesi dilimizde ötekiyi anlatmanın neredeyse tam karşılıklarından biridir. Oysa Anadolu hikâyemiz onunla başlar. Bunca içimize girmiş olan bir kültürü, tarih ve coğrafyayı dışımızda tutma isteğimiz ilginçtir. Oyunun, entrikanın, kötünün sembolü saydığımız Bizans şiirde nasıl bir manzaraya sahipti? Gerçi gücün yüceltildiği her yerde kültür ve sanat gölgede kalır. Bizans’ın da açık ve örtülü her tür iktidar algısının içinde gösterilmesinden dolayı şiiri de bilinmezliğe mahkûm edilmiştir sanki. Oysa yaklaşık bin yıl sürmüş Doğu Roma’dır Bizans. Konstantinopolis başta olmak üzere çok farklı merkezlerde klasik Yunancanın Attika lehçesi ile yazılmış ve Hıristiyan kültürü ile harmanlanmış şiirler üretilmiştir. Antik Yunan geleneğine bağlanması yanında Homeros ve Hesiodos’u model alması başlıca özelliğidir bu edebiyatın.
‘Bizans Şiir Antolojisi/4-15. Yüzyıllar’ kitabını hazırlayan Siren Çelik bu sürprizli dünyayı ana hatlarıyla önümüze seriyor. “Bizans edebiyatı nedir?” sorusu eşliğinde ‘çok geniş topraklarda farklı ırktan, dilden ve dinden insanlara hükmetmiş’ Bizans’ın Yunanca, Latince, Arapça, Süryanice, Koptça, Ermenice ve Slavcadaki şiirsel dışavurumuna dikkat çekiyor. Uzunca süre görmezden gelinen hatta değersiz bulunan Bizans edebiyatına geniş bir toplamın aralığından bakmamıza imkân sağlama amacı güdüyor. Böylece, her ne kadar Bizans’ta edebiyat terimini karşılayacak bir kelime bulunmasa bile ‘logos’ içinde görebileceğimiz metinlerle buluşturuyor bizi.
Yüksek eğitim görmüş kişilerin yazdığı sofistike eserlerden oluşan Bizans şiiri; hocalar, bürokratlar, din adamları, askerler ve hükümdarlar tarafından yazılıyor. İçlerinde birkaç kadın yazara da rastlanıyor. ‘Hıristiyanlığın toplumun en önemli kültürel değerlerinden birini oluşturduğu’ Bizans’a bu gözle de bakma imkânı veriyor seçilen şiirler. Özel gün ve olaylar, tarih, hukuk, dil, bilim yanında dini temalar ve herhangi bir maksada bağlanmaksızın kendiliğinden yazılmış şiirler oldukça farklı bir çeşitlilik sergiliyor. Ayrıca, antikçağdan günümüze en uzun şiir (yazıya geçmiş demeli) olan ‘Dionysiaka’ bu edebiyata ait sayılıyor. 21 bin 286 mısradan oluşan bu şiirden neden haberimiz yok acaba?
Çelik önce şairler hakkında kısa bilgiler veriyor, sonra da kendisinin çevirdiğai şiirleri sunuyor okura. Hemen her kültürde karşımıza çıkan temaları ve bu yolla insanın hayatla kurduğu teması takip edebiliyoruz. Bir yanda varlığını yüce bir varlık karşısında feda etme düşüncesi, diğer yanda “Artık ağardı saçlarım; büzüşmüş eklemlerim” diye seslenen fanilik duyuşları. Ve bunu takip eden güç ve iktidar kavgaları; “Lakin hiçbir şey yoktur ki ayrışmış olan bu insanları birleştirsin;/doğru iman yüzünden değil (yalan dolandır bu iddia) taht çekilmesi yüzünden ayrışmıştır bu kimseler” mısralarında açığa çıkan, zamanın değişmez meseleleri...
Kadınlar aleyhine mısralar döktürse de Ömer Hayyam’ı hatırlatan şiirler yazan Palladas (Bir sahnedir tüm hayat ve bir oyun/Ya oynamayı öğren, hayatın akışına bırak kendini, ya da sırtlan kederleri), Homeros’a daha ilk mısralarıyla öykünen Panopolisli Nonnos, Ayasofya’yı deniz fenerine benzeten P. Sikentiarios, hamamlara övgüler düzen L. Skholastikos, hedonist zevkleri özgürce dile döken Agathias, İmparator Heraklios’un Pers seferi için şehirden ayrılışını yazan Georgios ve nice şair yer buluyor antolojide. Devlet adamı Theodoros Metokhides’i Khora Manastırı hakkında yazdıklarıyla beraber “Aşkın kalbime yerleştiğinden beri, sanki çift ağızlı bir bıçak kesiyor bağrımı” diyen anonim şiirler. Öyleyse, Diyar-ı Rum biraz da Bizans ile şiir ülkesi sayılır değil mi?

BİZANS ŞİİR ANTOLOJİSİ 

Yazının Devamını Oku

Arap dünyasının keskin gözlü takipçisi: Adonis

8 Aralık 2022

Ne zaman bir Mehmet Hakkı Suçin çevirisi görsem heyecanlanırım. Sadece yetkin bir çevirmen oluşuna bağlı değil bu duygum. Onun nitelikle kurduğu yaratıcı etkileşimin de karşılığı. Adonis, dilimize hatırı sayılır sayıda eseri çevrilmiş bir şair, düşünür, kuramcı. Mehmet Hakkı Suçin ile yan yana geldiklerinde ise Arapça ile Türkçenin ışığı parlıyor.
Yaşadığı zamanı dert edinen ve bu uğurda özgürce yazıp konuşan bir şair Adonis. Bunda Batı’da, Fransa’da yaşama şansına kavuşmasının da payı var. Lakin bir konformist değil o. Kendisini yaratan dilin, Arapçanın bir düşünürü. Arap dünyasında olup bitenlerin ise keskin gözlü bir takipçisi. Bu bağlamda ‘Kitap, Hitap, Hakikat’ güncel bir kitap. Fakat gündelik değil. Sorumlu bir entelektüelin kültürel birikimi, şair sezgisi ve eleştirel aklıyla örülmüş metinlerden oluşuyor. Bazen fragman, bazen deneme, bazen söyleşi formatıyla karşımıza çıksa da her cümlesinde uyanık bir aklın enerjisi var.
Her şeyden önce Arap dünyasında olup bitenlere, antidemokratik uygulamalara, kadın haklarındaki sorunlara, rejimlerin insan ezen yapılarına itiraz ediyor Adonis. Bu itirazı, dini köklerle olduğu kadar asıl insana bağlı faktörlerle temellendiriyor. Bu bağlamda İslam’a içeriden ve dışarıdan gelen eleştirilere bakarken ‘yenilenme’ meselesine sözü getiriyor ve şu yorumda bulunuyor: “O halde mesele, bir din sıfatıyla İslam’ın yenilenmesi değil ona bakış açısının yenilenmesidir, yani Müslümanların yenilenmesidir.” Müslümanı bir insan tipolojisi olarak yeniden tanımlayan Adonis, ilk İslam devletinin doğuşundan bu yana ‘dinin iktidar(lar)’ın ideolojik enstrümana dönüştürülmesi’ne özellikle vurgu yapıyor. ‘Dini kültürel, sosyal ve siyasi bir rejim olmaktan çıkarmadıkça yenilik gerçekleşmez’ ona göre. ‘Soru ve şüpheyi, özgürlük ve yaratıcılığı, reddetme ve aşkınlığı’ getirecek bir akıl önerisidir bu.
Adonis gibi bir şairin, yazı, yazmak, şiir, şair gibi konularda ne söylediğini de buluyoruz ‘Kitap, Hitap, Hakikat’te. Ona göre ‘şiirsel hakikat dini hakikatin aksine meçhulle ve makul olmayanla temas halindedir’. Kopuş kavramını seçer şiir için Adonis. ‘Şiirsel yaratıcılığı sürekli bir kopuş olarak’ tanımlar. Bu vasfıyla şiir, gelişmeci, ilerlemeci, yaratıcı ve devrimcidir. Dini şiir için bir referans görmez. Din doğası gereği sabittir. Şiir ise ‘dinden önce var olan ilk söz kimliğiyle gelişmeye devam etmiştir’.
Arap ve İslam dünyasındaki şiirsel kopuş aslında pek çok sorunu açıklama anahtarını da sunar. Mesela Arap toplumlarında rejimlerin insan silen karakteri, ötekini yok sayma mantığına dayanır. Adonis ise ‘şiir, dilin içinde ve dille birlikte meçhule doğru yani ötekine doğru bir yolculuktur’.
Yazılı ve sözlü kültürün temel karakterine de eğilir şair. ‘Yazmak, kendilikle söyleşme, anlama ve tefekkür etme alanıdır.’ Yazıyı önemser Adonis. Sözellik ise ‘doğaçlama olması nedeniyle yazının aksine, mevcut olmayışın ya da bir yerden bir yere göçün, intikalin işaretidir’. Ve çok yakıcı bir soru sorar. Sorunun muhatabı geçmiş İslam şehirleridir. “Kahire, Bağdat, Şam, Halep ve Fes gibi köklü Arap şehirleri, medeniyete yaratıcı katkı bakımından sadece isimleriyle neden varlıklarını sürdürürler?” Fiilde değil, isimde yaşamanın çıkmazıdır bu.
Hasılı Adonis bir canlı ve poetik akıldır, dönüp bakılası.

Yazının Devamını Oku

İnsanın yeryüzündeki en yaygın etkinliği: Kötülük

25 Kasım 2022

Gazetelerin üçüncü sayfalarına ya da televizyon haberlerine bir süre bakan kişi tam olarak ne hisseder? Her gün tekrarlanıp yenilenen bu haber ve görüntüleri salt merak duygusunun körüklediği bir ilgiyle mi izler, yoksa kendisine birtakım sorular mı yöneltir? Böylesi haberleri okuyup izleyenlerin sayısı milyonları buluyorsa ve her gün tekrarlanıyorsa görüntüler, aslında o büyük soru da sorulmuyor demektir. Belki de kötülük denilen şeyin köklenip yeşerdiği ve neden kötülük her yerde eksilmeksizin var sorusunun büyüdüğü nokta burasıdır. Phillip Cole seküler bir dünya görüşünün kötülüğü izah etmede daha iyi bir performans gösterip gösteremeyeceği, Tanrı veya Şeytan’ın, bu tür doğaüstü güçlerin bulunmadığı bir dünyada söz konusu kavramın içinin boşalıp boşalmayacağı sorusuna odaklandığı ‘Kötülük Miti’nde, ‘insanın kötülüğünü anlamaya’ çalışıyor. Hem de en seküler bağlamda onun peşine düşüyor.
Seküler dünya doğası gereği ‘mit’e prim vermek istemez. Peki buna rağmen mitlerden kopabilir mi insan? En sıradan kötülükte bile mutlak bir arketip saklanıyor olabilir mi? Bu sebepten, kötülüğün en bilindik simgesi Şeytan’a bakar Phillip Cole. ‘İçerideki düşmandır’ o. ‘Yılan veya iblis olarak göründüğü hale değil, sıradan bir kimse olarak aramızda dolaştığı hali’ne dikkat çeker. Zaten gazetelerin üçüncü sayfaları ve haber bültenleri de sıradan kimselerin ‘iş’leri olarak karşımıza çıkmaz mı? Israrcıdır Cole, ‘insanın kötülüğü hakkında’ bir kitap yazmayı mümkün kılacak ve ‘doğaüstü güçler bağlamı haricinde kullanabileceğimiz seküler (dünyevi) bir kötülük anlayışının mümkün olup olmadığını’ sorar. Gitmek istediği yer ‘insanın sınırları’ meselesidir.
Fakat geçmiş, tarih, din, mitoloji, felsefe bir şekilde bu sınırları belirler. O sebepten yazar, ‘dört olası kötülük anlayışını’ tespit ettikten sonra her devirde kötülüğün baştimsali şeytanın tarihini inceler. Reha Kuldaşlı’nın nitelikli çevirisi aracılığıyla ‘Kötülük Miti’nin sayfalarında yol aldıkça, insanın bu saçaklı karakteri karşısında şaşkınlığımız büyür. Dokuz bölümden oluşan kitap sonuçta kötülüğün hâlâ neden her yerde bu denli yaygın olduğunu sergiler. İşkenceden cinayete, çocuk kaçırmaktan organ kaçakçılığına, soykırımdan teröre değin kötülük belki de insanın yeryüzündeki en yaygın etkinliğidir.
Phillip Cole 21’inci yüzyıl mitolojilerine bakarken ilginç bir cümle kurar. Çünkü sonunda şeytana geri dönülmüştür ve onun metafizik olmaktan ziyade politik çehresiyle karşılaşılmıştır. Kapitalist egemen gücün küresel ölçekte kurguladığı, Afganistan, Irak gibi ülkelerde hayata geçirdiği ‘şeytanlaştırma’ politikaları hiç şüphesiz çok çok gerilerden gelen etkilerle de şekillenmektedir. Kötülük korkusunun derinliğine özellikle vurgu yapan Cole sonunda simgeler ve mitlerin suçsuz olduğu sonucuna varır. Ona göre ‘canavar olan biz insanlarız, bizi bu hale getiren de kötülük korkumuzdur’. Sanatta ve hayatta daha çok kötü karakterin hatırlanması da belki bundandır. Kötülüğü dünden bugüne üstelik en aktüel olanın üzerinden düşünmek için değerli bir çalışma ‘Kötülük Miti’. Sorunun büyüdüğü yer her zaman insanın içinde aranmalıdır. Haber bültenleri sadece yansımadır.

KÖTÜLÜK MİTİ 
Phillip Cole

Yazının Devamını Oku

Oyun hâlâ büyük mü?

11 Kasım 2022

“İngiliz-Rus ilişkilerinde tansiyon yükselmeye başlamıştı. İnsanlar şimdi, Büyük Petro’nun ölüm döşeğindeyken vârislerine dünyayı fethetmelerini tembihleme hikâyesi aslında doğru olabilir mi diye soruyorlardı.” ‘Büyük Oyun’ bu cümlenin odağında ve Rusya ile İngiltere arasında özellikle 19’uncu yüzyılda zirve yapan çıkar çatışmalarına odaklanıyor. Rivayete göre Rusya’yı adeta icat eden Petro, “Ölüm döşeğindeyken vârislerine ve haleflerine gizlice, Rusya’nın tarihsel yazgısı olduğuna inandığı şeyin, yani dünyaya hâkim olma ülküsünün peşini bırakmamalarını buyurmuştu. Bunun anahtarı da Hindistan ve İstanbul’a sahip olmaktı.” Babür İmparatorluğu’nu üçe parçalayıp sonra yutan ve bu vesileyle kendilerini icat eden Ruslar, Hindistan’a İngilizlerin yerleşmesini elbette istemezlerdi. İngilizler de bir yolunu bulup Osmanlı ve İran üzerinden Rusların Orta Asya ve nihayet Hindistan’a ulaşmalarını arzu etmiyorlardı.
Putin’in güncel çar olduğu sıklıkla dillendiriliyor günümüzde. Ukrayna savaşında, İngilizler ne derece devredeler gözükmüyorlar ama Almanya ve Fransa’nın liderlik ettiği Avrupa Birliği ile karşı karşıya Rusya. Peter Hopkirk’ün vurguladığı ‘Rusfobia’ ile Rusların şuuraltına yerleştiği söylenen İstanbul’u (Dostoyevski’de bile var) ele geçirme ve Orta Asya’ya hâkim olma idealinin devamı mı yaşananlar, düşünmeye değer... Hopkirk’e göre bugün Rusya’nın ‘dünya sahnesindeki yeni gücü büyük ölçüde boru hatlarının kontrolüne bağlı’ görünse bile asıl görünmeyen borulara bakmak gerekiyor. ‘Büyük Oyun’ yazım akışını Stoddart ve Conolly adındaki iki İngiliz casusunun (yerine göre asker, gezgin, danışman vs.) üzerine kuruyor. Bu iki insanın hikâyesinden çok sınırlı, çok iklimli, çokdilli ve pek problemli coğrafyaya odaklanıyor.
Bir yanda siyasi ve ekonomik olarak Hindistan’a hâkim olmak isteyen İngiltere ile İstanbul ve Orta Asya’ya dair ideallere sahip Rusya arasında inanılmaz manevralar yaşanıyor. Napolyon ile Fransa’nın devreye girmesiyle mesele iyice çetrefilleşip çetinleşiyor. Ermeniler, Gürcüler, Tatarlar, Osmanlılar, İranlılar, Kafkas halkları yanında Asya’daki Türk toplulukları çatışmaların içine çekiliyor. İngilizlerin Hindistan’ı işgaliyle Petro’nun Rusya’yı icat etmesinden bugüne çevremizde yaşadıklarımızı akıcı ve yer yer kurgusallığa yaklaşan bir yöntemle irdeliyor Hopkirk.
Açık ve gizli anlaşmalar, diller ve dinler arasında gidip gelen topluluklar, bitmeyen bir güç histerisi, Avrupa adına muazzam derecede geniş bölgenin kaynaklarını yönetme ihtirası, kısacası tarihin bugünde tomurcuklanıp duruşu ‘Büyük Oyun’. Afganistan’ın işgali de dahil bu oyuna, Osmanlı’nın yıkılışı da. Hiva, Buhara Emirlikleri gibi dünün egemen güçleri de var oyunun içinde. Çerkesler, Dağıstanlılar da var elbette. Bir savaş makinesi gibi kullanılan Kazakları da unutmamalı. Kaşgar, Türkistan toprakları ise cabası.
‘Büyük Oyun’, yer yer Peter Hopkirk’ün İngiliz duygularıyla dalgalansa bile, geçmişin hikâyesini farklı bakış açılarıyla okumak ve bugüne yansıyan izdüşümlerini yakalamak için iyi bir fırsat. Elbette, izlediğimiz oyun hâlâ büyük oyun mu diye sora sora okunacak bir kitap, sahnede İngilizler oynuyor görünmese bile...

BÜYÜK OYUN  

Yazının Devamını Oku

Yaşamaz bir başına yaşayan hiçbir şey...

14 Ekim 2022

“Değil mi ki, yaşayan hiçbir şey/ Yaşamaz sadece kendisi için yahut tek başına”. ‘Vahiy Kitapları’ adını taşıyan bir eserde böylesi mısralarla karşılaşınca şaşırmayız. İlahi olan, hayat taşıyan her varlıkta şiirsel olarak böyle tecelli etmekle kalmaz, şairin duyuş evrenini de gösterir. ‘İngiliz şair, gravürcü ve ressam William Blake’, mistik anlayışın çerçevesini çizerken yaşamsal birliği de işaretler. Bu görüşe göre kâinatta hiçbir şey hem yalnız değildir hem de sebepsiz yere var olmamıştır. Kaan H. Ökten çevirisi ile okurla buluşan ‘Vahiy Kitapları’nda kutsal metinlerden çıkmışçasına karşılaştığımız mısralar, ‘insanın özündeki yaratıcı hayal gücüne vurguda bulunurken’ çizgi ile resim arasında, göz ile kalp arasında mekik dokur. Arada yükselen ‘neşideler’ ilahi boyut kazanır. Ayrıca görsel dil ile şiir birbirine ilham verip destekler.
Ve kapalı, karanlık bir mistisizm değil Blake’teki. Açık, öncü, Ökten’in deyişiyle ‘devrimci’dir. Nitekim, ‘Albion’un Kızlarının Görüleri’nde, kadın cinselliğini, tabiatın yaratıcı bir vasfı diye de yorumlar. ‘Göz, kulak, ağız ve ten’i aşan bir sevme gerekçesi sunar. ‘Kurdun kemirdiği meyvenin en tatlı’ oluşundan dem vurur. Ayrıca bir şairin resimle düşünmesi nasıl olur? İlkin şiiri görsel olarak mı duyar? Kelimeler, dizeler sonradan mı gelir? Görsel olandan çıkarak metne, şiirsel olandan koyularak resmin detaylarına da gidebilir okur. Her ne kadar Kaan H. Ökten’in vurguladığı gibi ‘gravürlerin çoğu doğrudan metne ilişkin olmasa da‘ birbirlerini özgür bırakarak destekledikleri açıktır. Çağın görsel algısı klasik çizimlerin uzayında alabildiğince salınır. Elbette buna el yazısını da eklemeli. İnsanın neredeyse unuttuğu el yazısı, kendiliğinden imgeselleşir burada.
Uyarı vahyin bir vasfı ise öngörü çoklukla şiirin karakteridir. Çağından şikâyet her ne kadar her devrin ortak tarafı olsa bile, Avrupa’nın yükseldiği bir zamanda adeta onun düşüşünden söz açmak şairce bir öngörüdür. Zaten şiiri, maddi olandan taşırıp mistik olana yaklaştıran da bu tavırdır. ‘Avrupa: bir vahiy’ bu gözle okunduğunda, Blake’in sözün alanını temize çekmek için bu sözleri kendisine perisinin yazdırdığını söylemesi manidardır. Sonsuz olan onun için hep öndedir ve onu ‘ebedi bir bağla bağlayabilecek olanı’ hep merak eder. “Kentliler, kurşun prangalarla yürüyordu ağır ağır.” İşte, şairin öngörüsü bu mısrada parlar.
Blake’in bütün derdinin ‘bir düşüş hikâyesi’ kurmak olduğu açıktır. İnsan kutsal olanın akışına yakın durdukça bu düşüşün ziyanından bir nebze olsun kurtulabilir. Kıtaları sayması, Amerika, Avrupa, Afrika ve Asya’dan dem vurması, hikâyenin dünyasal basamaklarını geniş tutmakla ilişkilidir. Klasik dünyada, zaman geniş, ufuklar ebedidir. Blake şiirlerini kurarken hem bu dünyaya hem de kutsal kitapların atmosferine bağlı kalır. Yer yer karmaşık ve muğlak ifadelerle de ‘müphemiyet’in aralığından gülümser. Zaten onu şiirsel olanın düzleminde sımsıkı tutan da budur.

VAHİY KİTAPLARI William Blake
Çeviren: Kaan H. Ökten

Yazının Devamını Oku

Sembollerin dili, matematiğin estetiği

26 Ağustos 2022

Her şeyin ince ince hesaplarla ölçülüp biçildiği milimetrik modern bir çağda yaşıyoruz. Bir tür, rakamların egemenliği altındayız fakat cep telefonlarındaki hesap makineleri olmasa neredeyse en basit hesaplamaları bile yapamayacak hale geliyoruz. Matematiğin bunca her alanı kaplaması karşısında her zaman sembollere bağlanarak ilerlemiş matematik fikrinin aradan çekilişi düşündürücüdür. “Semboller arka planda işleyen bilinçsiz fikirler için kısa tanıtım filmleri hazırlar gibidir” ancak bu filmin gramerini bilmeden ondan bir şey anlamak da mümkün değildir. Oysa “şiirde de olduğu gibi matematikte de arketipler vardır”.
Arketipten söz açmak kaçınılmaz olarak geçmişe dönmektir ve bu bağlamda matematiğin tarihi ile insanın tarihi tuhaf bileşenler içerir. Edebiyattaki arketipler ve ona bağlı semboller nasıl salt soyut olgulardan ibaret olmayıp hayatın pratiğine de karşılık gelirlerse, matematikteki semboller yani rakamlar da ‘bir iletişim aracı olmanın ötesinde’dirler. Joseph Mazur, ‘Tuhaf Başlangıçlar’ başlığıyla, ilkin insanlığın tarihinden kalkarak matematiğin sembolik değerlerle ortaya çıkışına odaklanır. İnsan daha çok, ‘hayatta kalmak için ihtiyaçlarını günlük düşünmek zorundadır’ başta. Bu tespit şu açıdan önemli, sembolle ihtiyaç arasında ontolojik değil hayati irtibat vardır. Fakat bilgiye dönüşen sembol zamanla aktarılabilir olmuştur.
Mazur’a göre insanın “yazma becerisi yaygınlaştıkça yazma nedenleri de çeşitlenmiştir”. Buradaki ‘neden’ hayal gücüne değil yaşama zenginliğine karşılık gelir. İddialı bir görüş ileri sürer tam da buna bağlı kalarak Mazur; “matematiksel yazımın ortaya çıkışı Batı’dan Doğu’ya edebiyattan bin yıldan fazla süre önce olmuştur.” Bu bir matematik tarihçisinin gururlu vurgusu mu yoksa gerçeğin yansıması mı ayrı mesele. Ancak matematiği tıpkı Babillilerin kültür-sanat yüksekliğinin bir türevi olarak görmedikçe kafamız karışacaktır. Dicle-Fırat arasında şekillenen yaşam pratiği belli ki kendi sembolünü doğal süreçlerde yaratmıştır. Doğal zenginlik belli ki sembolik artı değerleri türetmiştir.
Joseph Mazur, ‘Matematik Sembollerinin Kısa Tarihi’nde Babil’den Çin’e, Hindistan’dan İslam dünyasına, Avrupa’dan Güney Amerika’ya değin insanlığın matematik macerasını bir bir irdeliyor. Kritik değer sıfırın ortaya çıkışındaki gizleri araştırıyor. Matematiğin gelişimi ile ticaretin ve elbette İpek Yolu’nun macerasına bakıyor. Uygarlıklar kendine özlükleri biraz da çekinik bir istençle ellerinde tutmaya çalışıyorlar. Bu sebeple Mazur’un kitabını kültür ve medeniyet tarihi paralelinde okumak gerekiyor. Bilginin sembole dönüşerek doğuşu bazen etkileşimlere bazen de kendine özgülüklere bağlı olabiliyor. Yalın ve tarafsız bir bilim tarihi yazmak eldeki bilgilerin yetersizliği ile mümkün olmasa bile geçmişin parçalarını bugünde birleştirmek mümkün oluyor. Sonunda matematiği ayakta tutan onun aynı zamanda sanat olmasıdır ve müzik dahil her sanatla kol kola girdiği için gelişmiştir. Sanatın dili ile matematiğin şifreleri şaşırtıcı derecede bağdaşıktır.

MATEMATİK SEMBOLLERİNİN 
KISA TARİHİ

Yazının Devamını Oku