Meltem Cumbul’u bu filme oturtamadım

Pazar günü, Capitol Spectrum 14 sinemalarında ‘Duvara Karşı’ filmine gittim. Çok merak ediyordum, Berlin Film Festivali’nde yönetmenine ‘Altın Ayı’ ödülünü kazandıran bu filmi.

Hadi itiraf edeyim, sadece Altın Ayı ödülü aldığı için değil, Sibel Kekilli’yi seyretmek için de sabırsızlanıyordum. Hakkında bu kadar yazılıp çizilen, ama hiç seyretmediğim bir oyuncu vardı filmde. Ve ben onun oyununu çok merak ediyordum. Filmi anlatmadan önce söylemeliyim ki, Sibel Kekilli’nin oyununu çok beğendim. Sibel Kekilli çok başarılı. Çünkü kendi hayatına çok benzeyen bir rolü oynuyor. Bir anlamda kendisini oynuyor Sibel Kekilli. Üstelik filmdeki adı da ‘Sibel’. Fatih Akın’ın bu ayrıntıyı bile düşündüğüne inanıyorum.

Filmde Sibel Kekilli kadar başarılı diğer bir oyuncu Birol Ünel. Seyrederken bana Marlon Brando ve Johnny Depp’i anımsattı. Oyunculuk olağanüstü.

Bence filmde olmamış, bir türlü filme oturtamadığım iki oyuncu vardı. Birisi Sibel Kekilli’nin annesini oynayan oyuncu (Bütün çabalarıma rağmen ismini öğrenemedim), diğeri de Meltem Cumbul. Bu kadar hüzün dolu bir filmde Meltem Cumbul’un o cıvıl cıvıl, hep neşeli olan ses tonu beni rahatsız etti.

***

Film önce çok eğlenceli başlıyor. Kız isteme ve düğün sahneleri neredeyse komedi filmi. Ama film ilerledikçe, her sahnesiyle, her dakikasıyla giderek içinize bir hüzün yerleşiyor. Filmin sonlarına doğru içinize yerleşen hüzün, bir yumruya dönüşüyor. Aşkı başka bir gözle anlatmış Fatih Akın. Aşkı kendimize bile itiraf etmenin ne kadar güç olduğunu, aşık olduğumuz insan için ne kadar çok şey yapabileceğimizi, aşık olduğumuzda gözümüzün hiçbir şey görmediğini anlatmış. ‘Artık sevmeyeceğim, çok canım yanıyor’ dediğinizde bile sevebileceğimizi anlatmış.

Ben filmi çok beğendim, bence mutlaka gidin ve görün. Aşk insana ne yapar, gidin görün. Hepiniz kendi ‘aşklarınızdan’ bir parça bulacaksınız.

Kaşkollara ne çok anlam yüklemişim

Türkstar seçmelerinin Adana ayağında bir yarışmacı gelmişti. İsmi Çağlar. Üzerinde annesinin ona ördüğü mavi bir kazak vardı. Ben de, ‘Annene söyle bana da kaşkol örsün’ demişim. Bu bölümler zaten yayınlandı. Bu bölümün yayınlanmasından sonra şirkete onlarca kaşkol geldi. Hepsi el emeği göz nuru. Hepsini bir dahaki kış büyük bir zevkle kullanmak üzere gardırobuma kaldırdım. Kaşkol yollayan herkese, emekleri için çok teşekkür ederim.

Kaşkolların benim hayatımda hep önemli bir yeri olmuştur. Severim kaşkolları. Rengarenktir kaşkollar. İnsanı sarar sarmalar.

İnsanı çok sıcak tutar kaşkollar.

Çünkü, sarılır size kaşkollar.

Çünkü, üşüyen bedenimizi ısıtır kaşkollar.

Çünkü bedenimizi soğuktan korur kaşkollar.

Ne kadar çok anlam yüklemişim kaşkollara. Ya da ne kadar çok anlamı varmış kaşkolun benim hayatımda.

Yoksa bu yüzden mi yeni doğan bebeklerine, çocuklarına hep kaşkol örer anneler? Bu sebeple mi, anneanneler, babaanneler rengarenk kaşkol örerler torunlarına. Kızlar, sevgililerine kendi el emeği göz nuruyla kaşkol örerler. İlk hediye örülen kaşkoldur.

O yayından sonra bana gelen kaşkollar, kaşkolların sevgi ile bağını hatırlattı bana. Ne kadar çok benziyorlar birbirlerine değil mi? Sevgiler de ısıtır insanı, kaşkollar gibi. Sevgiler de korur insanı, kaşkollar gibi. Sevgiler de sarar insanı, kaşkollar gibi.

Böyle düşününce utandım birden kendimden. Ben kaşkolları çok severim ya, bu kadar mı sevgi açıyım ben diye. Durun, şimdi bu yazı bitsin, hemen gidip yeni bir kaşkol alayım kendime...

NASIL

Ben büyürken

En moda oyuncaklardan birisi ‘lak lak’dı. Aynı ipin ucuna bağlı, iki farklı renkteki mika topu, kim daha çok birbirine vurdurup ses çıkaracak diye oyun oynardık.

BÜYÜDÜM

O gittiğinde zil değişti ama acı hiç değişmedi

Bazen gidebilmeyi başarmak ne kadar zordur. Terk etmek yani. Bir şehri terk etmek, sevgilini terk etmek... Hani insan çok terk etmek ister de terk edemez ya, işte o zamanlar daha da zordur. Ne yapacağını bilemez insan. Deli tavuk gibi kendini oradan oraya vurur.

Nereden mi aklıma geldi terk etmek? Ya da terk edebilmek? Bir arkadaşım var, sevgilisiyle çalkantılı günler yaşıyor. Terk etmeye çalışıyor, ama başaramıyor. Bir arada olmaya çalışıyor, onu da başaramıyor. Sevgilisi gidiyor, depresyona giriyor. Yanına geliyor, yine depresyona giriyor.

Telefonla konuştukça, ya da arkadaşımla karşılaştıkça benim de canım yanıyor. Ne yapabileceğimi bilemiyorum onun için. Ben de darmadağın oluyorum. Çünkü hepimiz aynı şeyleri yaşıyoruz aslında. Sadece insanlar, zamanlar ve mekanlar farklı. O kadar iyi hissedebiliyorum ki yaşadıklarını, o kadar iyi anlayabiliyorum ki yaşadıklarını, hatta çektiklerini. ’Geçecek’ demek istiyorum, dilimin ucuna kadar geliyor, sonra yutuyorum dilimin ucuna kadar gelen kelimeyi. Çünkü biliyorum bana da öyle demişlerdi de çok sinirlenmiştim.

***

İnsan ‘geçmesin’ mi istiyor ne? Bence geçmesin istiyor. Çünkü o acıyı çektikçe, o acıyı yaşadıkça hala onunla olduğunu hissediyor. Canı acıdıkça bir köşeden karşısına çıkacak ve her şey bitecekmiş gibi hissediyor. Canı acıdıkça onu hissediyor. Onu hissetmek hiç geçmesin istiyor.

O kadar iyi anlıyorum ki arkadaşımı, yaptıklarını. Evdeki her şeyi yenilemek istiyor. Konuşurken bana, ‘Karmaşık desenli her şeyden nefret ediyorum’ diyor.

Güldüm bunu duyunca. Aslında nefret ettiği şey, karmaşık desenli objeler değil, içinin karmaşasıydı. Kendinden nefret ediyordu. Çünkü kendini güçsüz buluyordu. Kendine sinirleniyor, hırsını eşyalardan çıkarmak istiyordu. Çünkü biliyorum, bana da öyle olmuştu. Taşınmak istemiştim o evden. O geldiğinde çalan zil sesini duymak istememiştim bir süre. Zili değiştirmiştim, kendimi değiştirmeye çalışmak yerine. Zil değişmişti ama, çektiğim acı hala yerinde duruyordu. Acı hiç değişmemişti.

O kadar iyi anlıyorum ki arkadaşımı. ‘Bazen çok iyi hissediyorum kendimi’ dedi, ‘Ama bazen de içim tükeniyor, dayanamayacak gibi oluyorum’. Hep aynı şeyler hissettiklerimiz işte. Sabah kalktığımda yataktan, içimin sesini dinlerdim ben de. ‘Hımmm, iyiyim bugün galiba’ derdim. Yaşasın. Geçmiş, kurtulmuşum. Bitmiş her şey. Ama gün ilerledikçe, koskocaman bir boşluk duygusu otururdu içime. Kurtulmuşum duygusu, giderek yerini sıkıntıya, iç burkan bir sıkıntıya bırakırdı. Hele baharsa. Ve hele baharda gün akşama dönüyorsa yavaş yavaş. Ne tarif edilmez bir acıdır o.

***

O kadar iyi anlıyorum ki arkadaşımı. Bir şey anlatıyorsun. Kafa sallıyor ama boş bakıyor. Biliyorum ne hissettiğini. Biliyorum aslında ne konuşmak istediğini. Hep sevgilisinden, hep çektiği acıdan, hep sevgilerinin düzelme umudundan bahsetmek istiyor. Hep onu konuşmak istiyor. Çünkü konuştukça düzelme umudu artıyor. Çünkü konuştukça, onu paylaşıyor.

O kadar iyi anlıyorum ki arkadaşımı. Uyuyamıyor. Dikkatini hiçbir şeyde toplayamıyor. Sadece ve sadece onu düşünüyor. Ve hepimizin o anlarında olduğu gibi yalnız kalmak istemiyor. Hep yanında birisi olsun istiyor. Korkutuyor yalnızlık onu da, hepimizin o anları gibi. Çünkü biliyorum, yalnız kalınca daha da artacak içindeki o ezilmişlik, yok olmuşluk ve çaresizlik duygusu. Biliyorum, yalnız kalınca daha çok bekleyecek, telefon çalacak diye. Biliyorum ki yalnız kalınca daha çok ağlayacak, ne oldu bize böyle diye. Birlikte geçirdikleri, mutlu günlerini düşünecek. İçi daha da kıyılacak. Tükenmişlik duygusu, içindeki yalnızlık daha da artacak. Yaptığı hataları düşünecek. Keşke yapmasaydım diyecek. Hata olmayanlar bile hata gibi gelecek ve kendine daha çok kızacak...

***

O kadar iyi anlıyorum ki onu. Yatağa yatıp, dönüp duracak. Yorgun gözleri, uykuya dalacak gecenin bir saatinde. Ama o yatakta uyumaya çalıştığı zamanlarda, yeni kararlar alacak. Yepyeni kendini yaratabilmek için. İçinden defalarca aynı sözcükleri geçirecek. ‘Bir daha sevgilime onu çok sevdiğimi hissettirmeyeceğim’ diye. Ya da unutmak için yeni uğraşlar, yeni oyuncaklarla kendini avutmak için kararlar alacak. Sinemaya gidilecek, kitap okunacak, aranmamış arkadaşlar aranacak... Ama sabah kalkıp hiçbirini yapamayacak! Bıraktığı yerden aynen devam edecek....

O’nu evinde bırakıp çıkarken, kendimi çok suçlu hissettim. Hiçbir şey yapamamıştım O’nun için. Sadece dinlemiştim.Birde bildiğim birkaç sözcük işte.En klişesinden.O’nun için bir şeyler yapabilmeyi çok isterdim.Ama hep diyorlar ve bizde kızıyoruz ya ‘Zaman en iyi ilaç’ diye.Biliyorum kızacak, tıpkı benim kızdığım gibi. Ama GEÇECEK......

BUGÜN NE YAPMAMALIYIM

Gençlere ‘Bizim zamanımızda’ diye başlayan hikayeler anlatmayalım.

Çocuk üstünü kirletsin ki öğrensin

Anneler çocuklarını ‘Aman kirletme’ diye uyarıyor, uzmanlar da anneleri uyarıyor: ‘Bırakın kirletsin!’

Çocuk, ergen ve erişkin psikiyatrisi alanında uzman olan Prof. Dr. Yankı Yazgan çocuk psikolojisinde öğrenme ve hayatı keşfetme olgularını ‘kir ve kirlenme’ ile ilişkilendiriyor. Yazgan, ‘Çocuklar büyüklere benzemez; onların küçülmüş halleri değillerdir. Çocuklar, bireysel gelişimlerinin en kritik, en etkili ve değişime en açık dönemlerinde olan bireylerdir. Bu değişimin hızına ayak uyduracak yaklaşım, çocuğu içinde olduğu koşullarla birlikte değerlendirilerek onun gelişiminin önündeki engelleri kaldırmayı amaçlar’ diyor. Çocukla ilişki kurarken, onun temposuyla uyumlu, ona erişmeyi hedefleyen yollar kullanmalıyız. Çocuklara hayatı tanımaları ve arkadaşlık, paylaşma ve kendine güven duygularını geliştirmeleri için fırsat yaratmalıyız.

İşte Yazgan, bu fırsatlar arasında kir ve lekelerin de bulunduğunu söylüyor. Hatta ‘Hayatı düşe kalkarak öğrenen çocuklar için son derece doğal bir olgudur kirlenmek. Anne-babaların çocuklarının hayatı keşfederken üstlerini başlarını kirletmelerini dert etmemelerini öneririm’ diye uyarıyor ebeveynleri.

Yazgan, OMO’nun reklamlarında öne çıkardığı ve ‘Kirlenmek Güzeldir’ teması altında işlediği ‘Eğer hiçbir şey öğrenmeyeceksek, temiz kalmanın ne yararı var’ yaklaşımını sağlıklı nesiller yetiştirmek açısından doğru bulduğunu da ekliyor.
Yazarın Tüm Yazıları