Küt parmaklı ya da ibik saçlı şefleri izlerim

Alice diye bir kanalın varlığını bundan sekiz yıl önce, bir ameliyat sonrası kırk beş gün kıpırdamadan yatmam gerektiğinde keşfetmiştim.

Canım o kadar sıkılıyordu ki, ne kitap okuyabiliyor ne de annemin yatağın karşısına yerleştirdiği ve neredeyse hiç kapatmadığım televizyonda dişe dokunur herhangi bir program izleyebiliyordum.Varsa yoksa Alice.Varsa yoksa bıyıklı ve küt parmaklı bir şefin hiç konuşmadan yaptığı yemekler.Adam hiç konuşmamasına rağmen, kaşından gözünden şıp diye anlaşılacağı üzere İtalyandı. Zaten Alice de başta İtalyan mutfağının farklı lezzetleri olmak üzere İtalyan yaşama kültürünü tanıtmaya yönelik bir İtalyan kanalı. Program her gün aynı saatte şefin tezgahın arkasına geçmesiyle başlıyor, bir dış ses günün yemeğini anons ediyor, kamera yakın plan çekimle tezgahın üzerinde duran malzemeleri gösteriyor, şef yemeği hazırlamaya başladığında aynı dış ses adamcağızın yaptıklarını tane tane anlatıyor, program malzemelerin dört ayrı dilde yazılmış listesinin ekranın sol üst köşesinde belirmesi ve bir elin o yemekle içilmesi önerilen şarap şişesinden kadehe döktüğü şarap görüntüsüyle bitiyordu. Daha doğrusu o görüntüye eşlik eden, afiyet olsun temmenisi ile...Kısa, basit, anlaşılır bir format.Bir süre sonra iyileşip ayağa kalktım ama programı izlemeyi bırakmadım.Gel zaman git zaman küt parmağın yerini telaşsız yemek hazırlayan zarif bir kadın aldı ama yemeklerin lezzeti hep aynı kaldı.Biliyorum, çünkü İtalyanca bilmememe rağmen kamera va malzeme listesi sayesinde hazırlamakta hiç zorluk çekmediğim birçok tarifi denedim. Ve ne yalan, hepsini çok sevdim.Sonra neden bilmem, Alice kanalı yok oldu, daha doğrusu Home TV adıyla yayın yapan bir Amerikan kanalının içinde küçük bir bölüm olarak gösterilmeye başladı ve işin tadı kaçtı.Neredeydi benim daha izlerken iştahımı kabartan sevgili Alice’m, neredeydi otuz dakikada üç kap yemek yapmayı marifet sayan, yaptıklarının bir matah olmadığı görür görmez anlaşılan Rachel Ray ya da zevzek bir kadının ona yemek yapmayı öğreten genç adama, eline aldığı mısır koçanına bakıp bu mısır mı türü sorular sorduğu programlarla dolu Home TV.Orta sınıf Amerikalıların göz ve damak zevki varsın kalsındı.Bana bugüne kadar öğrendiklerim yeter de artardı.İzlemeyi bıraktım.Bırakmasına bıraktım ama yemek kitaplarını roman okur gibi okuyan benim gibi biri, bir de iyi kotarılmış yemek programlarına alışmayagörsün, bu alışkanlığından kolay kolay vazgeçemiyor.JAMIE TUTKUNU OLDUMBir gün kanallar arasında hoplayıp zıplarken Jamie Oliver ile karşılaştım.Çıplak Şef adıyla yayınladığı yemek kitaplarından haberim vardı, Londra’da yaşayan sıra dışı bir şef olduğunu, lokantasının önünde kuyruklar oluştuğunu biliyordum ama o kadar.BBC’de karşıma çıkan bu ibik saçlı peltek İngiliz, bir yandan taş havanın içine doldurduğu baharatları deli gibi döverken bir yandan da işçi sınıfına özgü aksanıyla neler yapmamız gerektiğini anlatıyor, arada kahkaha atıyor, elini kesiyor, parmağını emiyor, hamuru, nereye koyduğunu unuttuğu merdanenin yerine yıkayıp temizlediği zeytinyağı şişesiyle açıyor, duman ve yanmış yağ kokusuyla boğuşmak istemiyorsak somon balığını ızgaraya asla yağlayarak koymamamız gerektiğini söylüyor, yemekleri müthiş bir hızla art arda hazırlarken pişirme tekniklerini gösteriyor ve çekinmeden onları özel kılan püf noktalarını veriyordu.Hızlıydı, sevimliydi, sahiciydi ve dünyaya dokunulmaz şef görüntüsünü yıkmak için gelmiş gibiydi.Biraz izledikten sonra aklıma yatan bir tarifini denemeye karar verdim: Pırasalı nohut çorbası. Hmm. İyi.Derken arkası geldi.Çok geçmeden Jamie Oliver tutkunu oldum çıktım.Digitürk, Show Plus adlı yeni bir kanalı yayına soktuğunda ve orada hafta içi her gün benim peltek İngiliz’in programı olacağını öğrendiğimde havalara uçtum. Jamie bu kez daracık bir merdivenle üst kata çıkılan evinde arkadaşlarını, sadece arkadaşlarını da değil karşı inşaata çalışan işçileri, el aldığı ustaları, lokantasında çalışanları, alışveriş ettiği esnafı, anneannesini, dadısını, birlikte futbol oynadığı arkadaşlarını, velhasıl bildiği tanıdığı herkesi ağırlıyor ve onların yemekten hoşlanacağı yemekler hazırlıyordu.Bu işi bir sezon yaptıktan sonra onu Londra’da açacağı yeni lokantada çalıştırmak için fakir bölgelerden gelen ve hiçbiri yemek yapmayı bilmeyen gençlere ders verirken bulduk.O da bittikten sonra aklını İngiliz çocukların okullardaki kötü beslenmesine taktı ve hükümetin desteklediği sağlıklı yemek kampanyasını başlattı.Hálá buna devam ediyor ve hamburger dışında bir şey sevmeyen, sebze dendi mi yüzlerini ekşiten bebelere farklı tatları sevdirmek, alışkanlıklarından kurtulmayı istemeyen okul aşçılarına da farklı yemekler pişirttirmek için mücadele veriyor.Ben kendisini hala büyük bir zevkle izlemeye devam ediyorum.Çünkü bizimkilere yemek programı denmezPeki izlediğim sadece küt parmaklı, ibik saçlı şefler mi?Ya Türkler?Ya bizim yemek programları?Türk kanallarındaki yemek programlarına da rastladıkça göz atıyorum ama ne yalan, hiçbirinin tutkunu olup çıkmadım.Nedenine gelince, hemen hepsinin şefler tarafından değil hamarat ev kadınları tarafından yapılan, neredeyse birbirinin tıpkı basımı programlar olması.Nasıl bir program derseniz, bir mutfak firmasının sponsor olduğu ve tercihen çekim gününe kadar programı yapanın bile görmediği, dolayısıyla ocağı yakabilmek için en az iki dakika düşündüğü allengirli büyük bir mutfak, raflarda allı güllü tencereler, gene allı güllü kullanılmayan çaydanlıkla demlik, tezgahın arkasında da elleri lastik eldivenli kadınlar.Bazen Emine Beder’in programında olduğu üzere iki, bazen Ece Erken’in programında olduğu üzere üç, bazen gelen konukla birlikte dört hatta beş kadının bir yandan yemek pişirirken bir yandan sohbet ettiği ve nedense hep aynı yemekleri pişirdikleri programlar.Biri dediğim gibi hamarat, yemekleri o yapıyor, biri ona kesmede biçmede doğramada yardımcı, bir üçüncü varsa eğer, onun görevi gelen konuklarla ya da yurdumun dört yanından telefona sarılıp arayan kadınlarla çene çalmak.Sohbet konusu ne?Hiç.Ayy yavrum ne şeker şeysin sen öyle, teşekkür ederim teyzecim, yalanım varsa çarpılayım ben seni zaten çok severim, teşekkür ederim teyzecim, dün sabaha karşı kalkıp gene seni izledim, teşekkür ederim teyzecim, kızım kılığını çok sevdi gönderir misin, teşekkür ederim teyzecim... Kah kah kih kih.Peki tarifi verilen yemekler hangisi?Her Türk’ün evinde bin yıldır yapılan kabak tatlısı ile gül böreği.Üstelik ekran başında bile tatlının şerbetinin az, yufkaların kalın olduğu görülüyor.Bir de elli kere tekrarlanan malzeme listesi yok mu?Elli kere tekrarlanan ve bazen de listede olduğu halde kullanılması unutulan.Emine Hanım bir seferinde altı yumurta kullanarak bir şey hazırlayacağını söyledi.Hazırladı da.Bitirdi, fırına attı.Malzeme listesini bir kez daha hatırlattı.Ama yumurtalar hálá orada, tezgahta.Olmaz mı olur, bazen unutulur, ama bir zahmet ertesi gün açıklama yapılır, özür dilenir.Diyeceğim o ki, yemek programları yeni bir şey öğrenmek için izlenir. Ya bir tarif, ya bir teknik.Gulriz Sururi’nin zamanında yaptığı gibi bir iki başarılı örnek dışında, bizde yapılanlara ise yemek programı değil, başka şey denir.Bir yemek defterinin kitaba dönüşme hikayesi Gamze Bursa, yıllarca anne usulü yemek defteri tuttu. Kesin bir rakam vermek gerekirse, tam 20 yıl. Güvenilir tariflerle doldu defter. Sonra bu 162 tarafi kitap haline getirmeye karar verdi. Geçen ay piyasaya çıkan Net 425 g. isimli yemek kitabı, yenilikçi tarifleri, farklı sunumlarla hazırlanmış görselleri ve modern yüzlü tasarımı ile yemek kitapları dünyasına farklı boyut kazandırmaya aday. Yazarın günlük yaşamında kullandığı çeşitli kaynaklardan derlenmiş veya eski lezzetlerin güncel malzemeler eklenerek farklılaştırılmış şekliyle yeniden hayata geçirilmiş, ama her biri defalarca denenmiş tariflerden oluşuyor. Anlatımı akıcı ve yalın. İçki ile birlikte servis yapılacak atıştırmalıklar, çorbalar, et, balık ve tavuk yemekleri, makarnalar, kişler, sufleler, ekmekler ve tatlılardan oluşan tarifler, fotoğraflarla birlikte veriliyor. Fotoğrafları Gökçe Erenmemişoğlu çekmiş. Kitabın grafik tasarımını Berna Korit
Yazarın Tüm Yazıları